Basına ve Kamuoyuna!
1. 21 Ocak günü saat 16.30 - 17.00 arasında Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde bulunan Bezelê karakoluna bağlı Sivri tepesi karakolu, Medya Savunma alanlarımızdan Avaşin alanı sınır hattında bulunan Tepê Sor alanını, yine aynı saatlerde Yüksekova ilçesine bağlı Oremar karakolu; Şehit Faraşin tepesi ve Dola Bîra alanını obüs, havan ve tanklarla bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şırnak'ın Cizre-Silopi ilçelerinde uygulanan vahşi saldırılara ve Van da komplo sonucu alçakça katledilen 12 yoldaşımız anısına Gerillalarımız tarafından kapsamlı bir eylem düzenlenmiştir. Bu kapsamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk devleti asker, polis ve her türden çete yapılanması ile bugün Kürdistan’da insanlık dışı bir savaş yürütmektedir. Sur, Silopi ve Cizre de sürdürülen bu katliam saldırılarına karşı Gerilla güçlerimiz Amed'in Kocaköy ilçesinde kapsamlı bir intikam eylemi düzenlemiştir. Bu kapsamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
12 Ocak günü akşam saatlerinde bir göreve gitmiş bulunan iki Gerillamız Mardin’in Qoser ilçesinde TC ordusu ile girdiği çatışmada şehit düşürülmüşlerdir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerilla güçlerimizin geliştirdiği Çınar eylemi ardından hava saldırılarına çaresizce yönelen Erdoğan ve ordusu 16 Ocak gecesi Medya savunma alanlarımıza kapsamlı hava saldırısı gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk devletinin entrika ve hilelerle namert bir biçimde Van’da 12 yoldaşımızı ilaçla zehirleyerek hunharca katletmesinin karşılığı olarak 13 Ocak günü saat 23.30 sularında güçlerimiz tarafından Çınar Emniyet Müdürlüğü’ne dönük kapsamlı bir eylem düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk ordusunun artan saldırılarına karşı Gerilla güçlerimiz Karataş Karakoluna yönelik bir eylem düzenlemiştir;
- Ayrıntılar
İnsanlık tarihinde her zaman halklara karşı geliştirilen mezalimlere karşı, dünyanın bir yerinde kalkıp bu mezalime karşı duran yürek dolu insanlar olmuştur.
Bu yürek dolu insanlardan bir tanesi hiç tartışmasız bir şekilde Che Guevara’ydı. Che gibi insanlar, insanlığın vicdanı olmasını kendi pratikleriyle göstermişlerdir. Dünyanın her hangi bir yerinde yaşanan bir haksızlığa karşı sessiz durma, yerinde oturma, bir şeyler yapmama gibi bir yaşam duruşunu Che asla benimsemediği gibi, böyle olanları hem eleştirmiş hem de karşı durmuştur. Bu durumun tam tersine çocuklarına bıraktığı son mektubunda bile niçin sessiz kalamayacağını, çocuklarının neden sessiz kalmaması gerektiğini de son sözlerinde ifadeye kavuşturuyor. “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek, çocuklarını insanlığa karşı duyarlı olmalarını, duyarlı yaşamalarını salık vermiştir.
Che’nin Vietnam için söyledikleri sözler ise daha çarpıcıdır: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz” diyerek, Vietnam’da yaşananları kendi kaderi görmeyen, yapılanları kendisine yapıldığını düşünmeden yaşayan tüm insanlığı eleştirmiştir.
Şimdi hemen yanı başımızda Kürdistan'da Kürt Halkı kendi kaderini kendisi tayin etmek için sokaklara barikat örerek dökülmüşken, Erdoğan Faşizmi ise tüm gerici DAİŞ kültürlü yapılarla en öldürücü silahlarla Kürt halkına saldırmışken, insani duyguları olanlar yerinde durmaları ne kadar doğru ve yerindedir? Ya da hangi vicdan bu kadar saldırılar karşısında sessiz kalabilir, evinde ya da köşesinde oturabilir?
Ya da bugün Kürdistan'da Kürt halkının yanında yer alınmayacak, ne zaman alınacaktır? Faşizme karşı bugün durulmayacak, ne zaman durulacaktır? Enternasyonalist görevler bugün yerine getirilmeyecek, ne zaman yerine getirilecektir?
Evet, Che’nin dile getirdiği gibi: “Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır” sözlerine, sadece sözlerle mi destek sunulacaktır? Bir iki açıklamayla mı yetinilecektir? Bir iki gösteriyle mi dayanışmamızı sunmuş olacağız?
Elbette ki bu durumlara vereceğimiz cevaplar hayırdır. Bunlar yetmez. Yetmediğini günlük olarak görüyoruz. Tüm tank ve toplarıyla Kürdistan şehirlerini yakıp-yıkarken, cenazelerini gömmeye bile izin vermezken, sivilleri günlük olarak katlederken, sıradan eylemliliklerle bu faşizme karşı durmak mümkün mü? Mümkün olmadığını herkes, hepimiz görüyoruz.
O zaman yapılması gerekli başka görevler vardır. Hele hele kendine devrimciyim diyen, bu iddiada olan, faşizme karşı bir şeyler yapmak isteyenlerin cümle cemaat Kürdistan’a akarak faşizme karşı devrimci görevlerini yapmaları gerekmez mi? Doğru enternasyonal duruş bu değil midir?
Evet, sözü uzatmadan ifade edelim ki, gün Kürdistan’a yüzünü dönüp Kürt halkının ve gençliğinin yanında faşizme karşı durma ve mücadele etme zamanıdır.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Ulusal Kurtuluş Mücadelemizde Önderliğin rolünü belirtirken ve kimliğini tanımlarken, bu konulardaki önemli bilinç noksanlığımızı özellikle ortaya koymaya çalışıyoruz. Yine bunun sınıfsal mücadeleyle ilişkisini ve siyasal mücadele üzerindeki etkisini de belirtiyoruz. Tarihsel ve güncel özelliklerimiz, bizde bir başka ülke halkından daha fazla örgütsel, siyasal bilinç ve istediğini görmekteyiz. Aynı zamanda örgütsel faaliyetin büyük bir önemle yürütülmesi gerektiği de açıktır. Bütün bu sorunlarda Parti militanlarının örgütsel düzeylerini ne kadar geliştirdikleri, örgütsel rollerini ne oranda kavradıkları ve hayata geçirdikleri hususuna gelip düğümlenmektedir.
Yıllarca yürütülen faaliyetlerden sonra, sıkça tekrarladığımız ve asla önemini yitirmeyen bu sorunları, böylesi bir kesinlikte ortaya koymamızın son derece önemli politik ve eylemsel nedenleri bulunmaktadır. Buradaki bir zayıflığın halen doğurduğu ve bundan sonra doğuracağı sonuçlar, bizdeki sorumluluğun kat be kat yüksetilmesini ve meselelere büyük bir sorumlulukla yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da kendisini olmazsa olmaz biçiminde ortaya koyuyor. Bu konularda, örgütsel görevleri saptıran ve örgütsel yönetimi gerçekten anlaşılmaz boyutlarda ortaya koyan tiplere karşı büyük bir öfke duymaktayız. Bunlar aynı zamanda kendilerini de en alçakça konumlara düşürerek, Parti karşıtı bir duruma getirmektedirler. Kendisini böylesi konumlara düşürmekten zevk alan bütün uyarılara rağmen, yaşamımızı yürütmek için gerçekleştirmemizin zorunlu olduğu görevlere böyle yaklaşan adam, hemen belirtelim egemen sınıfların bilinçli ajanlarından daha tehlikelidir. Bilinçli ajanların verdikleri zarar ile bunların bize verdiği zararı kıyaslayarak, bu ögelerin verdiği zararın toplam içerisinde yüzde doksandokuzluk bir bölümü oluşturduğunu görürüz.
