Siyasal gelişmelerde hızlanma, mevcut değişimin netleşmeye doğru gitmesi söz konusudur. Diğer yandan Kürdistan üzerinde ağırlaşan etkileri, devrimci hareketin yeniden örgütlenmesi ve eylem hattına bu temelde yüklenme gündemimizdedir.
Uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan son gelişmeler ve değişimlerde kendini en çok ele veren, hatta bir aynası durumuna gelen; Basra Körfezi, iki süper askeri yoğunlaşma ve gerginliktir. Her ne kadar bir yanda Araplar arası iç sorun olarak görülüyorsa da, özellikle Arap milliyetçiliği bu temelde yaklaşmak istiyorsa da, buna güç getiremediği ortadadır. Başta ABD olmak üzere, ortaya çıkan son gelişmelerde kendini en kazanımlı gören güçlerin çıkarları söz konusu olduğunda, eşine rastlanmadık ölçülerde gücünü ortaya çıkarıp bu anlamda uluslararası en önemli bir mesele haline getirme söz konusudur. Uluslararası kuruluşlarda en önemli kararları alabilme, buna öncülük etme ve aynı hızda uygulamaya dönüştürme bir film makinası gibi kendini göstermektedir
Bu gelişmelerle birlikte, özellikle sosyalist ülkelerde reel sosyalizmdeki değişimleri de göz önünde bulundurursak, emperyalizmin nasıl güç sarf ettiğini anlamak, nasıl bir dünyaya yol açtığını ortaya çıkarmak açısından önemli gelişmeler vardır. Bu, şekillenen yenidünyayı ele vermektedir. Gelişmeler, daha düne kadar yerleşmiş bütün politik ölçülerin sistemlere dayalı, sistemlerle bağlantılı birçok küçük devletin ve hatta iç politikaların bile yetmediği, bu anlamda muazzam bir gerginlik kadar yeni politik yaklaşımlar oluşturulmak istendiği, bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmekte ve duyurmaktadır.
A Değişen Dünya Düzeni İçinde Kapitalist Emperyalist Sistem ve Reel Sosyalizmin Son Durumu, Sosyalizm Kavramına Yeni Bakış Açısı. Sovyetler Birliği politikasındaki tıkanmanın, sosyalizme yaklaşımın bir çok yönüyle başarısızlığının net olarak ortaya çıktığı 1980'ler ortasında, yeni politika arayışları, geçtiğimiz yıl çeşitli patlamalarda en zayıf kalelerin yıkıldığı, bir yandan yeniden yapılanma derken, daha da ağırlaşan durumların ortaya çıkması, bundan başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa'nın ve Amerika'nın kendi çıkarlarına yönelik hızlı sonuçlar çıkarmak istemeleri, gelişmelerin derinliğinin kavranmasına fazla imkan bırakmıyor. Sovyetler Birliği'nde bizzat gelişmelere öncülük eden partinin, en azından Gorbaçov yönetiminin niteliği üzerinde çok durulmasına ve yine çok şeyler söylenmesine rağmen, halen bunun kesin bir sonuca vardırıldığını söylemek zordur. Gelişmelerin nerede duracağı kestirilememektedir.
Klasik Sovyet politikacılığındaki emperyalizme karşı ortaya çıkan her harekete destek olma şimdi söz konusu değildir. Tamamen değişik bir politika, daha çok da eski politikadan vazgeçme, yeni politikayı oluşturamama, ya da çok gönülsüz, adına "politika" diyemeyeceğimiz, hatta ABD'nin yaklaşımlarına destek olmaktan öteye gidememe, bir tutum olarak kendini ele vermektedir. Bununla kurtarılmak istenen hiç şüphesiz bazı özel durumlar var. Özellikle ekonomideki tıkanma giderilmek isteniliyor. "Yeniden yapılanma" dedikleri, siyasal demokrasi oturtulmak isteniliyor. Fakat bundaki samimiyet tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Bu durum emperyalist ülkelerin geleneksel politikalarında da bir yandan açgözlüce yaklaşım, diğer yandan "acaba gerçekten böyle midir" endişesiyle birlikte yürümektedir. En önemlisi de, tamamen reel sosyalizmin tıkanıklığına dayalı bir NATO sisteminin mevcut gelişmeler karşısında işleyememesi, anlamını yitirmesi de kendini hissettirmekte ve gittikçe açıklığa kavuşturmaktadır. Özellikle bu anlamda Sovyetler ‘in konumu, sadece kendi politikalarında değil, emperyalizmin temel politikalarında bir açmazı ifade etmektedir.
NATO'nun yeni roller bulma durumu ortaya çıkmaktadır.
