
Basına ve Kamuoyuna!
1. 21 Mart günü saat 07.00 sularında Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Bilican Alayına ait bir tepeyi tutmak isteyen işgalci TC ordusuna ait 3 ayrı kol alana gelmek istemiştir.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
20 Mart günü 08.00-09.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Şikefta Brindara alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar

Halkımıza ve Kamuoyuna!
28 Şubat günü Medya Savunma Alanlarında yaşanan bir kaza sonucu Cigerxwîn - Zeki Süleymanoğlu isimli gerillamız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
16 Mart günü 18.00-19.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Marya, Angola ve Ferhat Tepeleri, Kovi sırtları ile Nêrweh köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Dünya tarihin de 20. Yüzyılda epey kanlı savaşlar olmuş, atom bombası gibi önemli bir silah Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmıştır. Bu da katliamların gelmiş olduğu düzeyi bize göstermiştir. Tarih sahnesinde insanlığa her türlü vahşet, imha, sömürü dayatılmış ve bu dayatmalar da belli kesimlerin çıkarları uğruna yapılmıştır. Birçok halk da bu siyasetlerin kurbanı olmuşlardı.
Tarihte Kürtler her zaman uluslar arası hegemonik güçlerin siyasetlerinin ve çıkarlarının kurbanı olmuşlardır. Özellikle 20. Yüzyılda yapılan politikalar da İngilizlerin ve bölge devletlerinin oyunları ile yapılmıştır. Halepçe katliamı da bunlardan biridir.
Bilindiği gibi İran-Irak arasındaki savaş döneminde Germiyan bölgesinde bulunan Halepçe kasabasına Saddam’ın cellâtlarından Hasan Ali Mecit Kimyevi’nin emri ile kimyasal gazlar, bombalar atılarak beş bin masum Kürt insanı katledildi. Geride binlerce yaralı ve sakat insan kaldı. Bu katliam geçmişte yapılan Kürtleri tarihten silme katliamlarının bir devamıdır. Kürtler topyekûn yok sayılmak istenmiştir. Dünyanın bu katliama karşı tavrı sessizlik olmuştur. Saddam rejimi sivil Kürt insanlarını katlederek adeta dünyaya meydan okumuştur. Aynı zamanda böylesi bir silahın elinde olduğunun mesajını vermek istemiştir. Bu siyasal boşluğun yaratılmasında ve katliamın gerçekleşmesinde işbirlikçi Kürt örgütlerinin de payı vardır.
Uluslar arası güçlerin desteği ile bu katliamı yapan Saddam, alelacele bir şekilde de aynı güçler tarafından idam edildi. Çünkü Halepçe gibi katliamlar da uluslar arası güçlerin payı ortaya çıkartılmak istenmiyordu.
16 Mart 1988 Enfal'ini gerçekleştiren Hizbil Baas rejiminin geride bıraktıkları da hiçbir zaman unutulamayacak olaylardandır. Binlerce köy boşaltıldı, birçok insan zindanlara atılarak ya idam edildi ya da ölüme terk edildi. Ailece zindanlara atılanlar oluyordu. Yine Saddam’ın kaleleri olarak nitelendirilen ve askerlerin kaldığı bu yerlere binlerce insan getirilip gözetim altında tutuluyordu. Toplu bir şekilde insanlar diri diri toprağın altına atılıyordu-gömülüyordu. Köylerde insanlar toplu şekilde kurşuna diziliyordu. Boşaltılan köylerde toplanan insanlar da özel olarak kooperatif evlerde tutuluyordu. Ortada kalan insanlar da Bahırke kampında toplanıyordu. Görünüşte beş bin insan katledildi. Ancak Enfal’e uğrayan insan sayısı yüz binlercedir. Verilen rakam 182 bindir.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen bu katliamın yaraları sarılmış değildir. Dünya bu utancı üzerinden atmış değildir. Halkımız halen bu katliamın acılarını gün be gün yaşıyor. Onun için bu katliamın yaralarını sarmak, sorumlularından hesap sormak en medeni yaklaşımdır. Yoksa kendisine çağdaşım, demokratım diyen, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok güç bu utançla yaşamaya devam edecektir. Güneyli güçler de her yıl bu katliamın duygu sömürüsünü yapacaklarına kendi politikalarını gözden geçirip halkın sorunlarına çözüm olmalılar. Güney’li halkımız da bu katliamın anısına kendisini daha fazla örgütleyip işbirlikçi siyasetlere karşı tavır sahibi olmalılar. Nasıl ki Halepçe katliamından sonra binlerce insan Amed, Muş, Kızıltepe kamplarında Kuzeyli Kürtler tarafından bir ilgi görmüşlerse Güneyli Kürtlerde aynı ruhla yaklaşmalıdırlar.