Kişinin kendisine sevdalanmamaması büyük bir önem taşımaktadır. Amaçlarımız doğrultusunda çizgimizin hayata geçirilmesinde kişi bireysel tutkuları ile engel olmaya çalışmamalıdır. Gerçekten bu kişilerin verdiği zarar, zannedildiğinden daha fazla olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Açıkça belirtelim, kişiler bu konuma düştüklerinde hemen ilkellikten, bilinç noksanlığından, eğitim yetersizliğinden ve tecrübe eksikliğinden bahsetmesinler. Ya da sınıfsal nedenlere hemen sığınmamalıdırlar. Bu tür tavırları yadırgamaktayız. Yüksek amaçlara bağlılık kişiyi çok ileri konumlara getirir.
Tarihsel ve çağdaş gelişmelerin bu soruna etkisini epey açımladık. Bütün bu izahlarımıza bağlı olarak dedik ki, amaçlarına büyük bir tutku ile bağlı olanlar, dürüst ve inançlı kişiler yönetim tarzlarında, yürüyüş şekillerinde ve kurallarına göre bir yaşamda fazlası ile sıkıntı içine girmezler. Burada ciddi bir olay ortaya çıkmaktadır, amaçların tam kavranamaması veya kavransa bile inanç zayıflığı, bilimsel ölçülere dayanmayan bir inancın varlığı bulunmaktadır. Hatta bu amaçların doğruluğuna inansa bile, bunun uğruna yürütülen faaliyetlerin başarısına bir inaçsızlık vardır. Amaçlarımız iyi ve güzeldir. Eğer inançsızlık taşınırsa, ne kadar çabalanırsa çabalansın başarıya götürmek mümkün değildir. Adeta köleliği kabul etme anlamına gelen eylem ve örgüt noksanlığının diğer bir nedeni ise, sınıfsal kişiliğini esas alarak çeşitli sapmalar içerisine girmektir. Bütün bunlar da yürüyüş tarzımızı geliştirme ve yetkinleştirme faaliyetlerimizi sarsıyor ve dağıtıyor. Gerçekten her önemli davada olduğu gibi, yüksek amaçlarımıza ulaşmak, zaferi sağlamada ancak bu engellerin ortadan kaldırılması ile mümkün olur.
Hiçbir dış engel, bir halkın, sınıfın ve hatta bireyin bile doğru olan amaçlarına ulaşması önünde belirleyici bir rolü oynayamaz. Bütün sorun, haklı ve doğru olan amacın hangi yöntemlerle gerçekleşebileceğine gelip dayanmaktadır. Hareketimiz bütün bu konularda gerek amacın kapsamını derinleştirmede ve gerekse de buna hangi yöntemlerle varılacağını öngörmede ve çabalarını buna göre birleştirmede çok ileri örnekler ortaya çıkardı. Dikkat edelim, halkımızın bugün yüksek amaçlar sistemine kavuşması söz konusudur. Daha yakın dönemde alacakaranlıkta, amaçsız, perspektifsiz, ruhsuz, çabasız, kısaca kölece bir yaşamdan bugün halkımız, nüfusun büyük bir kesimini birleştiren ve etkisi altına alan yüce amaçlarla dolu bir yaşama yönelmektedir. Buna öncülük eden ve bu doğrultudaki bilinci, yürüyüş tarzını geliştiren Partimizin özellikleri, kimliği ve halkla gelişen bağları da çok açıktır.
Bizi, sorunu bu kadar köklü bir biçimde ele almaya iten durum, toplumsal bilincin muazzam noksanlığı, ya da düşüncesizlik ortamının güçlülüğü, bireyin son derece rezil oluşumu, şekilsiz ve şahsiyetsiz bir biçimde gelişimi, özellikle örgütsel yönden dumura uğratılması, gerek ulusal ve gerekse sınıfsal çıkarlarının örgütlenişindeki muazzam donanımsızlığı, bunun gereğini bile duymama tarzında yaşadığı büyük sorumsuzluktur. Tuhaftır, hareketimiz bu konuda ne kadar ilerlerse ilerlesin, bazı ögelerin en çok takındıkları sorun amaçları doğrultusunda yetkin bir örgütlenmeye ulaşmamaları, en az örgütlenmeyle eylem yapmaları, en az örgütlenmeyle Parti faaliyetlerini yürütmeleri, hareketin şu ya da bu görevini yapmayı normal kabul etmeleridir. Halbuki başarı azami bir örgütlenmeye ulaşma isteği kadar, bunun için mümkün olan bütün elverişli koşulları ve olanakları kullanarak yerine getirilmesine bağlıdır. Bunun dışında bir başarı yolunun bulunmadığı açıktır.
Biz ne de olsa halkımızın durumu, tarihsel özellikleri ve yaşadığı koşullar bellidir, siyasal örgütlenme ve ordu örgütlenmesi öyle fazla ciddiye alınacak şeyler değildir, zihinlerimize ve yüreklerimize yansıyan, düşmanın yüzyıllardan beri ve yakıcı bir biçimde de günümüzde en bilinçli ve en sert baskılar altında yarattığı durum ve bu durumun sonuçlarıdır diyemeyiz. Bu durum kadroların her türlü bilinç noksanlığının, ideolojik-politik ve eylemsel konulardaki yeteneklerinin sınırlı kalmasının temel nedenidir. Lenin Sverdlov'un Sverdlov proletaryanın devrimci örgütlenmesinin en yetkin militanlarından birisidir anısına yaptığı bir konuşmada, proletarya devriminin çağımızdaki en önemli özelliğinin, onun örgütlenme üstünlüğü olduğunu söyler. Başka hiçbir sınıf, devrimlerde proletaryanın örgütlenmedeki başarısına, büyüklüğüne ve gelişkinliğine ulaşamaz. Başka bir tanımlamada da proletaryanın en belirgin özelliğinin, onun örgütlenme özelliği olduğu belirtilir. Proletaryanın devrimdeki öncülüğü, proletarya partisinin de en önemli özelliğini teşkil eder. Tabii bu aynı zamanda sosyalist toplumun yüksek örgütlenmesinin de bir ön koşuludur. Bugün sosyalist toplumların bu kadar yetkin bir biçimde örgütlenmeleri, proletarya önderliğinin doğal bir sonucudur.
