KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,yaptığı son açıklamayla Rojava Kürdistan halkını “Ülkede kalmaya,topraklarını terk etmemeye” çağırdı.Çünkü çok yoğun bir göç var,hatta ülkeden kaçış var.Rojava Kürdistan toprakları boşalıyor.Daha doğrusu bilinçli bir politikayla boşaltılıyor.Savaş Rojava’ya taşırılarak,kuralsız bir savaş yürütülerek ve de propaganda edilerek Rojava Kürdistan boşaltılmaya,insansızlaştırılmaya çalışılıyor.
KCK bu durumun bir oyun olduğunu belirtiyor.Aslında oyun içinde oyun oynanıyor.Önce çeşitli çete grupları oluşturularak,desteklenerek,beslenerek Rojava Devrimine ve halkına saldırtıldı.Giderek bu saldırılar Cephetül Nusra örgütünün saldırıları haline getirildi.Bir yandan El Nusra çeteleri sivil-asker ayrımı yapmadan tüm halka saldırırken,sivil yerlerde intihar eylemleri düzenlerken,diğer yandan da AKP ve KDP ticaret kapılarını kapattı.Böylece saldırılarla korkutulan ve ambargo ile zorlanan halk ülkeden kaçmaya yöneltildi.
Şimdi her gün oluk oluk insanlar Güney ve Kuzey Kürdistan’a kaçıyorlar.Kaçarak savaştan ve ambargodan kurtulmaya çalışıyorlar.AKP ve KDP bu kaçışı teşvik ediyor.Güney Kürdistan’a geçenleri ziyaret eden Mesut Barzani “Burası sizin eviniz,istediğiniz gibi kalabilirsiniz” diyerek Rojava’dan kaçışlara çağrı yapıyor.Tamda bu ortamda “Şam’da kimyasal silah kullanıldığı” haberleri yayılarak kaçışlar daha da hızlandırılmaya çalışılıyor.
KCK işte bunlara oyun diyor.Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,bu nedenle halkı sabırlı olmaya ve yerini-yurdunu terk etmemeye çağırıyor.Gerçekten de biraz yakından bakıldığında bir dizi oyunun iç içe oynandığı açıkça görülebiliyor.En başta KDP’nin tutumunda oyun var.Bir yandan sınır kapısını ticarete kapatarak halkın aç kalmasına yol açıyor,Rojava toplumunu savaşta desteklemiyor.Diğer yandan sınır kapısını sivil geçişlere açarak ve “Gelin,burası sizin ülkeniz” diyerek halkı Güney Kürdistan’a çağırıyor.Yani açıkça Rojava’yı boşaltmak istiyor.Peki bu oyun değil de nedir?
AKP’nin tutumu daha da derin ve kapsamlı bir oyunu içermektedir.En başta Rojava’ya saldıran çeteleri AKP örgütleyip silahlandırdı.Başta Ceylanpınar olmak üzere sınır kapılarından rahatça gidiş-dönüşlerini sağladı.Rojava’ya saldıran örgütler Antep’te,İstanbul’da toplantılar yaptılar.Kısaca Rojava’ya dönük saldırılar en çok Türkiye’den besleniyor.Diğer yandan baştan beri Rojava Devrimine karşı AKP ambargo uyguluyor. Tüm sınır kapılarını Rojava Devrimine kapalı tutuyor.
Bunlarla birlikte,aynı AKP Rojava halkının Türkiye’ye geçmesi için özel çaba harcıyor.İmkan yaratıyor,kolaylık sağlıyor,teşvik ediyor.Kuzeyli ailelerle akrabalık ilişkilerini kullanıyor.Bunlarla da yetinmiyor,Güney Kürdistan’a geçmiş olanları da Türkiye’ye geçmeleri için teşvik ediyor.Türkiye’de İstanbul’a kadar her tarafa bu insanları yayıyor.Dikkat edilirse,mülteci Arap toplumu için özel kamp kuruyor,ama Türkiye’ye kaçan Kürtler için kurmuyor.
AKP’nin buradaki amacı net ve açık.Birincisi,Rojava Devrimini tasfiye etmek istiyor.Rojava’da Kürtlerin bir siyasal statü kazanmalarına kesinlikle karşı.Bunu başka yollarla engelliyemiyorsa,o zaman Rojava’yı boşaltarak,insansızlaştırarak gerçekleştirmek istiyor.İkincisi,Rojavalı halkı Türkiye’ye yayarak asimile etmek,eritmek istiyor.Yani Rojava Kürtlerine de kültürel soykırım dayatıyor.O kadar obur ki,Kuzey Kürdistan toplumunu asimile etmesi yetmemiş,şimdi de Rojava Kürtlerini asimile etmeye,yutmaya çalışıyor.
Bunun en başta TC Devletinin yürüttüğü klasik inkar ve imha politikası olduğu açık.Belliki Suriye’deki savaş koşullarında da Türkiye yönetimi Rojava Kürtlerine bu politikayı dayatıyor,onları kültürel soykırıma tabi tutmak istiyor.Rojava’daki tüm oyunların da TC Devleti ve AKH hükümeti tarafından oynandığı açığa çıkıyor,bu konuda bir AKP-KDP ortaklığının var olduğu görülüyor.
Hatırlanırsa Rojava’daki 19 Temmuz 2012 Devriminden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewler Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat geç en kış basına yansımıştı.Aslında şimdi yaşanan her şey o yazılı talimatta vardı.Demekki şimdi yaşanan olaylar,yani savaş ve göç daha o zamandan planlanmıştı.Suriye’deki Kürtlerin bir statü eldi etmemeleri için çalışılması,bu amaçla KDP’nin uyarılması,Rojava’da karışıklı4k çıkarılması,Rojava halkının göçe teşvik edilmesi,bu konuda Güney Kürdistan’ın “Özgür Kürdistan toprakları” denerek çekici kılınması,Güney Kürdistan’a geçen Kürtlerle ilişki kurularak Türkiye’ye geçişin teşvik edilmesi,bunların hepsi Türk Dışişleri Bakanmığının talimatında yazılıydı.
Şimdi aslında bütünüyle bu plan uygulanıyor.Satırı satırına Türk Dışişleri Bakanlığının Hewler Konsolosluğuna verdiği talimatın gerekleri yerine getiriliyor.Demekki her şeyin,tüm yaşananların arkasında TC ve AKP var.Her şey önceden planlanmış olarak yürütülüyor.Rojava’ya kültürel soykırım rejimi uygulanıyor.Başta KDP olmak üzere bazı Kürt grupları da bu oyuna alet oluyor.Hepsi bu kadar!
Tabi bu durumun bir de PYD boyutu var.Rojava Demokratik Toplum Hareketi(TEV-DEM) tüm bu politikalara ve saldırılara karşı yiğitçe direniyor.Rojava gençliğinin direnişi gerçekten kahramanca.YPG tam bir fedai hareketi haline geldi.Rojava halkı saldırılar karşısında da,ambargo uygulamaları karşısında da yılmıyor.Evet,tüm bunların hepsi doğru ve çok değerli.Hiç bir biçimde küçük görülemez.