Mazlum Boran
- Ayrıntılar
Newroz, adım adım yaklaşıyor. Yeni bir mücadele yılının, baharının başlangıcı Newroz, her zamankinden daha fazla Newrozlaşan bedenlerin, özgürlük uğruna ölümsüzleşenlerin Newroz’u olduğunu bir kez daha gösterecek.
Uzun bir direniş tarihine sahip Kürtler açısından Newroz’un sadece bir bayram olmadığı, aynı zamanda zulme ve her türlü egemen, baskıcı, katliamcı, soykırımcı rejim karşısında onurlu duruşun kimliği olduğu biliniyor. Çağdaş Kürt tarihi açısından 1982 Newroz’unda eylemiyle Çağdaş Kawa unvanı alan Mazlum yoldaşın da bu onurlu duruşun en güçlü temsilcisi olduğu tartışma götürmezdir.
Mazlum yoldaşın direnişi, aradan geçen 30 yıla rağmen ilk günkü anlamından bir şey yitirmiş değil. Mazlum yoldaşın eylem ve duruşunun anlam ve önemi şüphesiz uygulanan vahşet ve baskının anlaşılmasından geçer. İnsan olmaktan çıkmanın dayatıldığı bir ortamda insanlıktan ve onun temsil ettiği özgürlük ruhundan taviz vermeden direnen Mazlum yoldaşın amacı ve eyleminin hedefi bugün her zamankinden daha fazla anlaşılmak, etüt edilmek ve temsil ettiği değerlere uygun olarak pratikleştirilmek zorunda.
Mazlum yoldaş en fazla ideolojik mücadelede keskin ve duyarlıydı. İdeoloji ise yaşamın kendisidir. Yani yaşama verilen anlam, ideolojinin kendisi oluyor. Her şeyin başının ideolojik duruş ve mücadeleden geçtiğini Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu. Diyarbakır zindanında ne yapılmak istendiğini, kendisine neyin dayatıldığını da herkesten çok anlıyordu. Onun için düşmanın amacını boşa çıkartmak üzere ilk direnme tutumu, mücadeleci tutum ondan geldi.
Faşist cuntanın “PKK’den vazgeçerseniz yaşarsınız, yaşamanız için PKK’den vazgeçmeniz gerekir” dayatmasına karşı Mazlum yoldaş PKK dışında bir yaşamın olamayacağını dayattı. Düşman dayatmasını boşa çıkarttı. Olacaksa bir yaşam Önderlik çizgisinde olur, yoksa yaşam olmaz dedi. 82 Newroz’unda yaptığı eylem, geliştirdiği direnişin temel anlamı odur.
Bu eylem ve direniş tamamıyla ideolojik bir mücadeleydi. Küresel kapitalist modernite sisteminin oluşturduğu inkar ve imha sisteminin temsilcisi olan 12 Eylül rejimiyle, PKK arasında; Önder Apo’nun geliştirdiği ideolojik politik çizgi arasında bir irade savaşı, inanç savaşıydı. Kürdistan’da yaşamı hangi çizginin yaratacağı, yönlendireceği, hakim olacağını belirleme mücadelesiydi. Mazlum yoldaşın başlattığı, Dörtlerin güçlendirdiği direniş ve ardından gelişen büyük ölüm orucu eylemi sonucunda bu mücadeleyi PKK kazandı, Önderlik çizgisi kazandı.
Mevcut direnişle zindanda ideolojik olarak 12 Eylül rejimine ve inkar sistemine öldürücü bir darbe vuruldu. 12 Eylül rejimi, sömürgeci soykırım rejimi kaybetti, başaramadı. Başarılı olamadığını insanlık dışı uygulamalarıyla tarihe kara bir sayfa olarak kaydolan Diyarbakır zindanının yakınlarında bir toplantıda cuntanın başı Kenan Evren bizzat itiraf etti. “Burada öyleleri var ki kafalarını kesseniz inançlarından vazgeçiremezsiniz” dedi. Yani kendi bildikleri dışında öldürsen de, ne versen de başka yaşamı kabul etmezler diyordu. Bu sözler, Önderlik çizgisi, PKK çizgisi karşısında 12 Eylül rejiminin ideolojik yenilgisinin ilanı, itirafı oluyordu.