Biz de ulusal kurtuluşta proletarya önderliğinin esas olduğunu söyledik. Bu hemen şunu akla getirir; eğer proletarya önderliği esassa, proletarya örgütlenmesi de bunun içinde bunun başarısını sağlayan, ancak bu başarının sağlanmasıyla yerine getirilmesi mümkün olan örgütlenmesidir. Proletarya örgütlenmesini onun örgütlenmesinden ayrı düşünmek bir hiçtir, ya da bu durum sorunu kavramadığımızı ve gerçekte bu konuda çok kof olduğumuzu ortaya koyar. Devrimde proletarya önderliği, onun örgütsel önderliğidir. Örgütsel önderlik, herhangi bir sınıf veya tabakadan çok daha fazla ve yüksek bir derecede proletaryanın örgütlenme üstünlüğünden ibarettir.
Dikkat edilirse bolşevik örgütlenme üzerine çok şeyler söylenir. Nedeni de işte budur. Yani örgütlenme sorunun çözümlenmesi gerek proletarya Partilerinin, gerekse daha sonraki sosyalist toplumun kuruluşunun belirleyici özelliğidir. Örgütlenme deyip geçmemek gerekir. Sık sık örgütlenme eşittir eylem diye vurgulanır. Gelişkin eylem, gelişkin örgütlenmeyle çok yakından bağılıdır. Hâlâ içimizde bir çok arkadaş muazzam bir örgütsüzlük içinde bulunurken, kalkıp da yüksek eylemlilikten bahsetmek ve buna inanmak tam bir yanılgı, hatta bir tür oportünizm olarak görülmelidir. Bizim Ulusal Kurtuluş Devrimimizde proletarya önderliği, aslında bir örgütsel önderliktir. Örgütsel önderlik ve yönetim, militanın en belirleyici ve başat özelliği olarak gelişmek zorundadır. Bu konuyu biraz daha açabiliriz. Ancak biz bu konuları çokça işledik.
Kadro politikamız bellidir. Ustaların da bu konuda somut belirlemeleri vardır. Kadroların tanınmasından terfi ettirilmesine, konumlarına göre örgütsel görevlere bağlı kılınmalarına, yerinde ve zamanında çok çeşitli örgütlenmelerin geliştirilmesinde, esasında da bireyi tanımasına veya ondan önce bilinç verilmesine, bilinciyle bağlantılı olarak örgütsel görevlerle yükümlü kılınmasına ve denetlenmesine bağlıdır. Bu tanımlar biliniyor, bu nedenle fazla açmaya gerek yoktur. Ancak pratik faaliyetlere baktığımızda arkadaşlar da adeta örgütlenmeye bir düşmanlık görüyoruz. Bu aslında sömürgeciliğin dayattığı örgütsüzlüğün açık bir yansımasıdır. Başka türlü bunun izahı yapılamaz. Ve bu yine kalıntılar meselesidir. Aile dışında başka bir örgütlenme tanınmaz. Bağ ve ilişki denilen şey, yakın çevre bağı ve sömürgeciliktir. Örgütlenme mantığı bunun kişilikteki yansımasıdır.
Biz bu çemberi, ya da kişilerin kendilerindeki örgütlenmeye açılımı boğan bu yapıyı mutlaka kırmak zorundayız. Bu hayati bir mesele, kazanıp kazanmayacağımız meselesidir. Onun için meseleyi kişilerin keyfine göre ele almayız. Bu halkımızın derin bir tarihsel gereksinimidir ve mutlaka aşmak zorundayız. Özellikle militan bunu kendisinde aşmak zorundadır. Örgütlenmenin bir çok yönden gereği, vazgeçilmez rolü ve faaliyetlerimizdeki belirleyici konumu böyle özetlenebilir. Bu bir sınıf meselesidir. Ulusal kurtuluşta bir sınıfın, devrimci proletaryanın örgütlenme anlayışının yerine getirilmesidir. Yoksa herhangi bir örgütlenme değildir. Bu konuda Partimizin başına bela olan bir çok anlayışı ortaya koyacağız.
Yiğitlik, eski ve Ortaçağ'da aşiretler ve çeşitli topluluklar adına ve gerçekten de bireysel yöntemlerle sergilenirdi. Feodal sınıfın konumuna denk düşer bir biçimde o bilinen yiğitlik türleri, şövalyelik, pehlivanlık vb biçimlerde ortaya çıkardı. Yine düzenli ordular vardı, onlar çatışırdı. Eğer bir sınıf egemense, elbette düzenli orduları sayesinde egemendir. Sınıf, kendi ordusuyla savaşır ve bu doğal bir şeydir. Biz bu yönden de halkımızın konumunu defalarca ele aldık. Çok çeşitli yönlerden bunun bilincini yeterince verdik sanıyoruz. Örgütlenmeyi bütün tarihsel boyutları içinde ele aldık. Bunun toplumumuza nasıl uygulanabileceğini ortaya koyduk. Bunlar yıllarca önce yazıldı. Çeşitli Parti yayınlarımızda bunlar sabittir. Bütün bunların gerekleri yerine getirildi mi? Getirildiği söylenemez. Bunun bilincine ulaşıldı mı? Sınırlı olarak evet, ulaşılmışsa sınırlı bir bilince ulaşılmıştır. Zaferi garantiye alacak kadar bir bilince ulaşılamamıştır, ulaşılmamışsa ne yaparız, mutlaka bu konuma getirmeye çalışırız.
Konumuzun bundan önceki bölümünde Parti içinde Parti Önderliği ve yönetim gerçeği etrafında bir çerçeve çizdik. Şimdi mutlaka örgütlenmemizin yetkin bir biçimde bu çerçevenin içine oturtulması ve militanda bunun somutlaşması gerektiğini belirtiyoruz. Bu aşılmaz ve yerine getirilmezse, devrimde başarısızlık ve yenilginin kesin olduğunu söylüyoruz. Şimdi yine bunlar genel tanımlama düzeyinde kalıyor.
Gelinen noktada işi artık şirazesinden* çıkaran, bunu en utanmazca biçimlere dökme cüretine giren tipler dışında ki onlarla da hesaplaşacağız gerçekten devrime inanan, zafere inanan ve bunun çabasının gereğini sonuna kadar yerine getirenlerin bu konuda azimli ve kararlı olan militanların bu sorunlara yüksek bir tutkuyla eğilmeleri, kollektif görevlere sarılmaları ve gereklerini yerine getirmeleri hangi koşullarda olursa olsunlar, hangi yönetim kademesinde bulunurlarsa
*Şirazeden çıkmak: Akli dengesini kaybetmek, düzenini yitirmek, çığırından çıkmak
bulunsunlar, ister yurtdışı örgütlenmesi içinde, ister ülkedeki ordu örgütlenmesinde yer alsınlar, gerçekten bu görevleri başarıp amaçlarına ulaşır bir biçimde ve koşullara uygun bir tarzda yerine getirmeleri, bunun bilincini hiçbir zaman eksik etmemeleri bütün yönleriyle bunun yoğunluğunu yaşamaları ve böylelikle devrimcilik denilen görevlerini başarmaları, militanca yaşam denilen yaşamı yaşamaları gerekmektedir. Militanlar kendilerini bu konuda muazzam bir donanımsızlık içinde tutuyorlar. Artık bu konuda suçu ve sorumluluğu, örgütümüzün çizgisine yükleyemeyiz. Sorunu fırsatlar ve olanakların kıtlığına da bağlayamayız. Burada bir aymazlık vardır.