Fakat her şey bu kadarla mı sınırlı? Yapılması gerekenler sadece bunlar mı? Mevcut durum karşısında başka şeyler yapılamaz mı? Bizce PYD’nin ve tüm Kürtlerin yaşananları bu sonuçlar temelinde de sorgulaması lazım.Dar ve tek yanlı duruş ve mücadelelerle sonuç alınamaz.Dahası zarar görme,kazanımları kaybetme bile yaşanabilir.Bu açıdan dikkatli olmak ve olayları çok yönlü ele almak gerekir.
Dikkat edelim,19 Temmuz Devrimi savaşla kazanılmadı,kansız bir devrimdi ve doğru siyasetin başarısı oldu.Bu siyasetin merkezinde de Rojava’yı çatışma alanı haline getirmemek ve herkesle taktik ilişki içinde olmak vardı.Fakat şimdi Rojava Özgürlük Hareketi bu tutumda görünmüyor.Her şeyden önce,çok savaşçı kesilmiş durumda ve her şeyi savaşla halletmek istiyor.Halbuki önce siyasal yaklaşım gerekli,siyasette derin ve geniş olmak gerekli.Ama sanki siyaset unutulmuş gibi. Herkesle ilişki içinde olmayı öngören bir hareket,şimdi neredeyse herkesle savaşır hale gelmiş durumda.Belliki bunun düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan düşmanı iyice tanımak ve doğru tarif etmek lazım.Karşıt olan herkese “Çete” deyip geçmek fazla sonuç vermez.Deniyor ki,bu çete denenler El Nusra örgütüne aitler.Yine El Nusra örgütü de El Kaide’nin bir kolu.Bu durumda Rojava Kürtleri ve dolayısıyla tüm Kürtler El Kaide ile savaşa tutuşmuş oluyorlar.Hem de seferberlik düzeyinde! Halbuki bizim bildiğimize göre hiçbir parçada Kürtlerin El Kaide ile savaş yapma kararı yok.El Kaide’ye “Çete” de demiyorlar.Ayrıca Rojava da dahil hiçbir yerde şu koşullarda Kürtlerin El Kaide ile savaştan kazançlı çıkması mümkün değil.
El Kaide’nin Kürtlerle savaşma ve Rojava Devrimini yıkma kararı varmı,bilmiyoruz.Normalde olmaması gerekiyor.El Kaide’nin Kürtlerle,PKK ile savaştan kazanacağı fazla bir şey olamaz.Kaldı ki El Kaide ya da onun kolları böyle bir şey yapmak istese bile,bu durum Kürtlerin hemen savaşmasını getirmez. “Oldu bittiye geldik”demek de politik duyarlılık ve tedbirden uzak olunduğunu gösterir.
O halde Kürtlerin Rojava Devrimini yıkma amaçlı saldırılara karşı kesin bir tutumla ve sonuna kadar direnirken,aynı zamanda siyasetin çözümleyiciliğini kullanmaları da önemlidir.Aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının ç ağrısına da kulak vermeli ve asla ülkeyi,Rojava’yı terk etmemelidir.Rojava halkı için şimdi şunlar lazım.Direniş,siyaset ve ülkede kalmak! Bu üç silahı iyi kullanırsa Rojava Devrimi yine kazanır ve her zaman kazanır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak çevirebiliriz. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” olarak tanımlayabiliriz. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlayabiliriz.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak tanımlamak mümkündür.
Dünyada kendileri için başkalarının savaşmasını en iyi sağlayan güçlerin başında İngiltere gelir. O çokça bilinen İngiliz politikasının özü budur. O meşhur olan; “böl, parçala ve yönet” politikasının özü tamamen başkalarına vekil tutarak, ya da vekâletini vererek savaştırma işidir.
Bugün Ortadoğu’ya bakalım; neredeyse hiçbir yılı savaşsız geçmemiştir. Yüzlerce yıldır Ortadoğu gerçekten durulmamıştır. Ancak 1800’li yıllardan sonra bu durum daha da vahim bir hale getirilmiştir. Ve 1800’li yıllarla birlikte İngiltere’nin Ortadoğu’ya adım adım sızarak buralarda kendi “böl, parçala ve yönet” politikasını yaşama geçirmek için hep birilerini birilerine karşı kullanmıştır. Daha doğrusu İngiltere kendi çıkarlarını hayata geçirmek için hep birilerini kendi yerine savaşa sokmuştur. Birilerini tasfiye etmek için başka birilerini kullanmıştır. Çoğu zaman sadece devletleri kullanmamış, bireyleri, aileleri, tarikatları, aşiretleri, beylikleri derken kullanabileceği ne kadar böyle toplum ya da topluluk varsa çok kötü bir tarzda kullanmıştır.
Dikkat edilirse İngiltere öncülüğünde Ortadoğu’nun tüm coğrafyası adeta cetvellerle çizilirken hep birilerini birilerine karşı maşa olarak kullanmıştır. İngiltere çıkarlarını, başkalarını bir birine karşı kırdırtarak savunmuştur, korumuştur ve çoğu zamanda bu çıkarlarını elde etmeye vakıf da olmuştur.
İngiltere bu politikalarını 1800’li yıllardan beri birçok halka ya da birçok halk üzerinde uygulamıştır. Özelde biz Kürtler bu politikaların sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğunu herkesten daha iyi biliriz. Çünkü biz Kürtler birinci paylaşım ya da daha tanınmış adıyla birinci dünya savaşında yok sayıldık. Bırakalım yok sayılmayı param parça edildik. Dört parçaya bölündük. Her parçada ayrı bir şekilde cendere altına alındık. Bu yok sayılmanın bedelleri biz Kürtler için çok ağır oldu. Yüz binlerce insanımızın katledilmesi, yüz binlercesinin sürgün edilmesi derken dünyada eşine ender rastlanılacak olan bir sömürgeciliğin cenderesine alındık.
Sömürgeciler Kürtleri baskı altına, zulme ve yer yer soykırımlara tabi tutarlarken zannettiler ki emperyalist güçler onların bellerini sıvazlıyorlar. Halbuki bunlar emperyalist, namı diyar İngiliz politikalarıyla buralarda at koşturuyorlar. Yani bölüyorlar, parçalıyorlar ve de sonrada yönetiyorlar.
Söz konusu Kürtleri yok saymakla, sömürge altına almakla, bir kere Kürtler dıştalanmış oluyorlar, baskılanıyorlar. Bu duruma tahammül edemeyen Kürtler ise dört parçada her zaman bir fırsatını bulduklarında başkaldırıyorlar, direniyorlar. Sözde kendilerini bağımsız devlet diye bilen sömürgeci devletler ise bu kez Kürtlere saldırıyorlar, daha fazla baskılıyorlar. Özcesi Kürtler bu emperyalistlerin yarattığı duruma direniyorlar, emperyalistlerin destekledikleri sömürgeciler ise bastırıyorlar. Sonuç sürgit bir savaş Kürtler ve Kürtleri baskılayan sömürgeci devletler arasında bugüne kadar geldi.
