Kimi anlar ve insanlar vardır onları unutmak mümkün değildir.Kimileri her ortamda varlıklarının farklılığını hissettirirler.Nasıl ki bir gül bahçesinde bazı güllerin rengi çok dikkat çekiyorsa ve yine herkes bu muhteşem renkli olan gülü koklamaya kalkışıyorsa kimi insanlar da böyledir.İşte Gülbahar yoldaş da böyle biriydi.Onunla 91 yılında tanıştım.Aylardan aralıktı.Önder APO sahasından ülkeye,Kürdistan dağlarına,gerillaya yeni adım attığım günlerdi. Haftanin’den kalabalık bir yoldaş grubuyla Metina’ya geçtik.Hızla pratik çalışmalarımızı tamamlayıp eğitime başlamamız gerekiyordu.Alanda ilk defa gerilla kış üslenmesi yapıyordu.Metina’daki köyler daha önceki yıllarda boşaltılmış,burada yaşayan halk göç etmişti. Yekmale köyünde,tıpkı adı gibi yalnızca bir aile yaşıyordu.Kampımıza en yakın yer burasıydı.Kampımızda kalacak olanların tümü yeni katılan savaşçılardı.Sayımız yüzün üzerindeydi.Otuz civarında kadın arkadaş vardı.İşte bu arkadaş grubunun içinde Gülbahar arkadaş kendisine has özgün kişiliğiyle hemen öne çıkıverdi.Gülbahar arkadaş Kurtalan’dan katılmıştı.Yaşı küçük ve yeni katılmış olmasına karşın olgunluğu , moralliliği,coşkusu,sevimliliği,güler yüzü,içtenliği ve samimiyetiyle hepimize kendisini sevdirmeyi başarmıştı.Daha ilk kamp toplantımızda yaptığı perspektif içerikli değerlendirmesi benim dikkatimi çekmişti ve hemen sormuştum “Siz sanki yeni katılmamışsınız çünkü; gerillanın yaşamına dönük gözlemleriniz çok güçlü”, bana verdiği cevap” Buraya gelene kadar özellikle Botan’da gözlemlerim oldu, benim için bu ilk eğitimdi” dediğinde hayret etmiştim.Çok zekice edinilmiş bir gözlemini ortaya koymuştu. Toplantıdan sonra moral etkinliğine geçildi ve herkes “Gülbahar” diye alkışlarla onu şarkı söylemeye davet etti.Başta zorlanarak,çekinerek çıktı ama söylediği ilk parçada hepimizi kendisine hayran bırakmıştı.O kadar güzel bir sesi vardı ,o kadar içten ve bütünleşerek söylüyordu ki, ruhunun ve duygularının özgün tınısı dinleyenlere yansıyordu. O günden itibaren artık tüm moral etkinliklerimizin vazgeçilmez sanatçısı olmuştu.
91-92 kışı çok çetindi, metrelerce kar düştü.Doğa şartlarından ötürü Örgütle ancak sınırlı olarak bağlantılarımız vardı deyim yerindeyse kendi kendimizleydik.Herkesin fedakarlık göstermesi gereken bir dönemden geçiyorduk.Yapı ve yönetim olarak yeni ve tecrübelerimiz yetersizdi. İşte Gülbahar arkadaş bunun farkındalığıyla zorlukları aşmanın öncülüğünü yapıyordu. Özellikle kadın arkadaşlar içinde kendini sorumlu görme yaklaşımı, cinsine olan güveni, sevgisi, kapsayıcılığı, ilkeli duruşu, ölçüleri olan bir yoldaştı. Doğanın hiçbir zorluğu ondaki iradesinden üstün değildi muazzam bir çalışma gücüne sahipti hep çalışır hem de etrafını çalıştırırdı, kolektif yaşama en erken etapta olandı.92 barında düzenlemesi pratiğe olunca istemi yerine gelmişti, Daha sonra Zagros alanına pratiğe gitti. Uzun yıllar onu görme imkânım olmadı. Ancak onun gelişim düzeyi, üstlendiği görev ve sorumlulukların duyumlarını alıyordum. Özelikle her kadın militanın hayali olan Öder APO nu okulunda eğitimi gördükten sonra 98 de karşılaştığımda tanımakta zorlandığımı şaşkınlık geçirdiğimi kendiside fark etmişti, yedi yıldan sonra ilk görüşmemizdi. İkimizde çok mutlu olmuştuk, O artık yetkin bir kadroydu, Önder APO da aldığı güçle coşuyordu. Son görüşmemiz ise 2007. 5. HPG konferansındaydı. Yıllardan sonra gördüğüm Gülbahar arkadaşın ne tür değişiklikler geçirdiğini doğrusu merak ediyordum. Tartışma ve paylaşımlarımız oldu. Geçmişte genel olarak yaşanan zorlanmaları elbette hepimiz gibi o da yaşamıştı ancak yaşadıkları onu çok güçlendirmiş ve onda çok önemli bir tecrübe birikimi oluşturmuştu. Kendine sonsuz bir güveni vardı. Kadın Özgürlük Hareketinin özgün örgütlemesi ve gelişim düzeyi onun en büyük güç kaynağıydı.”Önder APO’nun kadınla olan yoldaşlığını hak etmeliyim” diyordu. Kendisini ideolojik, teorik ve örgütsel birikim açısından çok geliştirmiş gördüm. İşte kendisinde geliştirdiği bu bilinç yoğunluğu ve potansiyeli bir an evvel pratiğe geçirmek istiyordu.15 şubat komplosundan sonra fedai eylemi önerisinde bulunmuştu, ve tüm yaşam pratiği bu doğrultudaydı, Önderliksiz yaşam olmaz şiarı gülbahar yoldaş için eylem, örgütleme ve pratikleşme kılavuzuydu.
Düzenlemelerde ilk söz hakkı alan oydu ve kalkar kalkmaz kendisini kuzeye önerdi. Önerisinin ardından Gabar’a gitme kararı çıkınca sevinçten gözleri dolmuştu. İçi içine sığmıyordu. Ara verildiğinde hepimize sarıldı ve kahkahalarla yerinde hoplayarak mutluluğunu bizlerle paylaşıyordu. İşte Gülbahar yoldaşın o anki hali hep gözümün önündedir. Çok büyük iddia ve kararlılıkla Botan’a geçti. Görev ve sorumluluklarının bilincindeydi. Rolünü büyük oynayacağına dair etrafına inanç ve güven veriyordu. Gidişinden kısa bir süre sonra alanda gerçekleştirilen eylemlerde komuta düzeyinde rolünü oynadı. Daha alanı tam tanımadan yaşanan şahadeti bizi derin bir hüzne boğdu.
Gülbahar arkadaşın mücadelemizdeki yeri ve rolü belirleyiciydi. Kadın ordulaşmasında ve kadının kendi öz iradeleşmesinde, güçlenmesinde rolü büyüktü. Gerillacılıkta en iddialı yoldaşlardan biriydi. Cins bilinci, cins mücadelesi ve çizgi devrimciliğinin timsaliydi. Yüreği yoldaş sevgisiyle dopdoluydu. Fiziki olarak aramızdan ayrılalı 6 yıl oldu ama her nefes alıp verişimizde bizimlesin. Şahadetinin yıldönümünde kendisini ve şahsında tüm özgürlük ve demokrasi yolunda şahadete eren kahraman şehitlerimizi saygıyla anıyor onların yolunda yürüyeceğimizi ve zaferi başarıyla kazanmanın sözünü veriyoruz.