Amaçlara inançta noksanlık, amaçlara yüksek bir netlikle yaklaşamama, ya da bunlar olsa bile çaba noksanlığı, bu giderilse bile bazı kişiliklere takılma, Parti diyerek bazı kişileri esas alma yıllarını bu takılmalar sonucunda yitirme söz konusudur. Bütün bunlar kabul edilemez. Bu bir şaka değildir. Bu iş şu ya da bu özelliğe sığınarak "bu adam beni oyuna getirdi, şu şekilde kandırıldım, şundan etkilendim, geçmişim şu tür koşullar içinde şekillendi" türünden izahlarla geçiştirilecek bir şey değildir. Öyle bir noktaya gelmişiz ki, yapılması gereken şey en yüksek bir kararlılıkla bu görevin başarılmasıdır. Ne biz çocuk olalım, ne de başkalarının bizi çocuk yerine koyup aldatmalarına izin verelim. Burada sayımızın azlığı, ya da çokluğu da önemli değildir. Bu konuda yine defalarca belirtiyoruz ki, militanların örgüt içindeki varlığı artık bu koşula bağlanmalıdır. Örgüt üyeliği bu koşula bağlanmalıdır, başka üyelik koşulu aranmamalıdır.
Biliniyor Parti üyeliği Bolşevik Partisinde en önemli tartışma meselesi olmuştur. Parti üyeliğine ilişkin cümle basittir, Parti örgütlerinden birine bağlı olarak çalışmak programı benimsemek ve aidat ödemek. Bu konuda genelde hiçbir itirazınız olmayabilir. Partiye sonuna kadar bağlıyız diye parmak kaldırılabilir. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Bizde her şey basmakalıp geliştiği ve iman getirip parmak kaldırdığımız için bunu öyle görürüz. Hayır, bunu özüyle yaşamak gerekiyor. Örgüt içinde yer almadan bahsedildiğinde bu örgütü tanımak, onu eğitmek bu örgüt bir hücre, bir bölge komitesi veya MK olabilir bu örgütün rolüne ve görevlerine sonuna kadar bağlı olmak, bu örgütü dağıtmamak, onu güçlendirmek ve sarsılmaz bir çekirdek haline getirmek, ona rolünü sonuna kadar oynatmak, onun içindeki her türlü sınıf dışı etkilere karşı mücadele vermek, onun görevlerini en yetkin yöntem ve araçlarla, kanter içinde yerine getirmeyi sağlamak gerekir. İşte Bolşevik Parti üyeliği budur. Bir PKK'linin örgüt üyesi olarak hareket etmesi koşulunu da böyle anlamak gereklidir.
O zaman en yakın dönemlerde ve bir çok birimde yaşanan gerçekleri göz önüne getirdiğimizde, örgüt üyeliğimizin ne kadar havada kaldığı ortaya çıkmıyor mu? Arkadaşlar basit bir komiteyi ne kadar işlettiler? Mevcut görevleri hangi hız ve yoğunlukta yerine getirdiler? Bu gerçekler ortada dururken "tamam doğru ilkelere sonuna kadar bağlıyız" demek demagojik bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Parti üyeliği, Parti örgütlerinden birinde çalışmak hemen belirtelim ki bu bir lose( Lose: Gevşek, çürük, herşeye açık. (Almanca kökenli)) örgüt de olabilir, çok gevşek bir örgüt de olabilir gerçekten en yüksek bir örgüt bilinci kadar, en yoğun bir örgütsel faaliyetle mümkündür. Arkadaşlar dağlarda yıllarını geçiriyorlar, fakat iki insanı bir araya getiremiyorlar. Her arkadaşın pratiğinde de görüleceği üzere, kimse bunu kendisine mesele yapmıyor. Ondan sonra da rahat olunabileceği, PKK gibi bir ateş ortamında sürekli çalışan bir örgütün üyesi olarak ayakta kalınabileceği ve hatta yaşanabileceği sanılıyor. Bu gaflettir, ben kendi pratiğimi defalarca özetledim. İçinde bulunduğum konumu defalarca ortaya koydum. Ben bile sorunları bu kadar açımlamama ve örgütsel faaliyetlere bu kadar koşmama rağmen, bir örgüt üyesi olabilmek için kendimi yeterli görmüyorum. Militanların muazzam eksiklikler içinde olduklarını söylüyorum. Ancak çok daha cılız çabaların sahibi olarak siz rahatsız bile olmuyorsunuz.
Ne olacak peki? Böyle davranırsanız bu dünyada yaşamınızı bile kurtaramazsınız. Örgüt savaşçısı olup da çok önemli başarılar sağlayamazsınız, yaşayamazsınız. Bu konudaki geriliği, çevremizdeki koşullara ve halkın durumuna bağlamamak gerekir. Halkın en gelişkin olduğu ve Partiye en hızlı aktığı yerlerde bile bunlar yaşanabiliyor. "Dağ başındaydık, halka ulaşamadık, yetişemedik" diyemezsiniz. Buna inanmıyorum. Bizdeki yoksul halkın ve köylülüğün kurtuluşa susamışlığını çok iyi biliyorum. Dağdaki çobandan tutalım toplumun bütün yurtsever kesimlerine kadar, herkes bir örgütlenme susuzluğu içindedir. Koşullara göre bunların örgütlenebileceğine dair gelişmelerin bugünkü düzeyi son derece elverişlidir. Bunun karşısında militan bir birey olarak fazla sorumluluğun altına girmemektedir. Girmek ağır görevlerin üzerine yürümeyi birlikte getirir. Yürümek çok çaba ister. Çok çaba yorgunluğa yol açar, ya da kıyasıya bir mücadeleyi gerektirir. Tabii bütün bunlar bireyin çıkarına uygun değildir. Bütün bunlar en azından kişinin rahatını bozmakta, dünyasını yıkmaktadır. Bunlar onun yaşam felsefesine aykırıdır. Ama bu mutlaka yeniyi kurmak için esaslı bir şarttır.
Önder APO
- Ayrıntılar
Eğer bir halk, kendi kurtuluşunun doğru yolundan saptırılmışsa, çağın dışına itilmişse, gelişen insanlık ailesi içinde kendisine bir yer bırakılmamışsa, çağdaş insanlık ailesinin üyesi olmak için, o halkın kollektif iradesinin bu amaç doğrultusunda seferber edilmesi, ayağa kaldırılması, o halkın siyasal doğrultusunu ifade eder. Bu, o halkın hayati çıkarlarının tespitidir, bu çıkarların bilinciyle harekete geçmesidir, kendine sahip çıkmasıdır. Bu, kendi topraklarında bağımsız yaşaması ve kendi emek değerleri üzerinde özgür tasarrufta bulunmasıdır. Bunun çağdaş ulusal ve toplumsal ölçüler içerisinde gerçekleştirilmesidir.