Peki, bu durumda kazananlar kimler? Belki yer yer kazananlar sömürgeci devletlerdir. Ve yine belki yer yer kazananlar Kürtlerdir. Ancak bu kazanmalar hep biraz şaibelidir. Bu çatışmaların, savaşmaların hep bir kazananı kesindir, o da; Emperyalist devletlerdir.
Tekrar başlığımıza dönersek emperyalistlerin bu şekilde kazandıkları savaşlara biz Vekâlet Savaşı ya da Savaşları diyelim.
Peki, neden bizler başkalarının çıkarlarının savaşını ya da savaşlarını verelim? Neden hep bu aymaz politikanın kurbanı olalım? Neden ısrarla birilerinin güttüğü sürü olalım? Ve neden bu “böl, parçala ve yönet” politikasının kurbanı olmaya devam edelim?
Özcesi, artık bu kirli politikalarının kurbanı olmaktan çıkmanın zamanı. Bu kirli politikalarının kurbanı olmakta çıkabilmek ve çözebilmek için ise var olan sorunları kendi aramızda çözme iradesini göstermenin zamanı. Yani birilerinin maşası olmaktan çıkmanın zamanı.
Örneğin Kürtlerin ve Türklerin tam bin yıldır birlikte yaşadıkları söylenir. Şimdiye kadar tam üç kez en kritik anlarda, tehlikeli eşiklerden geçerek her iki halkta kazanmıştır. Birlikte kaderlerini çizmişlerdir. Kardeş halklar olmuşlardır.
Tarihi gerçekler böyle iken neden benzer bir şekilde tarihi yeniden güncellemeyelim? Yeniden kritik tarihi süreçlerden geçerken neden tarihte yaratılan kardeşleşmenin bir benzerini ortaya çıkarmayalım?
İçinde geçilen bu tarih süreçlerden başarıyla çıkabilmek için öncelikli olarak kardeşleşmeye inanarak, kardeşleşmenin tüm gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Bu kardeşleşmenin yolu ise başkalarının çıkarları için savaşmaktan vazgeçilmekten geçiyor. Yani Vekâlet Savaşını ya da Savaşlarını terk etmekten geçiyor.
1920’lerde emperyalistlerin Ali Cengiz Oyunlarıyla Kürtleri dıştalayan politikaları bir an önce, hemen terk ederek, kendi halklarımızın ve de bu coğrafyada yaşayan tüm halkların çıkarlarını esas alan politikalara yeniden dönmemiz gerekiyor.
Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer. Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kültürel soykırım, soykırımların en tehlikesi ve en kirli olanıdır. Tehlikeli ve kirli olması, soykırıma uğrayanların yaşadıkları durumu fark edememeleri ya da kültürel soykırıma tabi tutulmuş olanların bu soykırımı bilmeden içselleştirerek yaşamalarıdır.
Anlatılması ya da sade anlatılması hiç şüphe yoktur ki zordur bu soykırım türünün. Kültürel yok edilme altına alınmıştır, ancak bu yok olma tehdidini yaşayan bunun farkında bile değildir. Örneğin TC devleti Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm halkları-özelde de Kürtleri-kendisi için tümden bir yayılma alanı olarak değerlendirmiş bunun için de ulus devlet politikaları gereği tek bir ulus yaratmak için diğer farklı kimlikler yok saymış, en iyisinden kendisine benzetmek için inanılmaz ölçüde bir kültürel soykırım politikası uygulamıştır. Öyle ki bu soykırım altına alınanlar çoğu zaman bunun farkında olmadıkları gibi tamamen bir oto asimilasyonla adeta devletin yapmak istediklerini bu kez kendileri yapmaya başlamışlardır.
Türk değildir Türk olduğunu söyler, kendi dilini konuşmaz Türkçe konuşur, kendi ulusal ya da etnik değerlere sahip çıkmaz tam tersine Türk devletinin çizdiklerine sahip çıkar. Yani ulus devlet denilen aygıtın yapmak istediklerini-bir kere içselleştirmiş ise-kendi kendine yapar. Farkına varmamak işte budur.
Kültürel soykırımı Önder Apo sade bir şekilde: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir” diye değerlendirir.
Bu durumu TC devleti Kürt halkına peki nasıl uygulamıştır? Ya da Kürtlerin bu hale gelmesi için sömürgeci devletler neler yapmışlardır diye sorulabilir?
Kürtleri dejenere ve eritmek için Kürdistan’a gönderilmiş olan bir Türk kadın öğretmenin anılarında birkaç örnek vererek söylenmek istenenler daha iyi anlatılabilir.
“Atatürk'ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp - Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir” der Atatürk.
Dikkat edilirse bir halkın kültürünü yok etmek için kızları özel hedef seçerek, Türk Kemalist sistem içerisinde eğiterek, Türk kılarak yeniden geldiği toplum içerisine göndererek tam bir tohumluk rolünü oynattırma hedeflenmiştir. Bir kere zehir zemberekle beyinler doldurulmuş ise gerisi bu zehir zembereği tüm Kürdistan’a yaymak kalıyor.
Peki, bu nasıl yapılacak?
Çok basit, özenle bu çocuklarla uğraşacaksın. Bir misyonar gibi, bir akıncı gibi. Ve bu akıncılar Dersim katliamı ardından adeta tüm Kürdistan’a birer mantar kolonisi gibi yayılmış ve gittikleri yerlere de zehir zembereklerini götürmüşlerdir.
Gidenlere Kemalist rejim:
“Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir grubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefkureyi aşılayabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşım yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız, Uğraştığımız camia, bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına; günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sade ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden gruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahîl bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine, yalnızlıklarına, dertlerine derman olmak gerektir” ki ikna edilsinler, Türklüğü ve onların sundukları zehir zembereğe kansınlar.
Bu kadar mı? Elbette hayır daha fazlası yapılmalı ki kültürel yayılma tamamlansın ve Kürtler başta olmak üzere diğer kültürler yok olsun, yaşayamaz hale, kendi kültürlerini icra edemez hale gelsinler ki tükensinler, dirençleri kırılsın.
Sadece bu da değil, öyle ki kendi kültürüne karşı tepeden bakar hale gelsin. Aşağıdaki bir paragraf söylenenleri daha iyi özetliyor:
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek, Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili” diyerek kabuklarına ne kadar yabancılaştığını gösteren bu sözcükler bir askere gitmeyle kültürel soykırımın bireyleri ne hale getirdiğine iyi görüyoruz.
Sözü uzatmayalım; herkesin, adım adım yok edilen, kültürel soykırımın en dehşetini yaşayan bu toprakların bir yoldaşımızın tabiriyle, Sessiz Çığlığını artık duyabilmesi gerekiyor. Bu topraklar henüz ölmemiş olupta mezara gömülen bir insanın durumunu yaşatıyor bize.