Sozdar Avesta
- Ayrıntılar
Sene 93 Botan’dayız.İlk kez silahlı mücadele tarihimizde Reber APO tarafından süreli ateşkes ilan edilmişti.Bahar ayıydı.Newroz kutlama hazırlıkları tüm yoğunluğuyla devam ediyordu.92 Newroz’unda faşist Türk devleti terör estirmiş, onlarca yurtsever insanımızı katletmişti.Yine Türk ordusu bölge güçlerini yanına alarak ortak bir operasyon başlatmıştı.Haftanin başta olmak üzere Xakurke’ye kadar uzanan tüm alanlarda gerillalar büyük bir direniş sergileyerek Kürt Özgürlük Hareketinin yenilmezliğini dosta düşmana göstermişlerdi.Xakurke’de Ferhat’ın sahte Önderlik arayışına ve teslimiyetçi pratiğine karşılık Beritan (Gülnaz Karataş) yoldaş, APO’cu çizgi temsiliyle ihanet ve teslimiyeti yerle bir ederek özgür iradesini eylemiyle ortaya koymuştur.
Gerillalar olarak kış boyu yapılan eğitimler ve verilen özeleştirilerle 93 yılını bir zafer yılı olması için tam anlamıyla kilitlenmiştik.Heyecan doruktaydı.Botan Eyaletinde Hareketli Tabur örgütlendirildi.Üç bölükten oluşan taburda bir takım kadın gücü yer alıyordu.Birinci bölüğün komutanı Ramazan Aybi yani Adıl yoldaştı.İlk kez orada kendisiyle tanıştım.Kısa boylu,zayıf biriydi.İlk gözüme çarpan onun yerinde durmak bilmeyen kişiliğiydi.Taburun düzenlemesi okundu,sayı çok fazlaydı.Kimse kimseyi fazla tanımıyordu.Çoğu Güney savaşından sonra Haftanin’den Botan’a çekilen güçten oluşuyordu.Bütün bu kalabalık gruplar içerisinde Adıl arkadaş gözleri üzerine çekmişti.Hemen bölüğünü topladı,içtima aldı,ihtiyaçları tespit etti.İç görevlendirmeleri yaparak harekete geçti.Şimşek gibi hızlı hareket ediyordu.Disiplinli kişiliği, net ve keskin üslubu herkes üzerinde inanılmaz bir etki bırakıyordu.Düzenlemeler sonucunda onun bölüğünde yer alanlar çok mutlu olmuşlardı,bölükte yer almayanların ise moralleri düşmüştü.Kadın takımımız 3. Bölük olarak taburdaki yerini almıştı .Yaptığımız ilk toplantıda Adıl arkadaşı tanıyanlar bizim takımın onun üzerinde durduğu bölüğe dahil olması için öneri yaptılar.Bu önerinin nedenini ise;”Eğer o bölükte olursak daha fazla eylemlere gireriz ve pratikte daha iyi sonuç alırız” dediler.Ben bu durumdan oldukça etkilenmiştim. “Bu nasıl bir komutandır ki kadını,erkeği tüm yapı ve yönetimleri bu kadar etkilemişti!Adıl arkadaşla tanışmamız ve yoldaşlığımız böyle başladı.
Botan Eyaletinde çoğu zaman tabur olarak ortak eylemler ve eğitimler için bir araya gelirdik.Adıl arkadaşın bölüğü her zaman farklıydı.Moral düzeyleri,coşkuları,disiplinli ve başarılı eylem pratikleri onları hep ayrıcalıklı kılıyordu.Deyim yerindeyse herkes onları kıskanıyordu.Botan’da taktiği geliştirmede ve oturtmada öncüydü.Tüm kapsamlı baskınlarda, operasyonlarda en önde onun başında olduğu güç vardı.Yöneldiği hedefi mutlaka yok ederdi.Hiçbir zaman düşmanı ve pratikte çıkan olumsuzlukları kendine engel görmezdi adeta düşmanla oyun oynardı.Onun duruşu,katılımı,vuruş tarzı ve sonuç alıcılığı herkesçe taktir edilirdi.Yapısıyla ilgilenir, ihtiyaçlarını karşılardı.İdeolojik, örgütsel donanımı sağlardı.Kendisi de eğitimine önem veriyordu. Savaş teorisi ve stratejisi üzerine çok kafa yorardı. Başarının ancak Parti yaşam tarzıyla sağlanacağının derin bilincindeydi.Onun yanında insanlar çabuk gelişirlerdi.Hızla herkesi pratiğe koyar, onlara güç ve destek sunardı.Yoldaşlarının yapabilirlik düzeylerini pratikte sınar ona göre görevlendirme yapardı.İşte onun yanında yetişen Reşit Serdar yoldaş,Engin Sincar(Erdal), ve daha niceleri…
Adil yoldaş ömrünü gerillanın gelişimine adadı.Botan ve Zagros’ta uzun yıllar sıcak savaşımın öncü komutanıydı.Yoldaşlarının güven kaynağıydı.Partimizin seçkin militanıydı .5. Kongre’de Parti yönetimine seçilmişti ,O asla bireysel kaygıya düşmedi.Görevin büyüğüne küçüğüne takılmazdı.Tüm yaşamı boyunca Önder APO’ya, yoldaşlarına ve kendi özgücüne güvendi.İlhamını buradan aldı.Kendi kendini yaratmayı bildi.Adil yoldaş da çok derin bir sevgi, gizemli bir bağlılık yaşanıyordu.Yoldaşlarının zorlanmalarını hemen hissederdi.Hollanda’da tutuklu olduğum süreçte,erkek yoldaşlardan aldığım ilk mektup onunki siydi.Gördüğüm bu vefalı yoldaşlık karşısında yaşadığım yoğun duygu atmosferini unutamam.O sadece ferah günün yoldaşı değildi.Her yoldaşın yanında ayrı bir yeri vardı.Hepsine yetecek kadar büyük bir yüreğe ve beyne sahipti.