Bir halkın siyasete hakim olması demek; o halkın çağ içinde kendi yeri konusunda karar ve yürüyüş sahibi olması demektir. Eğer bu halk, ya da ulus, bağımsız ve özgürse, çağ içinde seçkin bir yerin sahibi olması anlamına gelir. Hatta bu, önder konumda olan uluslardan, halklardan birisi haline gelmesini ifade eder. Eğer o halk baskı altındaysa, yolu karartılmışsa ve yolundan saptırılmışsa, böylesine halklar ve uluslar için siyaset demek, kendisini çağdaş ailenin içine götürebilecek yolun sahibi olmak demektir. Yanlış yoldaysa yolunu düzeltmek, yolu karartılmışsa yolunu aydınlatmak anlamına gelir. Siyaset, bundan daha fazlası olarak bu halkın maddi bir güç haline gelmesini, onun örgütlülüğünü de ifade eder. Yine bundan da öteye, bu yürüyüşünü, kendisine dayatılan tüm engellemelere rağmen başarıyla götürebilecek bir öncülüğe bağlı olarak yürütmesidir.
Siyasal önderler, eğer böylesine halkların başında yer alıyor ve bu temelde çıkarlarını temsil edebiliyorlarsa, büyük önderlik sıfatına ulaşırlar. Siyasal önderler, halk, ulus veya önder güç olarak hangi sınıfı, ulusu, halkı temsil ediyorlarsa, onun önderleri olarak temsil ettikleri sınıfın, halkın veya ulusun çıkarlarını çağ içinde, uluslar topluluğu içinde ve ulusun içinde en gözüpek bir biçimde temsil etmek, yürütmek zorundadırlar. Örneğin, daha dün ABD'nin başına yeni bir başkan geldi. Bu başkanın görevi Amerikan ulusunun çıkarlarını, emperyalizm ve emperyalizme karşı gelişen proletarya ve ulusal kurtuluş devrimleri çağında ve emperyalist sistem içinde birinci sırada temsil etmek ve birinci sırada tutmaktır. Amerikan ülkesini dünyanın en ileri ülkesi halinde tutmak, ABD ulusunu temsil ettiği sınıf çıkarlarına göre 'en onurlu', 'seçkin' bir ulus konumunda tutmak, önderlik ettiği sınıfın çıkarlarını, ABD ulusu içinde ayrıcalıklı ve dokunulmaz kılmak, bunun için devleti çok güçlü idare etmektir. Bu amaçla and içer, söz verir ve böylece başkanlık görevini icra eder.
Bir Castro'nun önderliği, Küba halkının ve ulusunun lideri olarak, ABD'nin yanıbaşında, sosyalist bir ulusun, bağımsız ve özgür bir halkın çıkarlarını temsil, ya da en azından Latin Amerika'da, Küba'nın bu siyasal önderliğini çağ içinde sürdürmektir. Emperyalist tehlikeye karşı Küba'yı çok dikkatlice yönetmek, Küba halkının esenliğini sağlamak, maddi ve manevi kalkınmasını sürekli geliştirmek, bu konuda hiç taviz vermeden siyasetini yürütmek, çok hassas, çok duyarlı olmak anlamına gelir.
Nereden bakarsak bakalım, eğer bir halk, ya da ulus, çağdaş uluslar ailesinin bağımsız ve özgür bir üyesiyse, bu halklar mutlaka böyle bir düzen içinde ve hem de büyük bir rekabet içinde daha da fazla ilerlemeye açıktırlar. Bu rakabet, hem kapitalistemperyalist sistem içinde vardır, hem de sosyalist sistem içinde vardır. Fakat bağımlı uluslar, halklar veya ezilen, sömürülen sınıflar içinse durum daha da farklıdır. Onların ilk plandaki görevi, bu kabul edilemez konumlarını değiştirmektir. Bunun için siyasete sahip olmaktır, bu siyaseti örgütlemektir ve kendilerine dayatılan köleliği parçalayıp özgür iradelerini, kendi konumlarında, eşitlik ve özgürlük içinde belirlemektir.
Biz, bu konuda dünyanın en sonunda yürüyen ulusuyuz. Kürdistan halkı için siyaset yapmak demek, bu ister ulusal ister sınıfsal düzeyde olsun bu böyledir siyasete sahip olmuş, hemen hemen tüm uluslar topluluğunun en kuyruğunda yüzeni olarak yürümek demektir. Daha da kötüsü bu halk dünya halkları içinde yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Yaşamaya hakkı var mı, yok mu? Bu ve daha bir çok hayati önemdeki sorulara daha yeni yeni cevap verebilen, "bu dünyada biz de yaşıyoruz, bu dünyanın insanlık ailesi içinde bizim de yerimiz olmalıdır" bilincinin çok sınırlı geliştiği bir ülkedir Kürdistan. Ve çoğunun da "pek yaşamasa da olur" biçiminde haksız bir hükmün verdiği bir konumu yaşamaktadır. Dolayısıyla kendisi için bağımsız ve özgür bir siyaset, bir karar sahibi olması pek de ciddiye alınmadığı gibi, kendi içinde de güçlü bir siyasete sahip olmak, bunu yürütmek için güçlü önderlere sahip olmak istediği de pek dikkate alınmadı. Bu iş için şimdiye kadar varolanların da, bu işleri kötü bir oyun olarak icra etmekten öteye gitmedikleri bilinmektedir. Dolayısıyla da bugün dünyanın en geri konumundaki halkı olmaktan kurtulamama gibi yüz karası bir durumla karşı karşıyadır.
Böyle bir halk için siyasetin ifade ettiği anlam, öncelikle gözünü dünyaya ve dünyada geçerli olan çağa açmaktır. Bununla birlikte bilincini uyandırmak, bir halk olarak yaşam belirtilerini canlandırmak, uyuşmuş yaşam damarlarını taze bir kanla yeniden kan alıp veren, yaşamından daha umut kesilmemiş, sağlığına kavuşmayı göze alan duruma getirmektir. Buradan giderek irade birliğini yaratmak ve bu temelde bir yürüyüşe girmektir. İşte, Kürdistan halkı için siyaset bunları içeriyor. Yani öncelikle aydınlanmak oluyor. Kısaca yolsuz, yolundan saptırılmış, üzerinde her türlü yabancı siyasetin kol gezdiği bir durumdan ki, hepsinin de dayattığı imhadır bunları benimsemeyen, yaşamayan; onun yerine kendi kimliğini esas alan, özgür gelişmesine olanak tanıyan bir politika için çabalarını yoğunlaştıran bir konuma ulaşmak, bir yolun sahibi olmak ve bu yolda yürümektir.