"NATO neye karşı olmalıdır, hangi değer yeniden gündemleştirilmelidir" soruları gündemdedir. ABD ve Avrupa'nın yakıcı bir biçimde yaşadığı sorunlar bunlar oluyor. Bu durum bir yandan emperyalizme "acaba eskisi gibi tek başına yönlendirilen bir dünya konumuna ulaşabilir miyiz" sorusunu düşündürmekte ve biraz da umut vermektedir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, bu yönlü bir uluslararası politikaya işlerlik kazandırma hayali, başta çeşitli devletlere tavır aldırmaya götürüyor. Örneğin Türkiye, mevcut gelişmelerden önemli bir güç olarak ortaya çıkacak. Almanya'yı tekrar kendileriyle uyumlu olmaya ikna etme, zorlama, artan bir etkinlikte sürdürülen çabalarındandır. Daha büyük bir anlam kazanan az gelişmiş ülkeler, bu süreçten kendilerini, özellikle Sovyetler Birliği tarafından yalnız bırakılmış olarak hissederken, ağırlaşan sorunlarının patlamalara ulaşabileceğini göstermekte, eskimiş siyasal dengeler bozulmakta, yeni güçlerin kendini duyuracağı, bu anlamda Doğu Batı diye tabir edilen veya ABD Sovyet yumuşamasının buradaki etkilerinin pek gelişemeyeceğini ve hatta çelişkinin bu mevcut uzlaşmaya karşı gelişebileceğini göstermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, dünyadaki gelişmelerin yönü bir yandan ABD Sovyet uzlaşmasıyla ve bunun yol açtığı Doğu ve Batı Avrupa'nın iç içe geçmesiyle, bir anlamda bir Kuzey zenginler topluluğunun doğmasıyla ki, bunlara Kanada ve Japonya da dahil bunların dışında geniş bir yoksul dünya topluluğu da oluşmaktadır. Daha da somutlaştırılırsa, Batı uygarlığıyla çıkarları geniş ölçüde zedelenen dünya halkları ikilemi yaşamaktadır. Ve bu çelişkinin kendini açığa vuracağı eskiye kıyasla daha fazla gözükmektedir. Bu yönlü gelişmeler, doğal sonuçlarına daha henüz varmamış da olsalar, eskiden yaptığımız değerlendirmeleri yaptırmamıza imkan vermeyen gelişmelerin de olduğu açıkça bilinmektedir.
Eskiden değerlendirmelerin temelinde, kapitalizm ve emperyalizm; ona karşı sosyalist sistem, ulusal kurtuluş hareketleri ve Batı ülkelerinin işçi sınıfı hareketi cephesinden bahsedilirdi. Şimdi bu cephe yaklaşımı değişmek durumundadır. Artık bu tip klasik yaklaşımın geçerli olamayacağı vurgulanmalıdır. Ona dayalı düşünce yapısı, politika tespiti ve tutum belirlemeler aşılmalıdır. Bunun temelinde yer alması gereken Sovyetler Birliği bile, artık çoktan modası geçmiş düşünce ve politikalar demekte ve hatta hemen hemen bütün dünyayı şaşırtan ilgilenmeme, bilakis güçlerini özellikle ulusal kurtuluş güçlerinden çekme, onların yıkılışına göz yumma ve hatta gerekirse ABD'yi onaylama çok açıkça görülen bir tutum oluyor. Eskiden var olan işçi sınıfı hareketi, hatta komünist hareketi destekleme tutumu da tamamen değişmiş bulunmaktadır. Artık bu hareketlerin adını bile ağızına almamakta, destek verme şurada kalsın, tasfiye olmalarına bizzat önayak olmaktadır. Böyle olunca, bu temelde bir kutuplaşmayı ileri sürmek "dünya bu temelde değişiyor, herkes bu temelde safını belirlemelidir" tezine sarılmak boşunadır, fazla gerçekçi sonuçlara da götürmez.
Peki yerine konulan yeni değerlendirmelerin temel özellikleri nedir?
Fazla açığa çıkmış yaklaşımlardan burada bahsedemeyiz. Özellikle Sovyetler ‘in deyimlendirdiği gibi, "bundan sonra Frank Sinatra doktrini geçerlidir" diyorlar, yani adı geçen bir şarkıcının söylediği gibi herkes kendi yolunda mı yürümelidir? Bu anlama gelen bir tutumdan bahsediliyorsa da, buna da dar milliyetçiliğe düşen Sovyetler'in durumuna bakılarak belki bir açıklık getirebilir. Ama karmaşık durumları yaşayan, çok çeşitli konumları bulunan ülkelere, halklara, onların siyasal yaklaşımlarına yardımcı olamaz. Bütün bunlar için "acaba taktik midir" diye bir değerlendirmede bulunulabilir mi? Yani gelişmelerin bu yönlü olması, bir taktik midir, yoksa uzun vadeli süreçleri bütünüyle etkileyecek bir stratejik gelişme midir? Bunları da hemen cevaplandırmak zor olmaktadır. Taktik yanı ağır basan gelişmeler demek mümkün olduğu kadar, buna yol açan kültürel gelişmelerin ip uçlarının bol olduğu ve stratejik yönlü olabileceğine dair ipuçlarının da o denli fazla olduğu açıktır. Dolayısıyla yapılması gereken, esasta ne kadar özlü rol oynayacak, süreklilik kazanacak gelişme olduğunu görmek ve buna artan bir ilgiyle yaklaşmak büyük önem kazanmaktadır. Diğer yandan geçicidir de, karakter değiştirebilir de. Buna göre yer vermek, tutum belirlemek, bu konuda en az diğeri kadar doğru yaklaşım ve fazla yanılgıya yer vermeyen tutuma ihtiyaç göstermektedir. Yapılması gereken hiç şüphesiz çoklarının içine düştüğü klasik sol şartlanma ve hatta ulusal kurtuluşçuluk saplantısı içinde bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı olamaz.