En son 2006‘da Botan’a geçmek üzere Haftanin’de olduğunu duydum.Onu görmeyi çok istiyordum ve bunun için kaldığı yere gittim.Karşılaştığım anı hiç unutamam,her ikimizde çok etkilemiştik,yanlarında iki gün kalmıştım çok anlamlı tartışmalarımız olmuştu.O an onun ne kadar büyük bir değişim yaşadığını hayranlıkla gözlemledim.Önder APO’nun yeni savunmalarından aldığı güçle, yeni paradigmada derin bir yoğunlaşma sağlamıştı.Yaşama karşı çok daha ilgili ve biraz da duygusallaşmış olduğunu gördüm.Botan’a tekrar yüzünü dönmüş olmanın büyük bir coşku ve heyecanını yaşıyordu.Önder APO’nun esaretini bir türlü kabul edemiyordu, yine Viyan arkadaşın eylemi de onu derinden sarsmıştı. “Biz rolümüzü oynasaydık Viyanlar kendilerini yakmazdı” diyerek gideceği Botan eyaletinde oynayacağı role işaret ediyordu.2007’de Gabar’da düşmana üst üste vurduğu darbelerle bir kez daha komutanlığındaki farkı ortaya koymuştu.Botan’da Ali ve Dicle’nin tasfiyeci, ihanetçi, düşkün yaşam tarzlarına karşı bulunduğu Gabar alanında parti yaşam tarzını yetkince yaşamsallaştırarak ,EDİ BESE hamlesi kapsamında,tasfiyecilere ve tüm düşman odaklarına devrimci kararlılıkla yöneliyordu.Gerçekleştirilen başarılı ve sonuç alıcı eylemlerden sonra adeta kana susayan düşman var gücüyle Gabar’a yüklendi,onun kaldığı alanı kuşatmaya aldı.Çatışmalar aralıksız haftalarca sürdü.4 Aralık 2007’de bir grup yoldaşla birlikte düşmanla çatışmaya girdi.Eylem içinde eylem gerçekleştirdi.Büyük direnerek fedaice faşistlerin üzerine yürüdü.Başı dik büyük bir gururla şanına yakışan bir tarzda “Biji Serok APO” sloganlarını haykırarak ölümsüzlük kervanına katıldı.Aradan 6 yıl geçiyor olmasına rağmen gözümüz onu arıyor ve hep de arayacak.
Adıl yoldaş sizi ve sizin komutanızda yetişen Reşitleri hep yaşayacağız,size layık kalarak verdiğimiz sözün takipçisi olacağımızdan ve hayallerinizi zaferle taçlandıracağımıza dair bir kez daha huzurunuzda kararlılığımızı belirtiyorum.Komutan Adil yoldaş sahsında Tüm özgürlük şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyorum.
Sozdar Avesta
- Ayrıntılar
Her insanın bir hikayesi vardır ama Kürdistan dağlarında olan ise daha da farklıdır. Çünkü dağlarda her hikayenin bir tamamlayan hikayesi olur. Bazen bir yerde yaşanan bir olay, diğer hikayenin bir bağı olur. Aynı mayınlı bir sınır hikayesinin gelip de Baran ile tanışma hikayesine dönüşmesi gibi...
Nefes nefese ilerliyorduk, Doğu Kürdistan’ın Kelareş alanında çıktığımız yolcuğumuzda. Güzergahımız Güney Kürdistan’dı. İran devleti ile girilen çatışmalar yüzünden günlerce operasyondan kalmıştık. Ne zaman ve nerede pusuya düşeceğin belli olmayan bir yolculuk. Her yerde İran korucuları ve devrim muhafız güçlerinin dolaştığı coğrafyada nefeslerimizi tutarak, eller tetikte ve el bombalarımızın pimleri her an çekilmeye hazır bir şekilde yürüyorduk. Daha birkaç gün önceydi Welat arkadaşın şehit düştüğü, Bager Hakkari arkadaşın da yaralandığı çatışma hemen yarım saatlik uzağımızda yaşanmıştı. Yaralanan Bager arkadaşı almaya giden ekip havan toplarının yağmuru altında Bager arkadaşı getirmişti. Biz ise bulunduğumuz noktaya atılan havan ve obüs toplarının saldırılarından kıl payı kurtulmuştuk. Hatta patlamayan bir obüs topu ise birkaç metre yanıma düşmüştü. Belki de bir şanstı benim için o an ki durum. Yaşam ile ölüm arasındaki derin duyguların ne olduğunu daha da yakından hissettiğim anlardan biri olmuştu o an...
Her anı soluk soluğa geçen yolcuğumuz tam on altı gün sürmüştü. Yolculuğumuzun son günü ise İran-Irak-Türkiye üçgeni olan Xakurkê alanına geçtiğimiz Dalamper dağının aşılmasıydı. Bizim geldiğimiz güne kadar Gelişim denilen boğaz kullanılmıştı. Gelişim Boğazını geçeceğimizin bir gün öncesi İran devletinin döşediği mayınlar ile Serhat’a giden bir grup arkadaş mayınlı araziye girmiş ve içinde de birkaç arkadaş da yaralamıştı.
O arkadaşların yaşadıkları talihsiz olay sonrası bizi Xakurkê’ye götürecek olan kuryeler yol güzergâhımızı değiştirmiş ve akşam saat altıda başlayan o geceki yolcuğumuz sabah beşe kadar sürmüştü. Hiç durmadan süren yolculuk boyunca mayınlara basmamak için tırmandığımız yamaçta taşlara ve kayalara basarak ilerlemiştik. Taş olmayan yerde en öndeki arkadaşın ayak izine basarak ama yine de her an mayın paylayacak kaygısı ile toprağa temas etmiştik. Birçok sefer mayınlı arazide geçmiştim. Her zaman da o mayınlı arazileri gördükçe düşmana olan öfkem daha da artıştı. Dünyada başka örneği olmayan Kürdistan coğrafyasında yaşanılan bu durum karşısında düşmandan nefret etmemek olmazdı. O gece sınırı geçip Xakurkê’ye ulaşana kadar hem mayınlı araziye düşen arkadaşları düşünmüştüm hem de aynı duruma düşmemek için pür dikkat yürümüştüm.
Aradan geçen yıllar sonrası daha önce hiç görmediğim Baran arkadaşla bir gerilla mekânında karşılaştım. Karakaşlı, kara gözlü, esmer tenli tam bir Serhat’lı. Güler yüzlü ve cana yakın olan Baran ile yaptığım kısa ve mütevazı bir sohbet sonrası o mayınlı sınırda geçen geceyi ve yaşadıklarımı hatırladım. Daha dün gibi geliyordu o 2008’nin Ağustos’unda geçen ama hafızamın bir kenarında hep kayıtta kalacak olan o gece. Baran bizden önceki grupta mayınlı araziye giren ve yaralanan arkadaşlardan biriydi. O olayda bir ayağını kaybetmiş ama dağların heyecanında hiçbir şey kaybetmemiş.
Baran, bir tek kalan ayağına rağmen yine özgürlük mücadelesinde en aktif bir şekilde yerini alıyor. Sürecin kendisinden istediği görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Kendisi usta bir suikastçı. Kaldığı yerlerde genç arkadaşlara suikast eğitimi veriyor. Zaten yaralanmadan önce güçlü bir eğitim aldığı için sağlam bir bünyeye de sahip. Tarih yazan genç gerillalara tecrübelerini aktararak deneyimlerinden onlarca Baran’ı yaratıyor. Her şeyi ile sonuna kadar bu dağlara ve mücadelesine bağlı, sevdalı genç ve hem de yüreklerindeki özgürlük aşkı bitmeyen gerillalar.
Bir ayağını kaybettikten sonra Baran esas acıyı birlikte gerilla saflarına geldiği ve bu dağlarda kardeşten daha öte olan yoldaşlık ettiği ablasının şahadetinde yaşamış-yaşıyor. Ablası 2012 yılındaki Devrimci Operasyonlar sürecinde Zagroslarda gerçekleşen Şitazın-Oramar eyleminde şehit düşmüş. Yaşadığı o coşkunun yanında hüzün ve kederle Baran kendine has bir hava yaratmış. Ne kadar dışarıya belli etmese de içinde fırtınaların koptuğu bir gerçek. Her kelimesinde ablasını yitirdiği Zagroslara gitmenin yolunu aradığını da söylüyor.