Düşünün ölmemiş bir insan, ancak ölü gibi duruyor. Gözleri kapalı, refleksleri ölü, hareketsiz. Ama şuuru yerinde, yaşadığını biliyor. Etrafta söylenen: “ölmüş, gömelim” sözlerini duyan ama bir şey yapamayan bu insanın SESSİZ ÇIĞLIĞINI DUYABİLMEK için biraz da olsa uyanma zamanıdır. Boşuna Buda hep Uyanık Ol dememiştir. Artık Uyanmanın ve Uyanık Ol’manın zamanı.
Diri diri mezara gömülmek üzere olan bu insan tıpkı biz Kürtlerin durumuna benziyor. Kürtler de diri diri gömülüyor. Kültürleri yok ediliyor. Bizler bırakalım sömürgeci devletin yok etme, inkar ve imha politikalarını, biz Kürtler kendimiz oto asimilasyonla kendi kendimizi eritiyoruz. Dilimizi kullanmıyoruz, kültürümüze sahip çıkmıyoruz, giyim kuşamını sarılmıyoruz, yemeklerini tercih etmiyoruz, derken yazıp çizmiyoruz. Evimizin içerisinde KURDÎ olmuyoruz.
İşte diyoruz ki artık ölüme yatırılmış olan kürdün yaşama direncinin belirtisi olan SESSİZ ÇIĞLIĞI DUYALIM. Kendimizde başlayarak oto asimilasyona son verelim, bulunduğumuz her yerde bu kültürel soykırıma karşı duralım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Dağlar Kürdistan coğrafyasıyla neredeyse eş anlamlı olarak ele alınan birer gerçekliktirler. Kürdistan’da dağ ve dağlar denildiğinde her zaman özgür yaşama arayışı ile başkaldırış akıllara gelir. Öyle ki kürdün özgürce nefes alıp verdiği coğrafik parçaların başında dağlar gelir.
Nedeni açıktır; Kürtler bugünlere gelmişlerse, gelebilmişlerse borçlu oldukları en temel dayanakları dağlar olmuşlardır. Kürdistan tarihin fi döneminden beri sürekli işgalleri yaşamışlar. Kürtler sadece son yüz yılda param parça edilmemişlerdir, Kürtler dediğimiz gibi tarihin çok gerilerinden başlayarak her zaman her türlü işgali ve talanı yaşamış bir halktır. İşgal edilme belki direk Kürtlerle bağlantılı değildir de. Orası bilinmez. Ancak gerçeklik, Kürtlerin bu coğrafyalarda hep vurulmuş olmalarıdır. Bu vuruşmalarda Kürtler iki duruşla karşılık vermişlerdir; bir dağlara sığınarak direnerek, ikinci bir seçenek olarak ise özelde ovalık alanlarda sessini çıkarmayarak, var olanı kabul ederek. Ve yer yerde Kürtlerin egemenleri durumunda olanların ise teslim olarak ihanet yolunu seçerek.
Bu iki çizgi bugüne kadar çok köklü bir şekilde yaşayabilmiştir. Bir çizgi direnişi esas almış ve bir çizgide teslimiyete kendisini yatırmıştır. Çok uzaklara gitmeden etrafımıza baktığımızda direniş çizgisiyle teslimiyet çizgisini şimdi de net görebiliriz. Birileri devlet kapılarında yağdanlıklar olarak-çoğu zaman da kendi halkına karşı-kullanılırken, birileri dağların doruklara çıkanların arkasında her türden işkenceyi, zorluğu ve ölümü de göze alarak yaşamaya onurlu yaşamaya çalışıyor.
Evet, bu iki çizgi çok net bir şekilde bugünde devrededir. İhanet ve direniş ya da işbirlikçilik ve kahramanlık…
PKK öncülüğünde Kürdistan devrimcileri tam 30 yıldır sert hem de silahlı bir mücadele içerisinde oldular. Her mücadelenin bir barışının ya da uzlaşmasının da olacağı bilinciyle Kürdistan gerillası hep var olan sorunları çözmek, çatışkıya bir son vererek Kürt halkının doğuştan gelen haklarını yeniden elden etmek için bir duruş sahibi olmuştur. En son Kürt halk önderliği 21 Mart Amed Newroz’unda tarihi bir açıklamada bulundu. Kürdistan halkları bu açıklamayı bir manifesto olarak karşıladı ve ona göre de pozisyon aldılar. Kürdistan halkları gibi Kürdistan gerillası da benzer bir pozisyon aldı. Hatta daha ileri giderek Kürt halk önderliğinin yaptığı açıklamaya sonuna kadar bağlı kalacaklarını açıkladılar ve ona göre de Güney Kürdistan’a çekilme sürecine girdiler.
Evet, Kürdistan gerillası var olan sorunları onurlu bir şekilde çözüm yoluna girmesi için her türden fedakârlığı yaparak bugüne kadar bu sürece katkısını sundu. Ne var ki sömürgecilik muhtemelen sömürgecilerin ruh haliyle bağlantılı olarak, Kürtlerin, Kürt halk önderliğinin, Kürdistan halklarının, dostlarının, demokratlarının, aydınlarının derken özelde de gerillanın sarf ettiği çabaları görmemezlikten gelerek, “duymadım, görmedim, söylemedim” üçlüsünü oynuyor. Hem böyle bir üçlüyü oynuyor hem de korkunç derecede şişirilmiş bir ego ile Megaloman bir tarzda “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyerek herkesi aşağılıyor.
Özcesi tarihi manifestoya ters bir şekilde söylem ve eylemlerde bulunuyor. Ve öyle görülüyor ki bu ters söylem ve eylemleri söylemeye ve yapmaya devam edecekler. Şişirilmiş egolarından vazgeçmeyecekler.
Sözü çok uzatmadan, bizler bugünlere kimsenin sayesinde gelmedik. Bizler bugünlere öncelikli olarak halkımıza dayandık, dağlarımıza dayandık ve tabii birde bin kere haklı ve doğru olan ideolojimize dayanarak mücadelenin en sertine atıldık. Ve eğer Türkiye’de az da olsa kimi demokratik gelişmeler ve açılımlar olmuş ise bunlarda yine bu mücadele sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Eğer 12 Eylül faşist rejimi alaşağı edilmiş ve yerine bugün her zaman devlet içerisinde dıştalananlar iktidara gelmiş ise yine bu mücadelenin sayesinde olmuştur. Ve tabii eğer bugün burnundan kıl aldırılmayan maço generaller zindanlara atılabiliyorlar ise yine bu mücadelenin ortaya çıkardığı direniştendir.
Hulasa, özgürlük çığlıklarımızı, özgürlük arayışlarımızı, kimseye boyun eğmeden yaşama arzumuzun en yalın bir şekilde yaşandığı ve haykırıldığı yerlerin başında yine Dağlar gelmektedir. Halkımızın ve gerillamızın Özgürlük dağları gelmektedir.