Baştan beri sosyalizme ve ulusal kurtuluş uçuğa, reel sosyalizmin ölçüleri dışında yaklaşamayanlar, onun bürokratik aygıtlanmasını çeşitli düzeylerde yaşamaktan ve memuru olmaktan öteye gidemeyenler, bizim çoktan açığa çıkarttığımız ve hiçbir zaman bu tutuma inanmadığımız gibi, bırakalım devrimci gelişmelere yol açmalarını, ciddi bir engel olduklarını çok genç bir Parti olmamıza rağmen biliyorduk. Denilebilinir ki, sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinde kaynağını Sovyetler Birliği'ndieki bürokratik yapılanmada bulan, ordaki sağcı gelişmeleri daha tehlikeli bir biçimde Türkiye somutuna yansıtan ve bu anlamda da sosyalizm adına, sosyalizmi en gerici ve tutucu ideolojik tutum haline getiren, yine buna dayalı olarak ulusal kurtuluşçuluğu Türk Solu nezdinde asla Kemalizm'i aşmayan, onun sol kuyrukçusu olmaktan kurtulamayan bir tutuma geldiği; Kürdistan söz konusu olduğunda da reformist bile diyemeyeceğimiz, son derece pasif ve gerçek bir ulusal kurtuluşçuluğun önündeki en ciddi engel olma tutuma indirgendiği ve reelsosyalizmin yansımasının bu zeminlerde bu tarzda ortaya çıktığını açıkça belirttik. Biz, buna karşı mücadele ediyorduk. Bizi bugünkü duruma getiren de bu mücadeledir ve bizim için çok önemlidir.
Mevcut tüm sosyalist grupların tasfiyesi edilmesi Türkiye'de ilkesel bir yaklaşımla bağlantılıdır. Bu, 1920'lerde Türkiye'de, özellikle de dünya çapında kendini ele veren ilkedir. Sosyalizmin deformasyonunun daha sonra bir çok ülkede görüleceği, sağ tasfiyeyi yaşaması, Kürt hareketi söz konusu olduğunda da Kemalizm'den daha saldırgan olması, yine Türkiye'de demokrasi söz konusu olduğunda da buna en ufak bir katkısının olmayışı ve bu anlamda da Kemalist devletin ideolojik örtüsü olmaktan öteye işlev görmemesi büyük anlam taşır. Bu mahalli bir gelişme değildir. Daha sonraki Sovyet politikalarının gelişimini anlamak ve onun ulusal kurtuluş sürecindeki ülkelere nasıl yansıdığını görmek açısından, bu Türk örneği hayli ibret vericidir. Etkili olan da bu Türk örneğindeki gelişmedir.
Denilebilir ki 1920'lerdeki Türk örneği, günümüzde çok ilginçtir ve aslında anlaşılırdır. Evren, Özal faşizminin bile, Sovyetler ‘de yansıma bulması söz konusudur. Sovyetler ‘in Evren'le çok ilgilendiği, onun için diploman ter bir film hazırladıklarını öğreniyoruz. Burjuva basının da ilgi çekici bir lider olduğu, 1920'lerdeki Atatürk'ü hatırlattığı ve ülkesinde çok sevildiği, aynı biçimde Atatürk dönemi ile kıyaslanacak ölçülerde ve hatta mevcut son siyasal gelişmelerden en çok yarar gören ilişkilerin Türk. Sovyet ilişkileri olduğu, eşi görülmemiş bir ekonomik ilişkinin ardından iyi komşuluk ilişkilerinin ancak 1925'lerdeki durumla kıyaslanabilin ir bir dostluğa doğru yol aldığını izleyebilmekteyiz. Öyle ki, Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi, Türkler'le çok samimi görüşmeler yapmakta, Karadeniz'de bir ortak pazar kurma girişimlerinde bulunmaktadır. Yine Sovyet Türkler'ine karşı benzer yaklaşımlar içerisinde olma ve birbirlerinden oldukça memnun olduklarını söyleyebilecek kadar sözüm ona yeniliklerden bahsetmektedirler. Bütün bunlar taktik olabilir, bunun yanında mevcut siyasal gelişmelerin yönlerini de kestirmeye bu örnekte ipucu bulunmaktadır. Nereye gidilebileceği sorusuna cevabı bu ipuçlarından çıkarmak mümkün olabilir. Mühim olan burada eskiden yaptığımız klasik değerlendirmeleri yapamayacağımızdır. "Sosyalizme dayalı ulusal kurtuluş hareketinin ittifakları" belirlemeleri de, gerçek dışı bir anlama büründüğü kadar tehlikelidir. Böylesine değerlendirmelere yönelmek, kendini kandırmak kadar aleyhine işleyebilecek ve çoktan tutum alınması gereken bir tavıra kendini mahkûm etmek, dolayısıyla tehlikeli bir gelişmeye kendisini itmek demek oluyor.
Biz bunun biraz daha anlaşılır kılınması için, 1920'lerde nasıl bir hastalık olduğunu gösterdik. Kemalizm, 1920'lerin başında çok sınırlı olarak bir taktik ittifak konusu olabilirdi. Daha Cumhuriyet'in kuruluşuna varmadan, bununla sınırlı bir taktik uzlaşma olabilirdi. Lenin'in yaklaşımının bu olduğunu, bu konuda hem bilinçli olduğu, hem de ilişkiye bu temelde geçtiğini söyledik. 1925'lerdeki ittifakın bazı haklı yönleri olsa bile, daha sonra uzatılması ve hatta benzer ittifakın neredeyse dünyanın her tarafında sınır tanımaksızın, "faşizm midir, ilerici midir" demeksizin geliştirilmesi ki, buna Hitler'le yapılan ittifak da dahildir ve tümüyle dış politakayı buna dayandırmasının, bir anlamda devrimci politika yerine, "Sovyetler'e ne kadar yarıyor, ne kadar ayakta tutabilir" tutumuna hızla yönelmesinin, günümüze doğru reelsosyalizmin bu duruma düşmesinin en önemli bir nedeni olarak gösterdik. Baştaki tespitimiz günümüzde oldukça doğurlanmışa benzemektedir. Stalin'in bugünkü mahkûmiyeti bile daha çok da bu noktadan yola çıkılarak sağlanabilmektedir. Ortaya çıkardığı DoğuAvrupa ve Sovyetler Birliği, kendini burada açığa vurabilmektedir. Gerçek bir sosyalist enternasyonalin uygulanmadığını, bunun devletçi ve milliyetçi bir politika olduğunu, bunun da ürününün, mevcut sosyalizmin olumlu yanlarının bile tasfiyesinden kaçınamayacakları bir noktaya gelindiğini göstererek anlamaktayız. Lenin'de göstermesi gerekenin bir taktik olduğu, ama daha sonraki gelişmelerin, bu taktiği bir stratejik ilkeye dönüştürdüğü, bunun en son gelişmesini Gorbaçov örneğinde tümüyle bir teslimiyet politikasına dönüştürerek sergilendiğini görerek anlam verebilmekteyiz.