Şimdi Baran elinde ablasından kalan günlükleri kitaplaştırmak için yazıyor. Günlükler iki kardeşin arasında geçen diyaloglarla geçiyor. Baran ve Ezda her bir cümlede bir birlerini hissederek yazmışlar günlüklerin her bir kelimesini. Yazan daha çok Ezda olmuş ve her satırda da dağlarda yaşadıklarından küçük kardeşini düşünerek yazmış. Baran şimdi hem kendisi hem de Ezda olmuş. Her iki kardeşin yüreği ve idealleri Baran’da buluşmuş ve devrim mücadelesinde en coşkulu bir şekilde atıyor...
Otuz yıllık savaşın bir detayıdır Baran’ın hikayesi. Kürdistan dağlarında dinlenecek daha çok hikâye var bir biriyle buluşan. Her biri bir birinin peşinde koşan ve bir birine bağlı o kadar hikâye var ki hangisini dinlesen kendi hikâyeni unutuyorsun.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar

Büyük boşluklar, amansız iç çekişmeler geride kalanlar için,
Soğuk düşler…
Ağrıyan bir yüreğin çaresizliğinde sadece derin bir boşluğu yaşayan o kalanlar…
Gidenlerin bıraktığı, kalanlar…
Ve yarım
Ve çok eksik… Kalanlar… Bizler…
Alışılmamış bağlanmalar, anlatılamayan arkadaşlıklar yoldaşlıklar ve birbirlerine sevdalanan yürekler…
Yüreğini ve ruhunu Gabarın herhangi köşesinde bırakıp gelenler
Bir Gabar Yalnızlığına bıraktığı yüreğinin ve ruhunun hal hatırını sorduğumda
Orda kaldı ikisi de demişti Heval Nupelda…
Sonra uzandım oralara… Feraşinden Gabara kadar uzanan yolculuğa dokundum
Anlamak için orada bırakılan her şeyi…
Kaybolmanın ve yitirilmenin kıyısında yaşadığım onca hayatın anlamsızlığında büyürken, çocukluğuma ve geleceğe bir anlam bulamanın çaresizliğiydi hep yaşadığım. Amaçsızlık, ya da sadece günleri geçirmenin tuhaflığı… Oysa dağlarda kurulu bir yaşam vardı. Kendi canlarını yeni bir hayat kurmak için feda edenlerin hikâyeleri vardı dağlarda… Kavgaları armağanları ve kazandıkları güzel bir yaşam vardı… Avuçlarımda yitirilmeye az kalmış birkaç yaşanmışlığın dışında hiçbir şey kalmamıştı… Hayatım ve yaşadığım zaman içinde söylenmiş, söyletilmiş onca cümlelerde bir umut doğmamıştı o ana kadar… Oysa bazen bir cümlenin ardında yepyeni bir başlangıç olur. Yolları inişli çıkışlı ama yine de olması gereken yepyeni bir başlangıç…
İşte her şey istenilen yerde başladı, tam da başlanması gereken o nokta da, o ilk tokalaşmada…
Onunla daha sonra onlarla, ilk söylenecek bir cümlede yeni bir başlangıç doğacaktı, taze ve hiç dokunulmamış…
''Merhaba heval, hoş geldin aramıza kavgamıza yüreğimize''… Gözlerinin parlayan bakışlarıyla bu cümleyi uzattığında yüreğime, hayatını değiştirecek ilk kapıyı, Heval NERGİZ açmıştı. Bir başlangıçtı bu sadece… Bir akşam saatinde, karanlığa gömülmüş bütün yanlarım aydınlığın sarılışında bir yolculuğa en heyecanlı saatlerini yaşıyordu.
Merhaba heval hoş geldin. Gerilla ya hoş geldin… Bazen bir başlangıç için yeterliydi bu cümleler… Eğer istenilen bir başlangıçsa…
Ve Heval NERGİZ'in rehberliğindeki yolculuğumuz başlamıştı…
Heval NERGİZ'i daha önce de tanıyordum. Arada yapılan tartışmalarda hayata bakışından anlıyordum ona ait kavgasının büyüklüğünü, anlamını ve gerekliliğini… Oysa benim kendime ait hiç bir kavgam yoktu, halkıma kavgam yoktu… Ama onun halkı uğruna verdiği bir kavgası vardı. Ben uğruna verdiği bir kavga… Ve bunu gördükçe onda, söylediğim şeylerin bir anlamı olmuyordu.
Şimdi onun verdiği kavganın yoldaşı olabilmeyi seçtiğim için yaptıklarımın, yapacaklarımın bir anlamı olacaktı…
Uzun ve ince bir yolculuğun gecesiydi zaman… o büyük karanlığında Feraşinin, uzayıp giden patikalarından geçiyorduk. Yıldızlarından, sessizliğinden, direnişinden geçiyorduk. Onu izleyerek yürüdüğümde mırıldanarak türküler söylüyordu Heval Nergiz. Onunla her şey yolunda gidiyordu. Ben sadece onun izinden o karanlıktan yürümenin sessizliği içindeydim. Yüreğimde sayısı çoğalmış ve çoğalmakta olan duygular… Sevinçler doğuyordu attığımda her adımı…
Yüksek bir tepesinde Feraşinin, yeşilliğinin üstünde sanmıştım kendimi o noktadan baktığımda… Kalabalık bir arkadaş grubu vardı. Güneyden yeni gelen Dersim Grubu da gelmişti. Hepsiyle tanıştıktan sonra, Heval Mehmet karşıladı bizi. Gülümseyen yüzüyle, bütün sıcaklığıyla karşılamıştı bizleri. İçten sohbetinin içinden geçen sıcak yoldaşlığının havası çarpıyordu yüzümüze. Yanına çağırdığında, silahını da alarak bir kayanın üzerine çıkardı beni, sonra duygularımı amacımı niçin katıldığımı sordu. Verilen kavganın bir ucundan tutmak için geldiğimi, Yapabileceğim bir şeylerin olabileceğini söyledim ve hepsi bu dedim. İyi dedi, yapabileceğin çok var burada… ''Tu Xêr hati disa… Em gelek keyxweş bûn, bı hatina te''…
Bu ikincisiydi hoşgeldi'nin… Gördüğüm herkesin en anlamlısı olan hayata hoş gelmemi diliyordu ve bu en iyi destekti benim için… Yüzümdeki tebessümle ve gözlerimdeki parlayan neşeyle Heval Mehmet, elini omzuma atarak'' demek bu yemyeşil uzun, geniş Feraşin senin öyle mi'' dediğinde o an aklım başka yerdeydi… İçimde heyecan ve ruhumun bir komutanın yanında sohbet ediyor olmasından doğan gururla ilgileniyordum ve şaşırarak'' evet benimdir'' dediğimde büyük bir kahkahanın ortasında bulmuştum kendimi. Heval Mehmet ve yanındaki bütün arkadaşlar gülmüştü bu şaşkınlığıma…
Güzeldi onların yanında olmak. Onlar gibi bakmak, uzanmak çay bardağına ve hissetmek o anı. Sevebilmek onlar gibi her şeyi, bir sarılmayı, bir anısı yaşanmışlığın… Güzeldi onlarla aynı göğün altında seyretmek olup bitenleri, dünyayı yorumlayabilmeyi… Her şey güzeldi…
İki çay alıp yanıma gelen Heval Merxwaz ile sohbet etmiştik. Derin sohbetinden kendimi görmüştüm. O kanayan yanlarına, acıyan, sızlayan yaralarıma dokundukça, sohbetlerinden geçiyordu bütün her şeyin çözümü. İlerde yapmam gerekenleri sıralıyordu. Eğer kendime, halkıma, kavgama, partime yararlı olacaksam ilk önce kendime yararlı biri olmam gerektiğini söylemişti. Çünkü her şey insandan başlar. Kendimi düzelttiğimde eğri ve yolunda olmayan ne varsa bu şekilde düzeltebileceğimi anlatmıştı. Heval Merxwaz derinleştikçe sohbetini, tozlara bürünmüş ve daha ince hiç karşılamadığım o yaşantılarımla tanışıyordum.