Şimdiye kadar böyle olmadığımız iyi biliniyor. Dünyada var mıyız, yok muyuz belli değil. Yani daha gözümüzü dünyaya açmamıştık. Dünyanın nasıl yaşadığının bile farkında değildik. Yaşama kudretinde miyiz, oralı bile değildik. Bizim için yol ne olmalıdır? Üzerimizden geçen yollar kimin yollarıdır? Bu yolda kimin için çalışıyoruz? Bu konularda hiç oralı olmayan ve bütün bunların bir sonucu olarak son derece kararsız bir insanlar topluluğuyduk. Siyasetsiz insanlardık, gayri meşru yollarda bin parçaya bölünmüş, bazılarının yediği leşler gibi, her kolu bir tarafa çekilmiş, ucube gövdeler gibiydik. Ulusal bağımsızlık anlamında, halk kişiliği anlamında beyinleşmemiş, bir vücuda kavuşmamış, peltemsi bir varlıktık. Elbetteki böyle bir varlığı sadece avlarlar ve yerler. İşte kişiliğimizin içinde derince şekillendiği, tarihsel ve toplumsal organizma budur. Örneğin, bir TC'yi düşünürsek, her gün bizi avlamıyor mu? Hem de balıklardan daha kolay bir biçimde avlıyor. Balıkçı denizde balığı avlamak için korkunç fırtınalara ve rüzgarlara karşı büyük zahmetler çeker ve ancak bir kaç balık avlar; TC ise hem keyfini sürüyor, hem de her gün de zenginlik avlıyor.
Demek ki, siyaset sahibi olmak bizim için her şeydir. Siyasetin olmazsa, başka siyasetlerin kurbanı olursun, yenilirsin ve yutulursun. Türk faşizmi gelişmiş bir sömürgeci güç olmadığı için, bizi midesinde tam eritemiyor, aksi halde şimdiye kadar bizi çoktan yutmuştu. Fakat ağzında evireçevire de bizden geriye pek bir şey bırakmamıştır. Durum bu. Halen hepinimizin başında sallanan "keser seni, yerim" siyasetinden başka bir şey değildir. Gerçekleri daha derinliğine ele almak zor değildir, ama gerçeklere sadakatle bağlı olmak daha da önemlidir. Siyasetsizliğin bizdeki sonuçları üzerine çok şey söylenebilinir. Siyasetsiz bir halkın, bir ulusun, kendini kurdakuşa yem ettiğini bilmek gerekir.
Bir sınıf için de kendi siyaseti geçerlidir. Bu ezilen sınıf için bin kat daha geçerlidir. Türkiye'nin emekçi sınıfları da, dünyanın en çok kuyrukta yüzen ve üzerinde her türlü faşist siyasetin, baskı ve sömürünün uygulandığı bir kesimdir. Elbette ezilen sınıfın da durumu budur. Birbirleriyle son derece bağlantılıdır. O zaman bizim için siyasetin anlamı geçmiş süreçten beri oluşmuştur. Ve devam ettirilmek için de, düşmanın günlük olarak büyük bir duyarlılıkla yürüttüğü yok etme uygulamalarına, onun mantık yapısına, onun her türlü kuruluşuna karşı koymak, onu tanımamaktır. Sadece bununla da yetinmemek, içinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmak için elimize geçirdiğimiz her araçla buna karşı savaşarak durmaktır. Biz bunu yürekten mahkûm etmekten tutalım taşlamaya kadar, bıçaklardan tutalım her türlü öldürücü silaha kadar, elimizde ne varsa, yüreğimizde ne bitiyorsa, beynimizde hangi yöntem çıkıyorsa, onunla dağıtmak zorundayız. Zaten bu dayatmalara karşı koymak isteyenlerin başka bir savaş türünden bahsetmeleri beklenemez. Halkların geliştirdikleri savaş türü, halklara dayatılan baskı ve savaş türüne göre vücut bulur. Eğer düşmanın halka uyguladığı baskı hiçbir yaşam olanağı vermiyorsa, o halk bütün yeteneklerini savaşa göre ayarlar. Bütün bu yetenekleriyle savaşır ve sonuç alır.
Partimiz'in siyaseti, tanımını belirlemelerden alır. Bu demektir ki; tamamen siyasetsiz bırakılmış, ondan da öteye, dünyada en tehlikeli, baskıda sınır tanımayan, görülmemiş sömürüyü mümkün kılan bir siyasetin kurbanı olan bir halka, bu durumunu öncelikle göstermek, ardından bunu büyük bir öfkeyle red etmek, giderek kendi bağımsız ve özgür doğrultusunu geçirmek olacaktır. Bu önce programdır, daha sonra bu yolda yürümektir ve örgütlenmedir. Düşmanın bütün taktiklerine karşı kendi savaşımını dayatarak bu yürütmeyi mümkün kılmaktır. Bu da halk savaşıdır. Böyle bir konum, halk siyasetinin sahibi olma konumudur. Belli bir siyaset altında, bağımsızlık ve özgürlük siyaseti altında birleşip yürütebilen bir konuma gelmedir ve kurtuluş da bu yoldadır.
Partimiz'in başından beri bütün çabasının yoğunlaştığı temel amaç, öncelikle alacakaranlık içinde lime lime edilen bir halk gerçeğine, aydınlık bir ortam getirmektir. Bu ortam içinde halkın kendini görmesi ve değerlendirmesini sağlamaktır. Halk nasıl yarabere içindedir. Bunu halka göstermek, ikinci bir adım olarak bu kötü durumdan kurtulma istediğini yaratmak, kurtuluş umudunu yaratmak, baştan beri Partimiz'in siyaseti olmuştur. Bu bir kader değildir, kurtulmak mümkündür. Bu uyanış isteğidir; yani "çok kötü düşürülmüşüz, kötü dövülüyoruz, bunu kabul etmemeliyiz" biçiminde bir tutku yaratmaktır. Yeni bir dünyanın mevcut olduğunu halka sürekli göstermek, "bu karanlıklar dünyası bir kâbe değildir, daha özgür bir dünyaya açılma imkanı vardır" demektir. Onun da ışığını sürekli halka yansıtmak, onu hep aydınlığa çeken bir dünyayı hissettirmek gerekir. Bu, geleceğimizin programı olur. Gelecekte halkın kendisini şekillendireceği toplumsal yapının özellikleri böyledir. Bunlar hedef belirlemedir, uyanış gerçeklerini yaratmaktır ve ancak işin bu aşamasına kadar bir uyanış çağı başlar. Bu uyanışın tam sağlanması değil, ilk adımıdır.
Bizim halkımız açısından daha da fazlası veya özgün olarak yerine getirmesi gereken görev, düşmanı bütün özellikleriyle doğru tanıtmak olacaktır. Çünkü düşman, bizi her bakımdan yiyip bitiriyorsa, biz yalnızca "bizim bir kolumuzu kesiyor" diyemeyiz. Böyle söylemek ne anlama geliyor? "Yalnız bizim emeğimizi sömürüyor" anlamına geliyor. Hayır! Sadece emek değil, bütün ulusal özelliklerimizi inkar ediyor, imha ediyor. Bütün sınıf ve tabakalar üzerinde sömürü uygulayıp onların bütün emeklerinin sonuçlarını yok pahasına ellerinden alıyor. En azından böyle bir düşmandır. Bir ABD düşmanlığı da vardır, ama o çok sınırlı değerleri alıp yemekle uğraşır. Onun ulusal çıkarları daha sınırlıdır. Ama Türk sömürgeciliğinde bu sınırsızdır. Biz böyle bir düşmanı, diğer sözüm ona kurtuluş siyasetlerinin ifade ettikleri gibi tanımlayamayız. Onlar, düşmanı tanımlarken, onun bu niteliğiyle tanımlamazlar, onun politikalarını yumuşatarak, rahatlıkla yaşayabileceklerini sanırlar. Bunlar da en tehlikelileridir.