Uygulanan, bu anlamda sosyalizm veya enternasyonalizm değil, devlet çıkarıdır. Bu da tekelci devlet çıkarıdır. Uygulanan tekelci devlet kapitalizmi, onun dış politikası da Sovyet milliyetçiliği olmaktadır. Bu günümüzde Yeltsinler ‘de uç noktaya varmıştır. Fakat kaynağını kesinlikle bu tarihsel gelişmelerde bulduğu da çok açıktır. Bu tutum bugün Lenin'e saldıracak kadar ilerliyorsa, nedeninin milliyetçilik olduğunu, bunu sosyalizm sananlara ne kadar inanmak istemeseler de kulakları tırmalaya tırmalaya, o eski düşmüş beyinlerine vura vura anlatmak istemektedir. Çin örneği bile, bu dönemlerde bu politikayla uyuşmuyordu. Mao, 1925'lerden sonra hemen tutum aldı ve bu tutum doğruydu. Mao, aynı tutumu 1960'larda da aldı, bu tutum da doğruydu. Mao'da yaşanan saplantılar, Sovyet saplantılarının bir örneğiydi. Bu ortaya çıktı.
Bütün bunlara rağmen, sosyalist kazanımların tümü yıkıldı mı?
Hayır! Dolayısıyla tahlillerimizde "sosyalizm" kelimesi geçmeyecek mi? Tabii ki geçecektir. Günümüz içinde yapılan değerlendirmelerde, sosyalizm, önemli bir güç ve kuvvet dengesi olarak yer alabilmelidir. Ama nasıl bir sosyalizm? Yaşayan sosyalizm nedir, ne değildir? Hiç şüphesiz buna doğru yaklaşım büyük önem taşır. Adına reelsosyalizm dediğimiz ve hatta sosyalist sistem dediğimizin, gerçekten geliştirmek durumunda olduğumuz türden olmadığını bilerek, biraz da Batı sosyalizm türleri olduğunu belirleyerek geçmişte yaptığımız gibi değerlendireceğiz.
Ayrıca "sosyalizmin toprak parçası, yani I. Dünya Savaşı'nda altıda bir, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da üçte bire yükseldi" şeklindeki yaklaşım çok tehlikelidir. Dünyayı böyle parçalara ayırma temelindeki bir gelişme son derece şematiktir. Bugün çok daha yanlı ortaya çıkıyor ki, sosyalizmi dünya çapında böyle görmek yerine, bireye indirgemek, bireyin ne kadar sosyalistleştiğine bakmak ve bunu da sayılarla ifade etmek değil de, daha çok ahlaki anlamda, bireyin sosyalizmi yaşayıp yaşamaması konusunda değerlendirmek gerekecektir. Sosyalizmin de daha çok bir ahlaki değer taşıması gerektiğini, bu anlamda bir moral değer, bir dünya bakış açısı, tümüyle kapitalist değer yargılarından farklı gelişmesi gerektiği ayırımını yapacaksak; kapitalizmin yarattığı tipten farklı olması gerektiği açık olur. "Kapitalizme ekonomik bakımdan ne kadar ulaştık? Dünyanın kaçta kaçını etkileyebilecek güç dengesine ulaştık?" gibi tartışmaların sosyalist tartışma olmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıçta bize de fazla inandırıcı gelmiyordu. Biz genel tabirleri söylüyorduk. "Dünyanın bu kadarında sosyalizm var, bu kadarını etkiliyor, kapitalist ekonomi ile bu kadar yarışıyor, hatta dengeyi bozuyor ve yöntemleriyle aşmıştır" diyorduk. Artık iyi anlamalıyız ki, bu tip yaklaşımların sosyalist tartışmaya herhangi bir katkısı olamayacağı gibi, gerçeğinin anlaşılmasına da fazla hizmet etmeyecektir.
Yeni sosyalist tartışmaların özü, kapitalizmin hangi ölçülerinden farklıdır? Kapitalizmin uygarlığını aşacak sosyalist ilişkiler sistematiği, adım adım nasıl geliştirilmek isteniliyor? Bugün kapitalizmin harap ettiği bir dünya ve bunu tasfiyeye kadar indirgemesi vardır. Eğer sosyalizmden bahsedeceksek, ki bizim sosyalizme katkımız budur "kapitalizmin tarihi, bireyi ve dünyayı, yine toplum ve hatta devletini nasıl ele alacağız" sorularına cevap verebilirsek ve özellikle bireyden başlayıp giderek çevre sorunlarına kadar götürebilen bir yaklaşımın sahibi olursak, sosyalizm kavramına da bir yenilik getirebiliriz. Hatta salt sınıf temeline, "işçi sınıfı, proleter sınıf" deyip tahliller geliştirmek de fazla gerçekçi değil. Çünkü bu kavramlar, 19. yüzyılın kavramlarıdır. Yine sınıflar vardır, fakat özellikle Türkiye'de sınıf diye tabir edilen, ayağa düşmüş, nefes alamaz halde, en zor işlerde çalışabilen ve bir anlamda da ekonomik düzeye indirgenmişliği ele vermektedir. Türkiye insanı bu biçimde değerlendirmeye konu edilemeyecek kadar kapsamlıdır ve çok farklıdır. Dünyada da bu böyledir.