Herkes iyi şeylerden söz ediyordu. Olması gereken şeylerden, tam da zamanı gelmiş geçitlerden…
Yaklaşık dört gün onların yanlarında kaldıktan sonra, farklı bir alana gitmem gerektiğini söylemişti Heval Memet. Noktaya gelen Dersim Grubuyla birlikte Kato' ya gitmek üzere yola koyulduk. Uzanırken uzayıp patikada, son defa ardımdakilere yönelttim gözlerimi… Onlar bana gülümsüyor ve el sallıyorlardı. Heval Memed, Heval Mexwaz, Heval Serhat… El sallıyorlardı…
Unutur muyum o anları… O en son bakışları… Yüreklerinde iyi bir yaşam kurmaktan başka bir şeyi olmayan o yoldaşları unutur muyum? Bütün yol boyunca aklımda hep onlar vardı. Heval Serhat… Gençliğiyle etrafa neşe ve güç veren temiz suretiyle herkese sevinç veriyordu. Uzaklaştığımızda ardımızda koşup koluma takmıştı saatini… ''Eğitimini al sonra buraya önerini yap bekliyorum seni'' demişti en son…
Kato' da bir gece kalıp sabah Besta' ya gitmek üzere yola koyulduk Dersim Grubuyla. Yedi kişilik bir gruptu ve hepsi de çok dinamikti. Onlarla birlikte sonsuz güvenlikte gidiyordu yolculuğumuz…
Geniş bir alana yayılan coğrafyası büyülemişti beni Besta. Ormanların içinden yol alırken, burada verilen mücadelenin gizemliliği çarpmıştı ruhuma. Daha sonra Heval Bawer bana anlatacaktı Besta'nın o kutsal tarihini.
Yaklaşık üç ay kalmıştım bu alanda. Eğitimimi almıştım. Yapılan törende ilk defa büyülenmiştim. Heval Haki törene gelmişti ve kalabalık bir arkadaş grubu katılmıştı. Her şey güzeldi. Yeminler yapıldı, silahlar alındı, halaylar çekildi… O sırada yanıma gelen bir arkadaş bana alacağım ilk rozeti hediye etmişti. Kendi elleriyle yakama taktığında bembeyaz yüzü ve mavi gözleri ne kadar o ana yakışmıştı. ''Hoş geldin Heval'' dediğinde o ana benim de sevincim eklenmişti. Adı Serxwebun'du. Mardinliydi. Yitirdiğim ama en son anda kurtardığım hayatıma benziyordu beyaz yüzü… Düşmekte olan ama en son anda parmak uçlarımı uzatıp tekrar hayata döndürdüğüm kavgama benziyordu o mavi gözleri…
Botan'ın basın birimine düzenlemem olmuştu. Alan alan geziyor, gördüklerimin, hissettiklerimin resmini çekiyordum… Uzun zamandır birbirlerini göremeyen ve bir anda buluşanların o anlatılmayan sarılmaları, uzun bir yol yolculuğunda bir ara tadında içilen suyun kutsallığını, uzaktan bir hayale benzeyen dağların, bulutların kardeş yüzlerini çekiyordum büyük bir istekle… Güzeldi her görüntünün anlamı, yorumu, bir ifadesi…
Gabar' da geçen günlerimin en yoğun süreçleriydi. Gabar'ın yüreğinde yaşıyordum. Üzüm bahçeleri, ceviz ağaçlarının kıyısındaki uzun dost patikalar ve tadı emeğe, kavgaya benzeyen sabah hevdeli… Bir emek yeriydi Gabar… Onca karakol arasında kendi özgünlüğünü koruyor ve içinde yaşattığı onlarca canı ağırlıyordu en misafirperverliğiyle ve asla kendi üzümünden, cevizinden, suyundan eksik etmiyordu gerillayı… Ne de olsa Büyük komutan Heval Egit' ten almıştı kahramanlığını, cesaretini, büyüklüğünü ve kutsallığını…
Bütün sonsuzluğuyla geçerken aramızda zaman, alışıyordum yaşama, yürümeye, geceye, seslere, savaşa ve olmam gerekene…
Ama alışılmasının henüz bir yorumu olmadığı bir parçası vardı. Bağlanılan, yüreğine sevdalanan, gelecekte onların suretlerinden başka bir görüntünün olmadığı, ruhunun kahramanlarını yitirmek… Bir an da hasret kaldığım, bir tek gün bile unutamadığım, yolculuğumun başkahramanlarını birer birer yitirmenin suskunluğu, alışılması… Bu benim için olmayan, olmayacak, olması mümkün de görünmeyecek bir şeydi. Ben bu gerçekten uzaktım, yabancıydım kayıplara… Oysa bu en gerçeğiydi yaşamın…
Önce Heval Memed, Heval Merxwaz ve Heval Serhat sonsuzluk kervanına katılmışlardı. Daha sonra Heval Nergiz'in şahadetini öğrendim ve bir an aklımdaki yeşilliği koskoca bir siyaha dönüşmüştü sonsuz yeşilliğiyle gururlanan Feraşinin… Kızmıştım kırgındım ona… O büyük sonsuzluğuyla koruyabilmeliydi Heval Nergizi… Akan 24 pınarlarından kurumalıydı birkaç tanesi, Nergiz'i korumak için…
İlk aldığım rozetini kendi elleriyle yakama takan beyaz yüzlü mavi gözlü savaşçı, Heval Serxewun o da şehit düşmüştü… Aklımda kalan mavi gözleri hala canlı hala rengârenk. O gözlerle bakıyorum her şeye…
O ilk başlangıçtaki ve masalımın başkahramanları sonsuzluğa uzanmıştı özgürlüğün…
Sonsuzluğa gitmeden önce, düşmana en ağır darbeyi vurarak, ihanetinin ve düşmanlığının yırtıcı kanatları kırarak, yüzlerinde canavar gibi bakan gözlerindeki zalimliğin o haksız savaşını yerle bir ederek… Savaştılar kahramanca. Olması gerekeni yaparak savaştılar…
Avuçlarıma güzel bir hayatı koyup ruhuma armağan verenler… Yaşanan bunca acıları bunca hikâyeleri yazmam için bana cesaret yol gösterenler…'' Hoş geldin hayatımıza, kavgamıza aramıza''… Bütün gizemliliğiyle kolumdan tutup anlamlı bir hayata çeken cümlelerin sahipleriydiler…