Bunun için diyoruz ki, birilerinin inadına tasfiye etme çabalarına karşı yeniden daha güçlü bir şekilde TEK YOL YİNE DAĞLAR diyerek dağların yolunu tutmaya çağırıyoruz…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan tarihinde Mahabad bir yaradır. Hem de tüm Kürtlerin belki de en büyük kapanmayan yaralarından bir tanesi…
Mahabad Cumhuriyeti 1946 yılının ocak ayında kurulmuş ancak 1947 olmadan yıkılmıştır. Mahabad Cumhuriyeti’nin liderliğini yapmış olan ak yüzlü Qazi Muhammed ve iki yoldaşı ise 31 Mart 1947 günü aynı Cumhuriyeti’nin ilan edildiği Mahabad’ın Çarçıra meydanında tüm Kürtlerin gözleri önünde idam sehpalarında katledilmişlerdir.
Tarihi az çok bilinler bilirler ki Mahabad Cumhuriyeti sadece Mahabad Cumhuriyeti’nin eksiklerinden dolayı yıkılmamıştır. Tam tersine dış güçlerin adeta topyekün Mahabad’ın başına çullanmalarıyla yıkılmıştır. İkinci dünya savaşında sözde galip çıkan demokrasi cephesi öyle görülüyor ki 1946 yılında Yalta’da yaptıkları konferansla Kürtlerin üzerlerini çizmişlerdir. Ve olan yeni kurulmuş olan Mahabad Cumhuriyeti’ne olmuştur.
Sovyetler Kızıl Ordularını çekmişlerdir. Kızıl Ordularıyla birlikte Kürtlere sundukları yardımları da. Ne de olsa Yalta ile Doğu Avrupa’yı elde etmişlerdir. Geride kalan diğer alanlar ise demokrasi cephesinin üyelerine peşkeş çekilmiştir. Ve bu sözde demokrasi cephesinin en temel güçlerinden bir tanesi İngiltere’dir. İngiltere, daha doğrusu İngilizler ise 1800’lerden başlayarak Kürtlere karşı düşmanlık faaliyetleri içerisinde olarak her zaman Kürtlere karşı olmuşlardır. Öyle ki nerede Kürtlere karşı bir oyun sergilense ve bu oyunların altı eşilse kesinlikle altında İngilizlerin çıktığını tarih bize göstermiştir. Tabi bu kez sadece İngilizler yoktur, bu kez yeni yetme ABD’lilerde vardır. Fransızları saymadan olmaz. Onları da ekleyelim. Türkiye devletini saymaya gerek bile yoktur.
İşte tüm bu güçler 1946 yıllarının sonlarına geldiğimizde topyekün bir merkezden İran devletinin arkasında durarak Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasında başrolde yer aldılar.
Arada bu kez yaklaşık 67 yıl geçti, bu kez yer Mahabad değil bu kez yer Rojava Kürdistan’ı. Ancak aktörler yine benzer.
Tuhaf, ama bir gerçek. gerçekten de aktörler benzer. Sovyetler bu kez Rusya olarak Esat rejiminin yanında yer alarak Kürtlerin kazanımlarını görmemezlikten geliyorlar. İran zaten dünden Kürtlerin tasfiyesi için hazır. Türkler aynı 1946 yılında olduğu gibi Kürtlerin hiçbir statü elde etmemeleri için karşıt cephede yerini almaktadırlar. ABD aynen 67 yıl öncesi gibi yine Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmek için iş başında. İngiltere ya da Avrupa’da aynı çizgide.
Tuhaf dedik ya bu kez aynen 1946 yılında nasıl Molla Mustafa Barzani bir mermi patlatmadan Mahabad’ı tek bırakmış ise bugünde benzer bir doku devam ediyor. Bu kez PDK hem maddi hem de manevi desteklerini Kürtlerin Rojava’da tasfiye edilmesi için sarf etmekten vazgeçmiyor. Önce Rojava’da Kürtlere saldıran sözde kimi güce silah ve para veriyor, böyle Kürtlerin kazanımlarına karşı saldırı içerisinde oluyor. Diğer yandan ise Rojava ile olan sınırlarını kuş uçmaz temelde kapatarak Rojava’ya tümden bir ambargo uyguluyor. Geçen yılki ambargo biliniyor. Ancak bu kez ki ambargo tek başına uygulanan bir ambargo değildir. Öyle görülüyor ki yukarıda isimlerini verdiklerimiz güçlerin ortak bir kararını PDK uyguluyor.
Evet, gerçekten de bugün Rojava’ya karşı birçok güç saldırı içerisindedir. Hem de ortak bir cephe oluşturarak bu saldırılar yapılıyor. El Nusra gibi El Kaideci bir güç ABD ile aynı eksende yerini alabiliyor. Yine TC devleti Beşar Esat ile aynı çizgide Kürtlerekarşı buluşabiliyor. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi İran, Hizbullah derken birçok Arap devleti de Kürtlere karşı cephenin içerisinde Kürtlere karşı yer alıyorlar. Ve bu ortaklaşmayı da öyle gizli kapaklı yürütmüyorlar. Kimi zaman açık açık alenen yürütüyorlar.
Ne var ki tüm bu saldırıları yaparlarken bir şeyi unutuyorlar, o da Kürtlerin artık eski Kürtler olmadıkları gerçeğidir.
Kürtler artık Mahabad Cumhuriyeti’nde oldukları gibi tecrit değildirler. Yine Mahabad gibi sınırlı bir sahada da örgütlenmiş değildirler. Yine Mahabad gibi silahı olan komutanlarının meydanı terk eden bir durumları da yoktur. Tam tersine Mahabad’ın içine düştüklerine düşmemek için bu kez Kürtler hem geniş bir sahada, hem daha hacimli hem de daha büyük askeri bir güçle kendilerini örgütlemişlerdir. Yine hiç olmadığı kadar Kürtler kitlesel bir güce de kendisini eriştirmişlerdir.
Bunun için diyoruz ki Rojava Mahabad Cumhuriyeti değildir. Mahabad Cumhuriyeti elbette onurumuzdur, ancak bu kez onurumuzu hiç kimseye ama hiç kimseye teslim etme niyetimiz ve düşüncemiz yoktur. Bu kez Kürtler topyekün Rojava’nın tüm kazanımlarını sağlama almak için canlarını ateşten gömlek yaparak Rojava devrimini tasfiye etmek isteyen güçlere karşı koruyacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“dağ Çiçeklerim”
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derler.
1712 doğan ve 1778 ölen Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der.
Kürtleri sömürgecilik statüsünde tutanlar Kürtleri sadece sömürgeci statüsünde tutmamışlardır. Onlar birde Kürtlere biçtikleri sömürgeci statüyü özendirmek için ne kadar da büyük uğraşlar sergilemişler…
Bir halkı adeta belleksizleştirmek için giriştikleri uğraşları üstelik kitaplaştırarak alay etmekten de geri durmamışlardır…
Durmamanın da ilerisinde adeta alay ederler, nasıl bitirdiklerini birde alandıra ballandıra tüm dünyaya anlatarak ne kadar da büyük bir medeniyet eylemi yaptıklarını anlatırlar…
İşte “Dağ Çiçeklerim” adlı kitap tam 20 yıl boyunca Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir hanımın öyküsüdür. Üstelik bu yıllar 1930’lı yıllardır. Yani Kürdistan’da fiziki soykırımın diz boyu yaşandığı yıllardır. Daha doğrusu fiziki soykırımı gerçekleştiren TC devleti bu kez fiziki soykırımı-kızıl katliamı-kültürel soykırımla-beyaz katliamla-tamamlamak istediği yıllardır. Dersim katliamının bir numaralı uygulayıcısı ve Kürt halkının düşmanı olan Abdullah Alpdoğan’ın Kürdistan’da görev yaptığı yıllardır…
Kitapta Kürdistan’ın kızıl katliam ardından nasıl Türkçeye yani Türkçe diline açıldığını sayfa sayfa görüyoruz. Köylerde çocukların nasıl zoraki alınıp yatılı okullara getirildiğini görüyoruz. Adım adım Türkçenin nasıl benimsetildiğini ve kendi ana dillerinin nasıl adım adım unutturulduğunu da çokça görüyoruz.