Rêber APO
- Ayrıntılar

- Ayrıntılar
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş köleci yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç Evren’in olduğunu biliyoruz. Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim peygamberin derin tanrıcı şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir) uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendiliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu risk ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşa-dığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücünün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır. Simülasyo’nun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlarda-yım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi “PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz” derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekânik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistikmodernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılar da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir heğomonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemonya karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’, art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enelhaktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistikmoderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin” sözü hala hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul, emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarsalayıcı, yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılığı o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama şunu iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın eritme değirmeninde sayısız halk kültürü yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, AhimeydiNecat da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestraysan stilinde icra etmedikçe, ya ‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’aAğıt ’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, 1976’da ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil, kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine kendimi iktidar zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarında ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos ’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve heğomonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilicilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek mutçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizminerişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumum olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı-deli yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine, anlam yükleme ve çıkış sağlamada ideali kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dâhilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
Önder APO
- Ayrıntılar
Devrim bir anlamıyla insanın kendini edebe çekme hareketidir. Esasta insan devrimi kendine karşı yapar. İçten ya da dıştan dayatma ile olsun bir bozulma, bir çürüme hali yaşanmaktadır. Giderek yaşanan daha fazla çirkinleşme daha fazla köleliktir. Öz ve biçim doğal halini yitirmektedir. Anlam yitimi derindir. Üretim, yaratım, canlanmanın önüne geçmiştir, tüketim, ölüm ve donuklaşma başat olmuştur.
İlkeler, insanı var eden ilkeler can çekişmektedir. Değerler, en yüce en kutsal değerler ayağa düşmüştür. Kötülükler kol gezmektedir. Yalan, hile, gasp, inkar, tecavüz meşruiyet statüsünü işgal etmiştir. Ne edep, ne adap kalmıştır. Her şey yaşamın kendisi tanınmaz haldedir. Büyük bir utanmazlık hali almış başını gitmiş, vicdan can çekişmektedir.
İnsan, toplum var olma yok olmanın yol kavşağındadır. İşte böylesi anların kurtuluş kimliğidir devrim. Bir utanma, bir silkinme, bir ayağa kalkış, bir diriliş gerçekleşmesidir. Bu da öncelikle kişinin kendisinde hayat bulur, ete- kemiğe bürünür. Terbiyesi, ahlakı, vicdanı bozulmaya yüz tutmuş insanın yeniden kendine gelme, özüne, sözüne dönme kendini özgür kılma kalkışmasıdır. Bu da başlı başına büyük bir vicdan hareketinin adı olmayı, sadece adı da değil onun sözü ve eylem gücüne kavuşmayı ifade eder.
Gerçekte birçoğumuz neden gerçek devrimciler olamıyoruz. Neden duruşu, sözü ve eylemi ile bunun gerçekleşme düzeyini yakalayamıyoruz. Bunca yıla- yıllara, bunca zorluğa ve de bunca şansa, imkâna rağmen neden sözümüzün ayağa düşürücüsü oluyoruz?
Gerçektende düşmüş, düşürülmüş kölelik zincirleriyle sıkı sıkıya bağlanmış, kendi kimliğinden, özgür gelişme ve yaşamın koşullarından uzaklaştırılmış bir halkın, bir toplumun içinde sağlıklı, kâmil insan bulmak çok zordur, neredeyse imkânsız gibidir. Böylesi pek az çıkar. Çıkarsa da on yıllarda, yüz yıllarda bir veya birkaç tanesi ya çıkar ya çıkmaz. Ve tarihin de böyle kime önderlik, öncülük, kurtarıcılık, kahramanlık rolünü oynattırmak ister. Ezici çoğunluk ise yarım yamalaktır. Yara bere hastalık içindedir. İşte önder ve öncüler ayağa kalkıp yürüyüşe geçtiklerinde böylesi bir çoğunlukla yolculuk yapmak zorundadırlar.
Ve bu çoğunluğun içinde militanlar savaşçılar yetiştirilmek zorundadır. Bütün zayıflık ve hastalıklarına rağmen deyim yerindeyse “zorbela biraz kalburüstüne çıkabilenler” dışında da aday yoktur, başkaca. Yani biz hele hele yaşadığımız devirde mumla da arasak sağlıklı ki bu vicdani ahlaki düzeyin yanında fizikten tutalım, yetenek ve yetkinliğe kadar istediğimiz kişileri bulamayız. Çünkü devrim bu halk düşmüşlüğe karşı bir çıkış olarak gelişiyor.
Tabi ki bu kaderine razı olma boyun eğme kabul etme anlamına gelmiyor. Tam tesrie gerçekçi bir analizle doğru bir değerlendirme yapmak anlamına geliyor. Mademki bir devrimi bunun için başlattık, o halde devrim saflarına gelen bizler, hızla kendimizi aşarak yeterli hale getirmeliyiz. Sadece kendimizi değil yoldaşımızı, yoldaşlarımızı ve halkımızın her ferdini var olan ve zorla dayatılan aşağılık köle statüsünden çıkarmak gerekiyor. Nefes alış verişlerimize kadar, her şeyimizi buna kilitlemeli bunun başarısına koşullanmalıyız. Kendine sevdalı, bin bir dereden su getiren, gerekçeci, sorumsuz, yüzeysel, mücadelesiz, utançsız, tutkusuz ve azimsiz bunu başarmak elbette mümkün değildir.