Heval NERGİS, Heval MÊRXAS, Heval MEMED, Heval SERXEBUN… Hepsi şehit düşmüşlerdi. Yüreğimin en büyük kahramanları Yeni bir çocuğa yeni isim verenler… İlk sarılanlar, kucaklaşanlar, gülümseyen ilk yüzler… Her birisi yüreğimde sayısız acı bırakarak ama savaşarak en cesaretli halleriyle… En onurlu kavgalarını bu halk için vererek… Korkmadan düşmanı beyninden kalbinden vurarak… Savaştılar… Savaştılar… Ölüme ve ihanetin üzerine yürüdüler… Bir an olsun akıllarında halkını önderlerini savaşçılarını ve yoldaşlarını düşürmeden ne varsa kendilerine ait, hepsini bırakarak geride kalanlara öylece savaştılar… hatırımızda vazgeçemeyeceğimiz gizemli ve dokundukça kendimiz olacağımız değerler bıraktılar heybemize… Geride kalanlar… Onların ardından kalanlar
Yarım eksik kalanlar…
Bizler…
Tamamlamak için şimdi sarıldık yoldaşlıklarına…
Yeniden dirilttik canımızı ruhumuzu ve öfkemizi…
Attık bir kenara kahreden sancılarımızı, kırıklıklarımızı…
Nergiz'den kalan gülüşü taktık yüzümüze, yüreğimizin en güzel coğrafyasına dağıttık Heval Memed'in cesaretini… Ve baktığımız her şeyi gri gören gözlerimizin bozuk rengini söküp yerine, Heval Serxwebûn'un mavi bakışlarını asttık ve şimdi dünya daha mavi daha sonsuz… Ruhumuzun çürüyen bütün yanlarını Mêrxaz Heval'in sadakatiyle yıkadık ve pırıl pırıl yiğitliğimiz… Çirkin ve yarım doğmasın diye güneş,
Bütün gidenlerin izinde duruyoruz sonsuz bir kararlıkla… Merhaba güneş hoş geldin aramıza, kavgamıza, yüreğimize… Gabar'da, Besta'da, Kato'da, Feraşin'de bırakılan ruhuna ve yüreğine dokundum Heval Nupelda'nın ve bütün görkemiyle ben de uçurdum ruhumu oralara… Daha iyi anlasın diye kahramanların kavgasını… Yaşamlarını…
Masidar Masiro
- Ayrıntılar
Türkçe’de bazı kelimeler var ki onların yaşamdaki karşılığını bulmak büyük keyif verir insana. Mesela, sereserpe yatmak! O kadar çok çağrışımlı bir kelime ki hem her durumu anlatan, hem de anlattığı her durumda gerçeği eksik bırakan bir kelime. Bir adam şimdi uzanmış yanıbaşımda. Kelimenin gerçek anlamıyla sereserpe... Yaşlı ana kıta gibi duruyor. Ben kucağımda bilgisayarım, onun yakın kıyısında Aborjin kıtası gibi duruyorum. Ona yıllardır Aborjin kıtası hikâyeleri anlatıyorum. Her seferinde yaşlı ana kıtanın Himalayalarına benzeyen göbeğinde depremler oluyormuş gibi gülerek dinliyor hikâyeleri.
Uzak kıtanın yakın halkı olan Aborjinleri anlatırken, Kürt masalları ve destanlarındaki atalarının hikâyelerini dinler gibi sevecenlik ve merakla dinliyor. Yine göğsünün sol kafesinden kopup yan kıyıdaki Aborjin ülkesine göç etmiş olan kardeşlerinden bahsederken, sanki onlar hala kalbinin içindeymiş gibi sevgi ve özlemle bahsediyor onlardan. Bu sohbetler zaman-mekân mesafelerinin allak-bullak olduğu duygular dünyası yaratıyor ikimizde de. Size mektup yazacağımı duyan bütün dağlılar gibi sevinçle selamlarını yolluyor. Aborjinleşmiş Kürt ve zaten Kürt olan Aborjin kardeşlerine benim üzerimden selam göndermeleri beni hem onure ediyor, hem de onların selamına içerdikleri bütün anlamları ulaştırabilir miyim kaygısıyla beni tedirgin ediyorlar.
Aborjine çıkmış ya adım, beni bir nevi uzak bir kıtanın yakın temsilcisi olarak görüyorlar. Keşke anlatabilsem Aborjin kardeşlerime, kendilerine kalpleri kadar yakın dağların oğulları ve kızlarının kalplerinin ne kadar Aborjin olabildiklerini. Ve keşke Türkçe’nin sınırlı kelime hazinesinin çok çok dışlarına taşarak anlatabilsem Aborjin ülkesine göç etmiş kardeşlerini ne kadar yakın hissettiklerini. Dünya denen bu gezegende mekân olarak kendilerinden koparılmış her kardeşlerini yüreklerinde nasıl bu kadar ustaca biraraya getirebildiklerini size tam anlatamamanın kaygısıyla yazıyorum her kelimeyi.
İnsanın gerçek ülkesi kalbinin coğrafyasıdır. Ve dağların kalbinin coğrafyasında Aborjin ülkesindeki kardeşlerinin yeri oldukça belirgin. Uzun yıllardır bir kıtayı dağlara ve dağlıların kalbine taşırmanın elçiliğini de yapıyorum bir anlamda. Hani bu elçilik Aborjin ülkesini işgal edenlerin şatafatlı ama taş gibi soğuk elçilikleri kadar olmasa da, Aborjinlerin Avustralya parlamentosunun tam önüne yeşil çimlerin kenarına kondurdukları baraka kadar sıcak ve içten bir temsiliyet kazanmış durumda. Ve emin olun, Aborjin ülkesini sorarlarken bir güne bir gün, işgalcilerin o namı almış yürümüş modern kentlerine dair en küçük bir merak ve ilgi görmedim onların dağ gözlerinde.
Ne zaman söz açılsa ana kıtanın kıyısından uzaklara sürüklenmiş o kara parçasından, ya kardeşleri olan Aborjinlerden ya da Aborjin kardeşlerine karışmış topraklarının kardeş çocuklarından açılıyor sohbetlerimiz. Size bu mektubu yazarken o sereserpe yaşlı ana kıtaya, sizin, kendinizi ne kadar devrimin ve dünyanın merkezinde gördüğünüzü anlatıyordum espriyle karışık. Ve her zamanki gibi zamanın ve mekânın neresinde olursa olsun, kendileriyle birlikte atan her kalbin, evrenin merkezi olduğuna inanan ve kalplerini oraya akıtan bir ilgi ve sevgiyle dinlemesine şaşırmadan edemedim.
Her geçen gün daha iyi anlıyorum bu içinde yaşadığım dağların nasıl bu kadar canlı olabildiğini. Bu dağların kalbi dünyanın dört bir tarafına yayılmış halkların kalbi ile birlikte atıyor. Kalplerinin damarı görünmez bağlarla kendilerini hisseden bütün dünyalıların kalplerine bağlanmış adeta. Nerede bir kalp onları hissederek kımıldasa, kanı onların yüreğine heyecanla yaşam diye akıyor.