M. Kemal bile "düşman dayatmış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtıkara kaderini?" der, böyle ortaya çıkar ve savaşır. Bize dayatılan ise yalnız hançer değil, her türlü savaş aracıyla yöneliniyor ve yok ediliyor. Eğer tam da böylesine bir konumu yaşayan halkın önüne çıkıp da, "hiç tehlike yok, biraz gözyaşı dökelim, ricaminnet edelim, 'fazla bizi vurma' diyelim, seninle tarihi bağlarımızda vardır, bize uyguladığın baskıyı biraz yumuşat, birlikte yaşarız" dersek, neyi ifade etmiş oluruz? Bu, ancak zalim bir ağanın emrinde çalışan bir köylünün yalvarıp yakararak, biriki çuval un almak, belki biraz daha fazla tahıl almak veya küçük bir arazi parçası üzerinde küçük bir ev yapmak gibi basit bir anlam ifade eder. Ama bu özgürlük değildir. Kaldı ki TC'nin dayattığı bu kadar da değildir, hiçbir şekilde varlığımızı kabul etmiyor. Dolayısıyla diğer güçlerin siyaset olma niteliği yoktur. Bir sızlama veya bunu istismar etme hareketidir. Yani bazı hastaların hastalıklarını tedavi edelim derken, aslında onların üzerinde ticaret yapan üç kağıtçı doktorlara benziyorlar. Bugün bunlar çokça ortaya çıkmıştır. Hastahaneler görülmemiş bir sömürü kaynağı olmuştur. Bunlar da Kürdistan halkının hastalığı üzerinde, Kürdistan hastahanesinde çok çirkin bir ticareti yürütmektedirler; yoksa bu halk adına yüce bir siyaset çizmek, siyasi bir faaliyet yürütmek değildir.
Partimiz'in bu konudaki siyaseti yerindedir. Çünkü halkın konumunu gerçekçi bir biçimde gösteriyoruz. Bundan sorumlu güç olan düşmanı bütün doğrularıyla ortaya koyuyoruz. Ayrıca diğer siyasetler de demeyelim, siyasetsizlerin yaptıkları gibi, kesin ameliyatla sağlığına kavuşturulacak bir hastaya hap vererek tedavi etmek biçiminde yaklaşmıyoruz. Çünkü hasta kanrevan içindedir, köklü bir ameliyatla sonuç almayı amaçlıyoruz. Bu bir yığın en değerli uzmanını, yani militanını, bu hastalığın tedavisine seferber etmedir. Bu uğurda şehit vermedir. Çünkü hastalık ancak böylesine büyük bir operasyonla tedavi edilebilinir. Bu alçaklar ise aspirin kadar bile etkili olamayacak haplarını ki, bunlar hap da değil, aslında hastayı daha da fazla bitirecek, ne idüğü belirsiz ilaçlarını dermandır diye halka satmaya çalışıyorlar. Bunun kocakarı ilaçları kadar bile değeri yoktur. Bununla Kürdistan halkı sağlığına kavuşamaz.
O halde yürüttüğümüz halk savaşı, büyük tıbbi bir operasyondur, hastanın kurtarılması için büyük bir eylemdir. Ustalar da bu konuda, "böylesine büyük savaşlara çekilmeyen halkın, yaşama kabiliyeti yoktur" derler. Dolayısıyla "ölü" hükmünü veriyorlar. Ama bu diğer sahtekar takımı, sahte doktorlara benziyorlar. "Bu halk ölmüştür, tedavi imkanı yoktur" diyorlar. Yani bu halkın halk savaşımına girecek kudreti yoktur, bu halk ölmüştür yaklaşımını sergiliyorlar. Dolayısıyla cenaze töreni yapıyorlar, "gömdürelim, ama bize para verin" diyorlar. Yaklaşımları aynen böyledir. Biz öyle yapmıyoruz. Bu halkın halen yaşama belirteleri vardır diyoruz. Bir operasyonla, bir halk eylemiyle, bir savaşla kendisine getiriyoruz. "Çıkmayan candan umut kesilmez" denilir, işte bizim yaptığımız operasyon da halkı kendine getirebilir. PKK siyasetinin ikincil bir özelliği de burada ortaya çıkar. Bu halkı yaşayıp yaşamama konusunda nihai karar sahibi yapmaktır. Halkı büyük bir operasyon içine çekerek, kendi yaşam olanaklarını harekete geçirerek, savaşım içinde yeniden yaratılmasını sağlamaktır. Bu kadar köleleşmiş halklar, sınıflar, böyle bir savaşı yaşamadan kesinlikle kurtuluşlarını sağlayamazlar.
Dolayısıyla halk için siyaset çizmek, siyaset sahibi olmak, halkın kendi savaşım silahıyla savaşma gücüne ulaşması demektir. Kendi kendini savaştıran bir halk haline getirmek demektir. Kendi savaşımını veren bir halk, doğru bir yola girmiş bir halktır. Doğru yolda yürüyen bir halk da yeni siyasete sahip olan, siyaset kararlılığını sürdüren bir halktır.
Bizim bütün çağa yaklaşım tarzımız, öncelikle halkımıza çağı tanıtmaktır. Çağı tanıttığımız oranda, çağ içinde kendimize bir yer edinme gereği duyarız. Çağ içinde yerimiz neresidir? Yerimiz emperyalist sistem içinde değildir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşım içinde doğacak olan devrimden ve onun sonucunda kurulan ülkeler, inşa edilen yeni toplumsal yapılar içindedir. Sahip olduğumuz siyaset, böyle bir çağda yer tutmamızı amaçlıyor.
Halk, şimdiye kadar düşman için emek sarfediyor. Halk savaşı, aynı zamanda halkın bütün emek sonuçlarını kendine geri çevirmenin biricik doğru yöntemidir. Yani halk kendi ülkesinde, kendi emeğine sahip çıkmanın yolu olarak, kaybettiği her şeyi yeniden kazanmanın çaresi olarak, büyük emeğini, büyük yaşamını kendisi için kullanmak amacıyla bu savaşı yürütür ve uygular. Halkımız için savaş, herhangi bir şiddet olayı değildir. Halkımız için savaş demek; halkın kendisini yeniden kazanması, yeniden adlandırması, biçimlendirmesi, bütün emeğinin sonuçlarını kendisine yeniden çevirmesi, kendi toprakları üzerinde yeni yaşamın inşası konusunda iddia sahibi olması, olanak sahibi olması anlamına gelir. Bunlar, insanca yaşamdan başka bir şey değildir ve birey de ancak bu yaşam içinde kendisini bulabilir, ölü halden kurtulabilir. Yoksa halkı, toplumu ölü olan bir birey neyi kurtaribilir?