Kendisi mükemmel olmadığı halde kimseyi beğenmeyen, hep mükemmeli isteyen, köleliğin tüm biçimleri ile ‘barışık’ yaşayan kabul- ret ölçülerinden kopuk, kendine büyüklüğü, yüceliği, özgürlüğü, büyük hitap ve yüksek edebi yakıştırmayan bir kişilik, ne halkla devrimden- devrimcilikten, özgürlük ve kurtuluştan bahsedebilir ki!
Sonuç itibariyle kişi kendi özgür gerçekleşmesini başarmadıkça, hiçbir kazmaya sap da olamaz. Kendini en yetkin adaba kavuşturma, edepli kılma olmazsa olmaz kabilindedir. Kendisinde yenik, kendisinde başarısız bir bireyin başka kişiliklerde veya toplumda zaferi ve başarıyı yakalaması mümkün değildir. Kendisiyle mücadelesinde sürekli başarılı ve zaferli bir düzey yakalayabilenler ise adeta sel gibi coşarak dağlardan vadilere, ovalara sel gibi akar ve tüm gerekli topraklara hayat taşımayı başarılar. Bundan daha görkemli ve bundan daha heyecanlı bir başka yürüyüş de yoktur. Bizden istenen ve bize layık olan ve bir türlü hakkını vermediğimiz yarı da, yolda belki de yerde bıraktığımız görev de budur. Bunun kabullenmek devrimci ruhu, vicdani katletmektir. İnsan insanlığı katletmektir. Bütün kötülüklerin ve günahların ortağı olmaktır. Bu hale düşene nerede vicdan demeye de gerek yoktur, artık.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
Bunları söylemeden önce mutlaka uzun huzurlu, susmuştun. Yüzyıllarca süren bir sessizliğin anlamını çözmek ister gibi, susmuştun. Bu sözlerinin altında, yine onlara ilişkin başka bir sessizlik vardı ki bize uzaktır. Yüzyıllardır ulaşmaya çalıştığımız bir derinlikten ilk kez, işte böylece, topraklarımıza benzeyen bazı sesleri şimdi sende duyabildik. Yine de, anlamakta güçlük çekiyorduk; gül renkli bir gözkapağı olup açılan sözlerinin altındaki sessizliğin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştık.
Sessizlik, büyük ayrılıkların, büyük uzaklıkların diliydi. Bunları söylemeden önceki sessizliğinin altında hangi bilgelik, anlaşılmamış derinlik gizliydi? Evet, senin sessizliğinde ölüme benzeyen bir yan varsa eğer, mutlaka öldürmeye benzeyen bir yan da vardı. Yaşamdan sözederken ki, güzelliğinin altında, anlamakta güçlük çektiğimiz başka bir şey vardı.
Sana işte, büyük sessizliği hak etmiş bir güzellik olan sana; rüzgâra karışmış olan, toprağa ve bu suretle canımıza karışmış olan sana, bir öykü anlattık.
"Sebil", kimin öyküsüydü? Tam hatırlayamıyorduk. Bir Grek MİT’i miydi? Ne olursa olsun, Bill’in öyküsünde sana ilişkin bir yan vardı.
İşte:
Çok güzel bir kızdı Sybill. Yalnızca güzellikler için yetenekli gözlere sahip insanlar değil, aynı zamanda tanrılar da Sybill'in müthiş güzelliğine hayran kaldılar. Ve hem güzelliği görmeye vergili gözlere sahip insanlar, hem de tanrılar, böylesine bir güzelliği ödüllendirmek amacıyla, Sybill'e ölümsüzlük bağışladılar. Ve onu sonsuza kadar hiç yaşlanmadan yaşayacağı bir cam fanusun içine yerleştirerek, güzellikler için yetenekli gözlere sahip olanların görebileceği bir yere koydular. Yüzyıllarca herkes gelip bu güzelliği büyülenerek, büyük bir hayranlıkla seyretti. Ancak bir gün, güzellik için duyarlı yüreğe sahip olanlardan biri, Sybill'in neler hissettiğini anlamak isteğiyle, fanusun kapağını açtı. Ve ona sordu: "Sybill", dedi, "bir isteğin var mı?"
"Tek bir isteğim var", dedi Sybill. "Ölmek istiyorum."
Bir güzelliğe ölümsüzlük bağışlanabilir mi? Yoksa güzelliğin büyüsü onun ölümlü olmasında mıdır? Ve ya; bir güzelliğin kendisini ölümsüz kılması ne demektir? Bir güzelliğin hangi koşullar altında tek isteği ölüm olabilir?
Bütün sözlerimizin altında gerçekte var olan büyük sessizliğin anlamı nedir? Bizler, özgürlüğümüzün ifade biçimleri olarak başka hangi simgeleri edinebiliriz? Varolma savaşının bu kadar çapraşık biçimlerinde, ölümün yaşamla örtüştüğü, içiçe geçtiği dünyamızda, kendi öz davranışlarımızı tam olarak anlayabilir miyiz?
"Yaşam iddiam çok büyük. Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum."