Milyonlara ulaşmış bir hareketin temsilcileri olan bu insanların dünyanın öte kıyısı sayılabilecek bir kıtadaki bir avuç kardeşlerinin kendilerine dair tek bir sözlerini bile bu kadar büyük bir coşku ve sevgiyle karşılamalarına anlam veremedim uzun zaman. Şimdilerde onların kalplerinin görünmez damarlarla bir ağ gibi dünyayı sararak kendilerine dair en küçük ilgi ve sevgi zerreciklerini toplayarak koskocaman bir kalbe dönüştürebildiklerini görebiliyorum. Ve o kadar hassasiyetle koruyorlar ki kurdukları bu bağları, hani kalbinizin bir damarı kopsa ya da bir damardan kalbinize kan akmasa çalışmaz olur ya kalbiniz, onların da bağları tamamen böyle örülmüş. Tek bir bağın bile ne kadar yaşamsal değerde olduğunu, kalbim onların kalbine karışınca daha iyi anlıyor ve görebiliyorum.
Şimdi bu satırları size yazarken Zağrosların en asi mekânlarından, kelimeleri aşan o bağı kurabilir miyim diye telaşlanıyorum bir taraftan. Ama bir tarafım da, zaten kalbimin damarlarının Aborjin topraklarından hiç kopmamış olmanın rahatlığında kelimeler ötesi ulaşmaya çalışıyorum sevincindedir.
Onları size taşırmanın sevincine ,sizleri dağların ve dağlıların kalbine taşırma sevinci ile bütünleştirerek yazıyorum. Bir tarafım kalbime dağları sığdırmanın coşkunlukla taşan heyecanındayken, bir tarafım o uzak kıtaya kalbimin damarlarından bir köprü döşüyebilmiş olmanın mutluluğu ve sevincindedir. Belki bazen yarı şaka ‘siz dünyanın merkezi değilsiniz’ diyordum ya, şimdi size rahatlıkla diyebilirim ki, bu dünyanın merkezi sizin dağlarla ve dağlılarla birlikte atan yüreklerinizdir. Çünkü dağların merkezi zaman ve mekânın ötesinde, onlara hayat veren ve onlarla birlikte atan kalplerin damarındaki kanın tek bir hücresidir bazen.
Ve şimdi sizi dağlarda dağlılarla birlikte anmanın keyfini yaşarken bir yanım, bir yanım tek tek her birinize ulaşamamış olmanın burukluğundadır. Aborjin toprakları benim için sadece sürgünlük yurdum değildir. Ben o topraklarda Sydney denen o kentin meydanında ateşten doğurdum kendimi. Belki de ondandır bir yanım Şerevdinlerin koçer çocuğuyken, bir yanım Aborjin yurdunun Aborjin çocuğudur. Ve belki bu yüzdendir bir yanım, Zağros dağlarında Şerevdîn’ini bulmanın huzurundayken, bir yanım, Aborjin ülkesinde sürgün olmanın burukluğundadır.
Bir yanım bütün dağlıları birer Bêrtî koçeri gibi kucaklamanın sevincindeyken, bir yanım Aborjin kardeşlerime misafirliğe gitmiş sürgün kardeşlerimin özlemindedir. Kalbimin bir yanı Zağrosların uçurumlarında kelebek çırpınışlı sevinçlerdeyken, diğer yanı bir kangurunun kesesindeki yavrunun şaşkınlığında ve çocukça hüznündedir. Bir yanım doğduğum toprakların bağrında olmanın halayındayken, bir yanım ateşten doğuşuma tanıklık eden kardeşlerimin hasretindedir. ..
Umarım aklımı bir kenara koyarak sadece kalbimde yankılanan kelimelerle size ulaştırmaya çalıştığım bu mektubu hepiniz okursunuz. Ve eğer umduğum gibi şu anda bu mektubu okuyorsanız, eksik ifadelerimi dağları kelimelere sığdıramama çaresizliğime vermenizi diliyorum. Kaldı ki sizinle paylaştığım duyguları kelimelere dökülmeksizin anlayabildiğinizi kalbimin çırpınışları bana hissettiriyor.
Eğer bugün bu dağlarda bir devrim fırtınası esiyorsa, emin olun ki bu bir kelebek devrimidir. Dünyanın dört bir yanındaki kalbi kelebek insanların kalp çırpınışlarının rüzgârı, Kürdistan dağlarının asiliklerinde bir fırtınaya dönüşüyor.
Bu dağlara dair kalbinizdeki her duygu, dilinizdeki her kelime, hayatınızdaki her eylem dağların kalbine akan kan damarlarıdır. Kelamın ötesinde kalplerimiz arasında kurulu olan en kadim köprüler bizi birbirine bağlayan hayat damarlarıdır. Bu damarlardan duygu ve düşüncelerimiz her hangi bir biçimde ve her hangi bir vesileyle akmaya devam ediyorsa, bilin ki dinmeyecektir bu fırtına. Ve yine bilmenizi isterim ki, kalplerinize dağları ne kadar sığdırıyorsanız, siz de o kadar dağların kalbinde atan hayat damarlarısınız.
Bu mektup vesilesiyle Aborjin topraklarında yaşayan bütün kardeşlerimi dağların kelebek çırpınışlı kalbinin heyecanı, özlemi ve sevgisiyle kucaklıyorum. Sizler dağların kalbisiniz. Umarım kalbiniz dağlarla dolar. Ve bugüne kadar uzak bir umut diye kalbimizde taşıdığımız herşeyin adım adım gerçekleşmesine sizin de katılmanızın yolları açılır bir gün. Umarım bugün dağlardan başlayıp ülkemizin dört bir yanında ve halklarımızın bulunduğu bütün zaman ve mekânlarda özgür bir yaşama dönüşen hayatlarımızın her şeyiyle bütünleşeceği günleri birlikte yaşarız.
Kalplerimizin görünmez damarlarından birbirine akan duygu ve düşünceleri, birbirimizin gözlerine bakarak kelama dökmenin bir gerçek olduğu günlerdeyiz. Paylaştığımız sevinçleri dağların dilanlarında el ele paylaşmanın, özlemimiz olan özgür topraklarda Amed surlarında bir ADALI’nın sesinde ve soluğunda, kulaklarımızdan kalbimize aktığı günleri kelebek heyecanında yaşayacağımız zamanların geldiğine olan inancımı paylaşmak isterim. Bu inanç, duygu ve düşüncelerle hepinizi tekrar ve teker teker kalbimin yanık göğüs kafesine bastırarak kucaklıyorum...
Sevgilerimle!
Zağroslardan ...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Cennet kavramını tüm dinlerde görüyoruz. Kimileri Paradis diyor, kimileri Cennet, kimileri Dilmun derken birçok farklı isimlendirmeyi hayal edilen, ulaşılmak istenen ve uğruna ölümler göze alınan yerler için kullanıyor.
Cennet bu bağlamda tüm toplumların hafızalarının önemli bir parçası oluyor. Bunun içindir ki birçok toplumda bu hayal edilen yerin adlandırılması insanlara, özelde de kadına veriliyor.
Cennet sadelik oluyor, güzellik oluyor, ruh dinginliği oluyor, iyilik, doğruluk, temizlik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve tabii ki paylaşımcılık oluyor. Bizim kullanmayı sevdiğimiz deyimle komünal yaşamın sürdüğü mekanlar oluyor. Tarihin tüm ilk direnişlerinin güçlü cennet arayışları hep bundan olmuştur.