Bizim ailelerin durumlarını kurturmahikayesi, bizim bireylerin durumu kurtarma hikayesi budur. Aslında birey de denemez, çünkü bireyin de biraz anlamı vardır. Biz de hepsi taslaktır. Genelde halk, temel bir siyaset altında hareket halinde olmazsa, birey tamamen baştan çıkmıştır. Ne kadar varsa, o kadar yol veya yolsuzluk vardır. Kürdistan'da bugün birey neyin peşindedir? "Antartika'ya göndereceğim, orada maaş beş bin dolar verilir" denilse, hemen sıraya girer. Antartika neresidir bilmez, orada yaşam var mı, yok mu bilmez, ama ufak bir propagandayla hepsini çekmek işten bile değildir. Bu, baştan çıkarılmışlıktır. Hatta kim kendisiyle oynamak isterse, "al sana şubu" derse, çocuk gibi kanar. Düşmanın bu kadar kandırmasına ne denilir, kökü nerededir? Elbette toplumun çözülüşü böyleyse, halkın durumu böyleyse bireyler bir hiçtir. Bireyler ancak toplumsal dönemeç ve halkların diriliği oranında gönençli ve diridirler. Bireyin siyaset sahibi olması demek, elbette tamamen bu temelde bir siyasete sahip olmaktır. O siyaset benimsendiğinde, herkesi ayağa kaldırdığında, birey de ayağa kalkar ve kurtuluşun yoluna girer. Bu konuda bizde büyük bir sapma vardır. Toplumsal kurtuluş olmadan, ulusal kurtuluş olmadan, bireyin kendisini kurtarması hayaldir. Halbuki bunlar en yalancı hayallerdir. Bilimsel bir hayal olsaydı, yine de hak verebilirdik ve bu yalancı hayal çok yaygındır. Daha da kötüsü ihanet durumu mevcuttur. Sadece kendi kendini aldatmak değil, düşmanın dayattığı her yol ve yöntemi benimsemek, o yolda yürümeyi adam olma sanmak, işini bitirmek, köşeyi dönmek biçiminde almaktır. Bu da çok yaygındır. Böylesine bir toplumun içinden geliyoruz, bu topluma mensubuz. Bunun büyük bir yolsuzluk olduğu, saptırılmışlık ve ihanet yolu olduğu çok açıktır.
Tarihten bazı misallar verirsek; devrimler öncesi dönemin çılgınlık içinde olan toplumlarından bahsedilir: Roma'da yıkılış sürecinin öncesinde Soddom de Gomanaccime vardır, yine Fransa'nın çılgınlıkta sınır tanımayan düşkünlüğü, İslamiyet'te de "Cahiliye Çağı" denilen bir çağ vardır. Bu dönemler korkunçtur, insanlar bir sefaleti, kendi soyuna karşı bir kötülüğü yaşarlar. Bizde de yaşanan durum, herhalde bunların en kötüsüdür. Soyuna, sınıfına karşı ihanet kol geziyor. Koruculuk, pişmanlık, ajanlık yaklaşımlarıyla, bir kaç kuruş karşılığında en değerli insanını satma durumu yaşanıyor. Hatta kendini olduğu gibi satma var. Bunlar bizde boldur, bunlar insanlığın yüz karasıdır. Bundan dehşet duymamak mümkün değil ve bunlar kol geziyor.
Hangi insan bu konuda kendisine "normal çağdaş insan statüsü içindeyiz" diyebilir? Başta da söyledik, bizim devrimciliğimizin tanımı şudur; biraz çağdaş olmaya çalıştık, normal insani ölçülerle yaşayalım dedik, baktık ki mümkün değil, mümkün olmadığı için bu devrime yöneldik. Yoksa aşka gelip "biz de bazı eylemleri yapalım, ünümüze ün katalım" diye buna yönelmedik. İnsan olmak için başka hiçbir seçeneğimiz yoktu. Aksi halde büyük bir namussuz olarak, boyun eğmeci olarak, tamamen aşağılık bir yaşamı kendisine kabul ettirmiş birisi olarak yaşamamız gerekiyordu. Almış olduğumuz bilinç, çağa yaklaşma tarzımız, halkımızın ve mensup olduğumuz sınıfın gerçeklerini redetmemiz, giderek bizi kendimize gelmeye götürdü. "Yanlış yolda yürümeyemezsin, ihanet yolunda fazla ilerleyemezsin, kendinize gelin ve doğru yolda yürüyün" düşüncesi bizi bu sonuca getirdi. Çok sınırlı olanaklarla, bir kaç sözcükle, çok geri bir maddi donanımla donanım da denilmezdi, yoksullukla çarnaçar bir halde yola çıktık. Başka türlü insanlığın içinde "ben şerefliyim" diyemezdik. İnsanlığa ulaşmak için "biz de bir insanız, biz de şerefli olacağız" diyerek yola çıkmamız gerekiyordu.
Bugün bile, aranızda bir çoğunuzun kendini halen tam olarak veremediği bu büyük kavga ortamına, biz çok umutsuz bir ortamda adım attık. Başka bir çaremiz de yoktu. PKK'de yola çıkmanın özü budur. PKK yoluna adım atmanın ölçüsü budur. Bu çağdaşlık yolu oluyor. Kesin kabul edilmemesi gereken aşağılık bir ihanet yolundan kurtulma, insanlığına sahip çıkma, PKK'nin adıdır. Bu, ne kadar yoksulluk, ne kadar kararsızlık olursa olsun, yürümekten başka çarenin olmadığı sonucuna varmak oluyor ve böylece adımlar atılıyor. Bizim siyasete ilk adım atışımız, siyaset sahibi olmamız böyle gerçekleşti. Eskiden buna din sahibi olma denilirdi, başka koşullarda felsefe sahibi, ideoloji sahibi olma denilirdi. Bizde de gerçekleşen budur ve buna bir yol sahibi olmak, devrimci siyasete ilk adımı atmak da diyebiliriz. Bırakalım halka dayanmak, bırakalım sınıfın, hatta grubun kendisine dayanarak yürümek, ne kadar namuslu ve onurlu birileri varsa onlarla yürümek gerekiyordu.
Bu ölçüler hepiniz için geçerlidir. Madem ki biz o koşullarda, o olanaksızlıklarda bunu bir namus meselesi, bir onur meselesi ve insan olma meselesi olarak gördükse, şimdiki koşulları göz önüne getirdiğimizde, bunların daha rahat görülmesi gerekir. Değil "şöyle sorun çıkarırım, böyle götürüm, biraz da döneklik yaparım" demek, doğrultuyla en ufak bir oynama bile suçtur. Bu suçu işleyen de ortaya çıkar. Yani kanıtlanan gerçeğimiz bu oluyor. Kişide sıradan bir dürüstlük varsa ve yine sıradan bir aydınlanmayı yaşayan biriyse, mutlaka doğrudevrimci yola ve siyasete girecektir. Bu bir insanlık kanunudur. Öyle "keyfimizin estiği gibi biz de coşa gelelim" ya da "halkı ayağa kaldıralım" gibi havai yaklaşımlarla alakası yoktur. Herkes belki macaracı olabilir, ama biz asla olamazdık! Herkes belki hayalleri uğruna, gönlü uğruna bir takım dalgalara kendini kaptırabilir, ama biz asla yapamazdık! Biz kılı kırk yararak, ölçüp biçerek yaptık. Tabii o zaman tutku da vardı, çaba da vardı, ki, bununla biraz ilerleyebildik. Fakat öncelikle yolun doğruluğu konusunda çok emin olmalıydık ve bu yapılıyordu.
Önder APO
- Ayrıntılar