Eksik olan: “Her şey kusursuz olurdu … yerliler olmasaydı,” demeleridir. Ama kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir.” Ve bunun için yerlinin kalması, ama kendine benzeşerek kalması, kendisini inkar etmesi, kendisinden uzaklaşarak tam kullanılacak bir hale getirilmesi gerekir ki sömürgecilik para etsin.
İşte sömürgeciliği tümden yerleştirebilmek için ise öncelikle çocukları-özelde de kız çocuklarını-alıp dillerini Türkçeleştirmek gerekir. Dillerini onlarda çalarak yabancı olan bir dilli onların ağızlarına, beyinlerine ve yapabilirlerse dünyanın tüm hileleriyle yüreklerine şırınga edebilmelidir. Başka türlü sömürge insanı sömürgecinin hizmetine koşturulamaz, koşturulamayacağı gibi günün birinde mutlaka bu yaşadığı topraklarda yabancı olanlara karşı bir duruş içerisine girer.
Evet: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur” hale getirmek için sömürge insanını çok uğraşmak gerekir.
“Sıdıka Avar, Türkiye'nin çağdaşlaşması amacıyla, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir dirençle didinmiştir. Eğitim, insanın yeniden yaratılması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu nitelikleriyle Sıdıka Avar, öğretmenlerin önünde parlayan bir yıldızdır” denilmektedir kitabın girişinde.
Tuhaf değil mi? Birilerini kültürel olarak yok edeceksin, bitireceksin, yok sayacaksın, yabancı diliyle asimile edeceksin ve bunun adı ya da yapanın adı “parlayan yıldız” olacak. Halbuki böyle bir dil katliamını yapan, kültürel katliamı yapana sadece ve sadece insanlık suçu yapmaktan dolayı uluslararası alanda yargı kurumunun önüne çıkarmak gerekir. .
Yine kitabın girişinde, kitabı tanıtırken:
“Okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı insan - vatan - toprak' sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, komünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum…” denilmektedir.
Vatan dedikleri başkalarının vatanı, dağ dedikleri başka halkların katledildiği dağlar, ova dedikleri talan ettikleri ovalar, taş dedikleri orada yaşayan insanların başına yağdırılan taşlar, komün dedikleri katledilen komünler, varları yokları dedikleri ise yıllarca ellerinde her şeyleri alınarak sürgün edilen insan… ve tabii birde katledilen on binlerce insan…
Yine kitabın girişinde:
“Avar'ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda 'dağ çiçekleri' arıyor... Avar'ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor... Avar'ı görüyorum, okuluna getirebildiği 'dağ çiçeklerinin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor... Avar'ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede, tuvalette 'çiçekleri'ne yaşam yolları öğretiyor... Avar'ı görüyorum; yoksul sınıfında 'çiçeklerinin kulaklarına, kalplerine Türk dilinin müziğini işliyor...” deniyor ve devam ediliyor.
Bir halkın dilinden bu kadar mı rahatsız ve tepkilisiniz?
Bu kadar mı bir halkın diline kin ve nefret besliyorsunuz?
Bir halkı yok etmek için bin dereden su getirerek o halkın evlatlarını, özelde de kızlarını kendi öz kültürlerinden, öz dillerinden yani ana dillerinden kopartmak için neler yapıldığını görünce insan kendinden utanıyor. Öyle ki Kürt çocuklarını asimile ederek, kendi kişiliklerine yabancılaştırmak için müthiş bir sömürgeci azim gösterilirken, bizler bugün bile halen kendi ana dillimiz olanı korumak ya da geliştirmek için sömürgecilerin bizlerin dillerini yok etmek ettiklerinden gösterdikleri ısrarı ve çabayı sergilemiyoruz.
“Dağ çiçeklerim” adlı kitabı okuduğumuzda sömürgecilerin oto asimilasyon dedikleri iletin gerçekleşmesi için ne kadar da çok dağ dağ, ova ova, ev ev dolaştıklarını görüyoruz.
Ve diyoruz ki sömürgeciler bizleri kültürel olarak yok etmek istediklerinden daha fazla ama daha büyük bir kampanya yani mücadeleyle bizler kendi dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Aksi taktirde Jacques Rousseau dediği: “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” durumuna düşeriz ki bu da insanlıktan çıkmakla eş anlamlı olacaktır.
Evet, diyoruz ki sömürgeciliği her yönüyle, etraflıca analiz ederek, yaptıklarının karşısına kendi öz kültürümüzle cevap vererek, ruhsal, düşünsel ve beyinsel olarak özgürlüğümüze doğru adım atalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
15 Ağustos 1984 herhangi bir gün değildir. Ortaya çıkış koşulları, Kürdistan, Türkiye ve bölgemizde oynadığı ve oynamakta olduğu rol bu günü, milat niteliğinde bir gün haline getirmektedir. Dolayısıyla bugünü doğru anlamak ve güncel olarak ne anlama geldiğini derinlikli olarak bilmek büyük önem taşımaktadır.
Öncelikle böyle bir tarihsel günü Kürdistan, Türkiye ve bölge halklarına armağan eden Kürdistan halk Önderi Abdullah ÖCALAN’ın, böyle bir günün öncü Partisi PKK’nin, büyük bir kahramanlıkla pratikte bugünü yaratan Kürdistan Özgürlük gerillalarını ve güne ilk anından itibaren anlam veren ve izleyen welatparez halkımızı selamlıyorum.
Bu tarihsel eylemin öncü, ölümsüz komutanı Mahsum Korkmaz yoldaş başta olmak üzere, bu eylemde yer alan ve şehitler kervanına katılan, Mustafa Yöndem, M.Emin Taştan, Mehmet Ağaslan, Bozan Oktay, Yaşar Kahraman olmak üzere, yine 15 Ağustos bilincini, ruhunu ve tarzını geliştirmek için kahramanca ve fedaice mücadele ederek şehit düşen, Adil, Nuda, Viyan, Rüstem, Alişer, Çiçek, Xebat, Rojin, Apê Hüs, Mehmet Guyi, Beritan, Ferhat, Sadık, Rubar, Eriş-Andok, Derviş ve Zilan yoldaş şahsında binlerce devrim şehidimizi saygı ve minnetle anıyorum. Onlar her zaman, Kürdistan Özgürlük mücadelesinin yolunu aydınlatan sönmeyen birer meşale olmaya devam edeceklerdir.