Şair böylesine bir mekanı dilinden, kaleme kaleminden de kağıda dökerken boşuna:
“Tut ki..
Zaman adlı çizginin bir x noktasında
Ellerimle göklerine pençe pençe yıldızlar astığım dünyadayız.
Her köşe başında bir çeşme
her çeşmeden oluk oluk akan sular
Ve suların başında Hep bir ağızdan ipek bir yumak sarar gibi türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron, ne Sezar, ne Hitler, ne Mussolini, ne Hiroşima…
Yasamızda, Kilit vurulmuş yasak kapıları kırmak yok, Açmak var
Suları gürül gürül akıtmak var
Ve tüm insanları İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda Kan barut ateş ölüm Yok
O l m a y a c a k
Özgürlük ve kardeşlik var” dememiş.
Yukarıda şairin dile getirdiği ütopyalarda özlenen bir Cennet tasviridir.
Cennet yani Nucan Nurhak yoldaşta insanın rüyalarını, hayallerini ve ütopyalarını böyle dolu dolu süsleyen, kendisini özlenen kılan bir PKK militanıdır. Cennet gibi saf, cennet gibi temiz, cennet gibi güzel, cennet gibi iyi, cennet gibi doğru ve tabii ki cennet gibi Cennet bir yoldaş…
Nucan yoldaş 26 ağustos 2005 yılında yani tam 8 yıl önce aramızda ayrılarak, şehitler kervanına katılmıştır.
Onu tanıyanlar için bu geçen 8 yıl, 8 bin yıl gibi geliyor. Çünkü verdiği acı çok mu ama çok derinlere işlemiştir. Bir yandan böyle ağır bir acı verirken diğer yandan sanki 8 saniye öncesine bizden ayrılmış gibisine de acısı taze…
Nucan yoldaşı şahadet yıldönümünde anarken sadece acılarımızı yenilemiyoruz, aynı zamanda Devrimci Halk Savaşının öncü komutanlarından birisi olmasından dolayı büyük bir saygıyla anıyoruz.
O Dersim’e doğru yönünü verirken henüz Devrimci Halk Savaşımız birinci yılını yeni doldurmuş ve ikinci yılına adım atmaktaydı. Nelerin olup biteceği henüz kestirilememekteydi. Hatta 23 ağustos 2005 günü TC devletinin MGK toplantısında topyekün savaş kararı aldığı günlerdi. Yani Kürtlerin topyekün hedeflenerek yok edilmek istendiği tarihi bir kesitti.
Evet, Nucan yani Cennet Dirlik yoldaş böylesine bir ortamda yüzünü Dersim diyarlarına verirken, talihsiz bir şekilde Beşiri ovasında TC devletinin vahşice saldırısına maruz kalarak bir gurup yoldaşıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştı.
Dersim yolculuğuna çıkmadan önce: “Her HPG gerillasının yüreğinin bir kenarında bir gün Dersim dağlarının zirvesine çıkma tutkusu vardır. Dersimi hep isyan, direniş kalesi olarak ele aldım ve geçmiş tarihte bunun somut örnekleri ile doludur. Mevcut aşamada bizim acımızdan stratejik önemi olan büyük bir mevzi” diyerek gidişinin ya da neden gitmesi gerektiğinin gerekçeleri kendisi açısından en yalın bir halde anlatmaktaydı.
Dersim ve ülke sevdası Nucan yoldaşta öyle doludizgindir ki bir başka mektubunda ise: “Ülkemin güzelliklerini görmek, yaşamak ve hissetmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum” demiş ve özgürlüğe ve ülke olan hasretini en dokunaklı kelimelerle dile getirmiştir.
Dersim dağlarına gitme istemine örgüt onay vermeyince duygularını: “İnsanların istemlerine ket vurmanın, özgürlüğüne de ket vurmak olduğunu düşünüyorum” diyerek sitemlerini ve eleştirilerini alenen yapmıştır.
Özcesi Nucan yoldaş tam bir ülke hasretiyle yanıp tutuşurken onun neden soyadını Nurhak yaptığını ise: “Biliyorsun, Nurhakların bende çok ayrı bir yeri vardır. Nurhaklar benim yüreğimde gizli bir sevdadır" diyerek anlatmıştı.
Nurhaklar gerçekten de Nucan yoldaş için bir sevdadır, hem de çok büyük bir sevda. Nurhaklarda onun en çok hayran olduğu ve Kürtçe ‘de pısmam dediğimiz yani amcaoğlu dediğimiz, amcasının oğlu Sabri yani Şıho Dirlik yoldaşın şehit düştüğü mekanlardır. Sabri yoldaş tüm ailenin de değil tüm sülalenin de her zaman kendisine çizgi olarak esas aldığı bir Apocu militandı. 1980’ler öncesi Apocu olmuş, zindanda yıllarca işkenceler görmüş, Avrupa’ya örgüt tarafından gönderilmiş ve yeniden ülkeye dönerek 1993 yılının 29 Temmuz’unda Nurhakların ayaklarında, dibinde bulunan Engizeklerin Şahinkayası’nda yoldaşlarıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştır.
İşte Nucan yoldaşın Nurhak sevdası budur. Dersim’e yolculuk aynı zamanda Nurhaklara uzanacak bir köprüdür. Ayrıca da tabii ki her gerillanın rüyasında, hayallinde yaşadığı direniş kalesinin ta kendisidir.
İşte Nucan yoldaş TC faşist devletinin topyekün savaş kararı aldığı günlerde yönünü Dersim’e çevirmiştir. Başkan Apo’nun “bana bağlı olanlar yönünü Botan’a, kuzeye versinler” dediği bir zamanda Nucan yoldaş hiçbir tereddüt göstermeden yönünü Kuzey’e vermiştir. Nucan’ın Nucan yapan en büyük gerçeklik bu militanca duruşunda saklıdır. Çünkü “bir militan militanlığının gereklerini gerekli yerde yapmalıdır” diyen Erdal yoldaşın da iyi bir takipçisi olabilmek için militanın görevlerine sarılarak yollara düşmüştür.
Nucan yoldaşta kendisinin üzerine düşeni yapma bilinciyle faşizme karşı direnişi daha da kökleştirmek için yönünü Kuzey sahalarına vermiştir.
Ve faşizme karşı yönünü, yüzünü çevirerek direnişin tam ortasında yer almanın sonuçları bugün hepimiz birlikte görüyoruz. Gürül gürül akan bir halk, her zamankinden daha büyük ve dik bir duruş, yeniden yeşeren bir umut ve de dimdik ayakta duran bir özgürlük mücadelesi.
İşte bu durum Nucan yoldaş gibi yüzlerce PKK militanı yoldaşın Önder Apo’ya gösterdikleri bağlılıkların sonucu ortaya çıkan bir gerçeklik olarak bugün daha iyi görülüyor.
8’inci şahadet yıldönümü yaşadığımız bu günlerde onunla hem yoldaşlık yapmış, hem onunla yakın kan bağı içerisinde olan biri olarak her zaman, tüm mekanlarda onun anısına bağlı kalacağımı, kalacağımızın inancı ve kararlığıyla yeniden ama bu kez daha güçlü bir şekilde “şehitlerimiz geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimizdir” diyerek onların yolunda asla şaşmayacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