Yine bir Kürt öyküsünden duymuş olmamız gerekiyordu. Gözlerine vurulan aşığına, gözlerini çıkararak ak fincanlarda sunan o masal kızının davranışı geliyordu aklımıza. İşte sen de, bir bakış gibi sundun kendini; kendini bir aşka açtın. O zaman hatırladık ki, Ruben Galuci'nin kurşuna dizilmeden önce söylediği sözlerin altındaki sessizliği açtın.
"Öldüğümü duyduğunda adımı söyleme
Söyleme adımın on bir harfini
Gözlerimden uyku akıyor
Sevdim
Ve hakkettim sessizliği..."
Söz bir örtüydü ve onun altındaki belirsizlikte, senin eylemin duruyordu. Kavuşma şarkılarına mezar olmuş göğüslerimiz, işte senin ateşten cevabınla açıldı. Ateşten bir göğüs olarak açıldın; göğsünde "muhayyel Kürdistanda, yani hepimizin düşüne bir kapı açtın. Hepimiz, ülkenin bu ateşten kapısına yüzümüzü ve yürüyüşümüzü dönerek, göğsünün alev kanatları arasından gireceğiz. Artık kavuşma günlerinden söz edebiliriz; artık konuşmadan da, örttükleri uzun sessizliğin etkisiyle sabah sisleri gibi uçup giden sözleri kullanmadan da, yüzyıllardır sağırlaşmış yüreklerin, bizi duyup anlamalarını sağlayabiliriz. Taş kesilmiş dillerin toprağa ve gökyüzüne benzeyen bazı yeni, güzel, bize dair, ak elmastan sözler söylemesini sağlayabiliriz.
Bizi işte, büyük sessizlik içinden yeniden doğurdun.
Dersim'de yangınlar arayışındaki o rüzgâra karıştığı için, adını söylemeksizin de, seni anabiliriz. Evet, sağırlaşmış yüreklerimiz duydu şimdi; evet; ülkemizin dağlarında, vadilerinde, savurmak için yangından saçlar arayan o rüzgar senin sesindir ki ona karışıp dağıldın; bu topraklar senin gözlerindir ki bire bin veren bereketli buğday taneleri olup karıştın. Değil mi ki bizi yeniden doğurdun artık, hepimiz şimdi büyük kavuşmadan söz edebiliriz.
1996
Rêber APO
- Ayrıntılar
TC sisteminde çeteleşme, PKK’ye yansımaları ve çıkarılması gereken dersler. Türkiye Cumhuriyeti gerek kuruluşunda ve gerekse günümüzde yaşadığı önemli çözülüş sürecinde, çeteleşme biçiminde kuruluşlara gitmekte ve içindeki engelleri olduğu kadar karşısındaki hedeflerini de düşürmekte bu yöntemi oldukça kullanmakta ve bunda da epey ustalaştığı görülmektedir.
M. Kemal hareketinin kendisi dönemin bir Osmanlı nizamında bir çete hareketi olarak ortaya çıkar ve bu o zaman açıkça da söylenir. İttihat Terakkicilik tamamen yine bir çete sistemi altında çalışır. Hele oluşturduğu o Teşkilat-ı Mahsusa (yani o dönemin MİT’i), dünyada örneği az görülen ve hatta belki de ilk örneği sayılabilecek bir devletin içinde, ama gizli bir çete olarak kendisini örgütlendirir. Özellikle İmparatorluğu dağılış sürecinde ayakta tutmanın temel yöntemi, Teşkilatı Mahsusa’nın çeteleşme tarzıdır. İmparatorluğun kurtulamayacağı anlaşılınca, aynı çeteler Anadolu’ya yayılırlar. Kuvai Milliye adı altındaki teşkilatlanmalarda oldukça etkilidirler. M. Kemal başlangıçta bunları oldukça kullanır. Örneğin Çerkez Ethem’in de hareketi, son tahlilde Teşkilat-i Mahsusa’nın bir üyesi olması itibariyla, çetedir. Ama eğilimi padişah yanlısı isyancılardan değil, özellikle Bolşevik etkilenmeden ötürü Anadolu ihtilalinin yönündedir. Ve buna benzer efeler hareketi de tipik bir çete hareketi olarak anlaşılır. Zaten ismi de o zaman odur.
M. Kemal başlangıçta bunlara dayanır. Hatta daha sonra da İnönü ile birlikte Batı Cephe Komutanlığı’nı oluştururken öncelikle bunları tasfiye etme gereği duyar, "Düzenli ordulaşmayı bozuyorlar, önünde ciddi bir engeldir" diye. Sahte birinci, ikinci İnönü Zaferi edebiyatı yapılır ve işte nizama gelmeyen Çerkez Ethem tasfiye edilir. Daha sonra Ankara’da -ki biz hepsini olumsuz anlamda söylemiyoruz- mevcut M. Kemal çizgisine yatmayan birçok çevre vardır, onlar da benzer yöntemlerle tasfiye edilir, ta 1925, 1926 Lara kadar. Cumhuriyet'in bilinen nizamı bu yıllarda artık kök salmaya başlar. Meclis içinde bile Topal Osman ve benzerleri cinayet işlerler, ama M. Kemal'in bizzat kendisi işlerini hallettikten sonra bunların da defterini kapatır. Önce kullanır, sonra kapatır, hatta cezalandırır.