Onların anısına verilecek en doğru cevap, onların bağrında rahat uyuyacakları özgür bir Kürdistan’ı yaratmaktır.
15 Ağustos Atılımı, 12 Eylül’de iş başına gelen, Türkiye devrimci-demokratik muhalefetini bastırmayı, Kürdistan Özgürlük mücadelesini tümden ortadan kaldırmayı, bölgeyi emperyalizmin dikensiz gül bahçesine çevirmeyi hedefleyen askeri faşist cuntasına karşı büyük bir karşı koyuştur. Kürdistan’da estirilen sömürgeci faşist baskı ve zulüm karşısında, Kürt halkının özgürlükteki kararlılığını ortaya koyan, umudunu büyüten ve bu anlamda özgürlük iradesini açığa çıkaran bir eylem olmuştur. Başta idam sehpalarında ve idam mangaları tarafından şehit edilen Şeyh Saitler, Cibranlı Xeliller, Seyit Rızalar ve soykırım amacıyla katledilen, sürgünlere yollanan, açlığa, soğuğa terkedilerek öldürülen yüzbinlerce Kürdün intikam eylemi olmuştur. Ve Amed zindanlarında en vahşi işkenceler karşısında direnen Mazlumların, Ferhatların, Kemal ve Hayrilerin intikamı ve yüce anılarına verilmiş doğru bir karşılık olmuştur.
15 Ağustos Şanlı Atılımı, Kürt ulusunun kendi Anavatanında başta Türk sömürgecileri olmak üzere, hiçbir sömürgeci gücün varlığını kabul etmeyeceğini, her türlü meşrulaştırma, baskı ve zulmünü tanımayacağını, bölge halklarıyla eşitlik ve özgürlük içinde yaşama kararlılığını ortaya koymanın ifadesidir . Bu anlamda ulusal diriliş günü ve bayramı olmuştur.
Çünkü özüne dönen, ulusal ve toplumsal bilince ulaşan, tarihiyle, toprağıyla buluşan Kürdistan gençliği ve özgür kadın gerçekliğine ve anavatanını emeğin yoğunlaşmış ifadesi olarak gören emekçilerine kavuşmuştur artık Kürdistan.
Sömürgeciler bir ülkenin topraklarını sadece fiziki olarak işgal etmezler, ruhlarını da işgal ederler. Bilinçlerini çarpıtırlar. Kendi Anavatanlarını savunamaz, onun için örgütlenemez, savaşamaz duruma getirmeyi hedeflerler. Geliştirdikleri baskı ve zulümle korkutmaya ve sindirmeye çalışırlar. Ve hatta kendilerini, ideolojik aygıtlarıyla meşrulaştırmaya çalışırlar. Bunun için beyinleri ve ruhları hedeflerler. Çünkü Önder Apo’nu belirttiği gibi, “ kafalarda meşrulaşan sömürgeciliği hiçbir güç yıkamaz”. Türk sömürgecilerinin de peşinde koştuğu Kürtlerin ruhlarını ve beyinlerini ele geçirmektir. Ancak 15 Ağustos hem Kürtlerde yaratılmaya çalışılan korkuyu yerle bir etti, hem de Türk sömürgecilerinin Kürdistan topraklarında hiçbir biçimde meşru olarak kabul edilmeyeceği gerçeğini ortaya koydu.
Türk sömürgeciliği atılan “ilk kurşun” un anlamının bilincinde olarak, Kürdistan Kurtuluş gerillasını ezmek, onların şahsında bir daha Kürt ulusunun örgütlenerek ayağa kalkmasını engellemek için elinden geleni yaptı. Halen bir ihanet hançeri gibi Kürdistan halkının bağrına saplı duran köy koruculuğunu geliştirdi. Binlerce köy yakıldı. Milyonlarca Kürt Anavatanından Türk metropollerine sürülerek, açlıkla-yoksullukla terbiye edilerek asimlasyon ve kültürel soykırıma açık hale getirilmeye çalışıldı. Onbinlerce insanımız acımasızca katledildi. Yine onbinlercesi en ağır işkencelerden geçirilerek, en ağır cezalara çarptırıldı. Binlerce çocuk evsiz,anasız-babasız kaldı. NATO desteğinde ve bazı işbirlikçilerin yardımı temelinde geliştirilen bu topyekün savaşa rağmen, Kürdistan Özgürlük gerillası savaşıyla, Kürdistan halkı serhıldanlarıyla büyük direnerek bugünlere gelmesini başardı.
Şimdi 15 Ağustos Atılımı, Rojava Kürdistan’ında her türlü çeteci, sömürgeci ve işbirlikçi saldırılara karşı inşa edilen ve savunulan demokratik özerkliktir. Bir zaman Kuzey Kürdistan devrimini bastırmak için bir karargah haline getirilmeye çalışılan Hewler’de ulusal birlik Kongresidir. Ve uluslararası komploya ve TC sömürgeciliğinin tüm yoketme, teslim alma, anlamsız kılma çabalarına rağmen İmralı’da yapılan Müzakerelerdir. Ve Kuzey Kürdistan da serhıldandır. Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşadır. Rojhılat’ta ise örgütlü direnişi büyütme günüdür.
Bu 15 Ağustos Rojava devrimini sahiplenmek kadar, AKP devletinin müzakere sürecini boşa çıkarma, oyalama ve geçiştirme politikalarına karşı “Kürtler Ulusal Haklarıyla Anayasa’da Yer Almalıdır” şiarı temelinde, olmazsa-olmaz kabilinden ulusal taleplerin ve onunla beraber Önder Apo’nun özgürlüğünün haykırıldığı bir gün haline gelmelidir.
Anayasal tartışmaların gündemde olduğu bir süreçte, Kürt halkı, demokratik ulus haklarının mutlaka ve mutlaka anayasada yer alması gerektiğini ortaya koymalıdır. Ortadoğunun en kadim ve köklü halkı ve ülkesi öyle muğlak, belirsiz tanımlamalarla geçiştirilecek bir halk ve ülke değildir. Kürtlerin açıkça ve haklarıyla tanımlanmadığı bir anayasa inkar anayasası, dolayısıyla bir “ajan anayasa” olarak görülmelidir. Ve hiç bir biçimde kabul edilmemelidir. Güney’de ulusal kazanımların yanısıra Rojava’da Önder Apo’nun paradigması temelinde, meclisiyle, özörgütlülüğüyle, bayrağıyla, savunma güçleriyle özgür yaşamını inşa ettiği bir süreçte ve 21. Yüzyılın tüm kapılarını sonuna kadar bizlere açtığı bir ortamda biz neden daha azına razı olalım...Hayır, eğer Türk halkıyla ve diğer kültür ve inanç gruplarıyla eşit özgür bir birliktenlik olacaksa, o zaman yapılacak anayasada Kürtler halk olarak haklarıyla yer almalıdırlar. Daha aşağısını ne tartışmalı, ne da kabul etmelidirler.
Roj u cejna vejine car din piroz be...
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Dünyanın neresine gidersek gidelim, devrim süreçleri olağanüstü süreçlerdir. Olağanüstülük ise normal olmamayı ifade eder. Yani sıradanlığın tersine sıra dışılığı gerektirir.
Bugün Rojava’da tamamen olağan dışı ya da olağanüstü bir süreç yaşanıyor. Kürtler ilk kez bu parçada kendi kaderlerini ellerine alıyorlar. Kendi yollarını belirliyorlar. Ya da nasıl bir yol izleyeceklerinin haritasını çiziyorlar. Bir anlamda pusulalarını çiziyorlar. Kendi yolunu çizmeye devrim diyorlar. Devrim ise dediğimiz gibi olağanüstü, hızlı, karmaşıklık demektir. Devrim anlarında her şey çok farklı bir şekilde gerçekleşir. Vuku bulur. Olmayacaklar olur, olacaklar olmaz. Normal olanlar normal dışı olur, normal dışı durumlar ise yaşamın normal hali olur.
Evet, bugün Rojava’da bir devrim yaşanıyor. Hem de dünyada eşine ender rastlanılan bir devrim. Dünyanın en kaotik bir mekanında, çok az bir sayı ile adeta dünyanın tümüne yüreğini ortaya koyarak gerçekleştirilen ve yaşanan bir devrim.
2012 yılının 19 Temmuz’unda Rojavalılar kendi yollarını daha doğrusu devrimlerini alenen ilan etmişlerdi. Bu yıl ise bu devrimlerini güçlü bir şekilde kutlamak isterlerken belki de bu yıl sadece bir devrimi değil, belki de kendi öz yönetimlerini ya da özerk yapılarını ilan edeceklerdi. En azından basından izlediğimiz kadarıyla böyle bir hazırlığın olduğuydu. Ne var ki Rojava devriminin karşıtları adeta bir cephede bir araya gelerek birden Rojava devrimine ve Rojava halkımıza karşı saldırılar başlattılar. Ve bu saldırıların çoğunda kesinlikle zırnık bir ahlaki ölçü görülmemiştir.
Bunlar yetmezmiş gibi sözde kendilerini Kürt ve Kürtlerin temsilcisi bilen yine sözde yurtsever sayan KDP gibi bir parti Kürdistan sınırını kapatarak, bu saldıranlarla aynı cephede yer aldıklarını göstermiş oldu. Özcesi öyle görülüyor ki Rojava’yı teslim almayı hedefleyen bir konsept var. Ve bu konseptin içerisinde çeteler, çeteleri destekleyen batılı devletler, çeşitli Arap devletleri, Türk devleti ve tabii gizli bir şekilde BAAS rejimi ve arkasında duranlarda var, bu komplonun içerisinde. Dediğimiz gibi bu komplonun iç ayakları olarak ise KDP ve Rojava’da olan uzantıları var. Hem de çok etkin ve aktif bir şekilde bu Kürtler yerlerini Rojava devrimine karşı yerlerini alıyorlar.
Şimdi böyle bir durumda yani olağanüstü bir süreçte, ya da var olma yok olma anlarında Kürt gençliği ne yapmalıdır?
Gençliği görevi ya da görevleri böyle tarihi bir an’da nelerdir?
Gençlik tüm dünya Rojava devrimine saldırmışken hangi tutumu takınacaktır?
Gençlik hem de Kürdistan gençliği Rojava böyle kuşatılmaya alınmak istenirken ne yapacaktır?
Bu ve benzer sorulara tam da cevap verme zamanı. Devrimlerin olağandışı yani olağanüstü süreçler olduğunu belirttik. Böyle süreçlerde herkesin yapacaklardan daha fazla şeyler katması gerektiği açıktır. Böyle anlarda bir miting yetmez. Bir protesto hiç yetmez. Bir imza, bir haykırış ya da bir taş alıp fırlatmakta yetmez. Böyle anlar tarihi anlardır. Böyle anlarda tarih bireylere, onurlu bireylere; “yürü ya kulum” der.
Evet, Kürdistan gençliği ve Kürdistan’a komşu yaşayan halkların gençlerine tarihin; “yürü ya kulum” dediği en güçlü anlardan birisini yaşıyoruz. Bunun için gençlik bir adım daha öne gelmelidir. Bir adım daha öne atmalıdır. Yani “bende varım” diyerek yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. Rojava Kürdistan her Kürdistanlı ve enternasyonalist gencin yardımlarını bekliyor.
Bilenler NURİ DERSİMİ’NİN:
“Ben sana, senin namus ve şerefini lekelememek için vatanın yalçın kayaları, müthişuçurumları üzerinden kendilerini halaskar ölümün kucağına atan binlerce gelin ve kızlarımızın feryadını inliyorum...!
Ben sana, senin hala bu gün bile, namert düşmenin kapısında esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle Kürtlerin derin feryadını ağlıyorum...
Onların sana, bir tek kelimede tekâsüf eden, amansız amir ve kahhar bir vasiyeti var:
İNTİKAM!
İntikam!...
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
İntikam!...
Süngülenen yüzbinlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
İntikam!...
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
İntikam!...
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, "yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!" diye haykırarak şehadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için.
İntikam!...
Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlasi için.
İntikam!...”
NURİ DERSİMİ yıllar önce böyle anlarda bir Kürt gencinin yine bu topraklarda yaşayan bir Kürdistanlı gencin ne yapması gerektiğini yazmıştır. Haykırmıştır.
Dikkat edilirse daha dün Halep’in yakında hiç bir şekilde silahlı olmayan sivil insanlarımıza nasıl insafsızca saldırarak katledildiklerini görmüştür. Üstelik birde fetvalar vererek, Kürtlerin katledilmesinin ve de kadınlarına el konulmasının helal olduğunu da ekleyerek bu vahşeti, insanlık dışı uygulamalara başvurmuşlardır.
İşte bu durumda yıllar önce NURİ DERSİMİ’nin dediklerine kulak vererek bir an önce yönümüzü Rojava’ya vermeliyiz. Ya da dağlara… Dağlardan isteyen Rojava’ya akar, ancak şimdiden binlerce Kürdistanlı genç Rojava’ya akarak düşen her Kürdistanlı gencin yerine onun silahını alarak özgürlük bayrağını yükseltebilir.
Evet, tarihi an şimdidir. Kürt halk önderliğinin dediği gibi, “tarih, şimdidir. Şimdi ise tarihtir.” Tarihi rolümüzü oynamak istiyorsak, tarihe yaraşır bir ad yazmanın temsilcisi olmak istiyorsak bir an evvel özgürlük yoluna adım atarak Rojava devriminin bir neferi olmalıyız.
“Tarih bugünümüzde gizli, biz ise tarihin başlangıcından gizliyiz” misali geçmişte Kürtlerin başına getirilenler yeniden yaşanmak istenmiyorsa, istemiyorsak o zaman bir an evvel ya da hemen şimdi Rojava’ya akalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