Cumhuriyet'in daha sonraki sürecinde, özellikle dünya çapında komünist hareketin, sosyalist sistemin ortaya çıkması ve NATO’nun kuruluşuyla birlikte Türkiye’nin de NATO’ya girişi sürecinde ‘Gladio’ adı altında dünya çapında bir çete olayı ortaya çıkar. Gladio’nun özelliği şu; NATO bünyesindeki ülkelerde gerek komünist hareketlerine, gerekse ulusal grupların eylemlerine gizli, kanun dışı yöntemlerle saldırı aygıtıdır. Özellikle ABD’nin bizzat eğitip finanse etmesiyle oluşturulan bu aygıt, yani çete tipi bu örgütlenme kasıp kavurur. Denile bilinir ki, tüm ulusal kurtuluş hareketlerine ve komünist örgütlenmelere karşı, 1952’lerden itibaren oluşturulan bu örgüt büyük bir savaş yürütür. Ve yine ayni tarihten itibaren bu örgütlenmenin içine Türkiye de girer. İlk subayı Türkeş’tir. Anılarında da yazar; Ankara’dan ilk çağrılan, Amerika’da eğitime gönderilen Alparslan Türkeş’tir. Orada gördüğü eğitim, kontrgerilla eğitimidir. Daha sonra Türkiye ’ye geldiğinde Elazığ bölgesinde bu görevini sürdürür. 'Toplumsal ilişkiler bölümü' adı altında, ordu içinde ve toplumla bağlantılı ilk nüvelerini eker. HalaElazığ’ın faşizmin beşiği olması Türkeş’in bu ilk görevlendirmeleriyle bağlantılı.
Burada mühim olan ordu içinde bir subayın, NATO’nun gladio taktiklerine uygun olarak bir yeni örgütlenmeyi sivillere dayalı olarak geliştirmesidir. Devletin bütün kurumlarında olduğu kadar toplumun sivil kurumlarında da, bu çete veya bu Özel Harp Dairesi'nin birimleri ortaya çıkar. MHP’nin temelleri böyle atılır. Şimdiki çete başı diye tabir edilen Mehmet Ağar da oradandır ve o dönemin örgütlenmesi içindedir. Bilindiği üzere bu çeteleşmeye dayalı olarak Türkeş 1960 darbesinin en önde gelen albayıdır. Hatta Başbakan olarak ilk başlarda görev görür; çok etkilidir ve toptan ele geçirmeye çalıştığında, özellikle CHP-İnönü faktörü başta olmak üzere klasik devlet yanlısı kesimlerle -bunlar tabii burjuvazinin çok önemli bir kesimi, resmi nizami devletin de sahibidirler- karşı karşıya gelir. İktidarı ABD’ye dayalı böyle bir Türkeş hareketinin, Gladio’nun ele geçirmesi demek, onların bütün imkânlarını elinden alması demektir, ikinci düzeye düşürmesi demektir. Bütün onlara dayalı sermayenin, hatta devlet kapitalizminin darbe yemesi demektir. Dolayısıyla İnönü ve ona dayalı Gürsel, daha çok da Madanoğlu... Ekibi bunu sürgün ettirir. ABD’ye dayalı bu Özel Harp ekibine karşı, İnönü gibi oldukça Cumhuriyet'in kuruluşunda büyük yeri olan ve resmi devletin sahibi olan, hem parti başkanı, hem de sermayenin, adeta devlet kapitalizminin bu en güçlü temsilcisi daha hakim çıkar. Talat Aydemir gibi, yine Türkeş’le ilişki içerisinde olan bazılarının darbelerini de bastırır ve bildiğimiz gibi 27 mayıs darbesinin yönlendiricisi ve özellikle daha o dönemde dayatalan bu tarz bir darbenin önlenmesini sağlayarak bildiğimiz ‘65 sonrası bir süreci de geliştirirler.
Bu sürecin tipik özelliği bilindiği üzere, Amerika’ya dayalı o Özel Harp Dairesi'nin etkinliğinin artması, sivil kanatlarının oluşturulması, MHP gibi, komünizmle mücadele dernekleri, Ülkü Ocakları gibi, hatta kısmen İslam içinde de Türk İslam sendeciliği gibi değişik eğilimlerin örgütlendirilmesidir. Solda da tabii bir açılım olur, Sovyetlere bağlı TKP’lerden tutalım bağımsız devrimci sol gruplara kadar büyük bir açılım baş gösterir. Ve dönem, tipik devlete dayalı çeteleşmelerle sol grupların çatışmasına sahne olur. Bir kez da-ha 12 Mart darbesi ortaya çıkar. Bu darbenin içinde Özel Harp Dairesi biraz daha etkilidir 27 Mayıs'a nazaran. Fakat hala İnönü hayattadır ve CHP bu darbeyi de giderek yönlendirmeye çalışır. Özellikle Ecevit hareketiyle birlikte, biraz daha solu önlemek için sola açılarak, Memduh Tağmaç gibi bir ustalaşmayı geriletirler. Burada yine Türkeş’e yakınlığı ve Özel Harp Dairesi'nin etkilemelerine açık olan bu kesim, tabii ki gücünü geliştirir, korur, ama tam istediği hâkimiyeti elde edemez. Çünkü güçler dengesinde durum henüz buna hazır değildir. CHP olsun, merkez partiler olsun (bu Adalet Partisi de başta olmak üzere), yine çok daha etkili sol gruplar olsun, böyle bir darbe yapmaya fırsat vermezler. Koşullar o kadar olgunlaşmış da değildir. Burada çok önemli olan, MHP’ye dayalı çeteleşmelerin devlete dayanarak muazzam açılım sağ-lamaları, neredeyse devleti önemli noktalarda ele geçirecek düzeye gelmeleri söz konusudur. Türkeş başbakan yardımcı-lığına kadar gelir. Milliyetçi CHP’ye adı altında kuruluş, özellikle ‘77’den itibaren çok etkili olur.
6 Aralık 1997
Rêber APO
- Ayrıntılar