Onun için zindan direnişi hala etkilidir. 2012 yılının Newroz’uyla bu direnişin otuzuncu yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz yıllık kesintisiz, amansız bir mücadele. Fakat bugün gibi taptazedir. Hala bugün gibi özgürlük ruhunu, bilincini, iradesini temsil ediyor. Halka yön veriyor. Hâlâ PKK mücadelesi büyük zindan direnişiyle anılıyor, yürüyor. Onun karşısında inkar ve imha sistemi de hala yeniktir. İdeolojik mücadelede inkar ve imha sistemi herhangi bir başarı elde edebilmiş değildir.
Geçen yıl Tayyip Erdoğan gitti, Kenan Evren gibi ağladı orada. O ağlama aslında yenilginin devam ettiğinin itirafıydı. Bu o durum zindan direnişinin etkisinin ne kadar güçlü olduğunun, hâlâ ne kadar canlı olarak yaşadığını gösteriyordu. Tayyip Erdoğan’ın o tutumu, o sözlerini öyle anlamak lazım.
Bu anlamıyla zindan direnişi ve bu direnişin başlatıcısı Mazlum yoldaşın eylemi öneminden, değerinden, Kürt halkının özgürlüğüne ışık tutma gücünden hiçbir şey kaybetmediği gibi geçen otuz yıllık mücadele içerisinde ortaya çıkan gelişmelerle daha canlı, daha çok yaşayan daha fazla etkide bulunan bir güç haline gelmiş durumda. Bunu görmemiz, anlamamız lazım. Her şeyin başı ideolojik mücadele oluyor, ideolojik gelişme oluyor.
Zindan direnişi bu anlamda bir zafer direnişidir. Yenilgiyi tümden yok etme direnişidir. O direnişçiler sömürgeciliğin bağrına en ağır, çıkartılamayacak bir kazığı çaktıklarını bizzat kendileri söylediler. Dolayısıyla da hala sömürgecilik o direnişin baskısı altında, ondan aldığı yenilginin ağırlığı altında debelenip duruyor. AKP bu yenilgiyi nasıl boşa çıkarırım tersyüz ederim diye o kadar çalıştı, sağa sola saptırmak istedi ama başaramadı. Bu bakımdan zindan direnişinin gücünü gerçeğini iyi anlamamız lazım.
Zindan direnişinin otuzuncu yıldönümü neredeyse aynı önemde yeni bir mücadeleye de tanıklık ediyor. Önder Apo, PKK’nin özgürlük çizgisinin yaratıcısı ve en büyük uygulayıcısı olarak 13 yıldır İmralı işkence sistemine karşı direnişini sürdürüyor. Bu işkence sistemini defalarca yenilgiye uğrattı. En son da 8 aydır normal bir insanın asla tezahür bile edemeyeceği koşullarda bu direnişini taçlandırıyor.
Yine Kürdistan ve Türkiye’nin birçok cezaevinde PKK’nin temsil ettiği özgürlük çizgisindeki ısrar ve onurlu Kürt duruşundan taviz vermeme tutumunun yarattığı direniş devam ediyor. An Azadî, An Azadî sloganıyla Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan amacını gerçekleştirmek için zindanlarda 12 Eylül faşist rejimine taş çıkartan uygulamalar karşısında Mazlum yoldaşın direnişine selam duruluyor.
Otuz yıl önce en ağır koşullara, en olumsuz şartlara rağmen direnişiyle zafer kazanan düşüncenin, ideolojinin bugün de yeni direniş hamlesiyle zafer kazanacağı kesindir.
Tabii bu zafer önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olunduğunun bilincinde olanların yaratacağı bir zafer olacaktır. Aldatma, hile, uyutma politikalarıyla sonuç alacağını zanneden AKP ikiyüzlülüğünü, onun Kürt insanına dayattığı satılmış, işbirlikçi Kürt kimliğini ancak yeni mücadele yılının, yeni bir direniş Newroz’unun gerekliliklerine göre hareket eden, yaşayan, mücadele eden onurlu, özgür Kürt duruşuyla yerle bir edileceğini unutmamalıyız.
Mazlum yoldaşın 30 yıl önce yaktığı üç kibrit çöpü eğer bugün eylemini gerçekleştirdiği Kürdistan’ın kalbinde yasaklanıyor, temel sloganı olan ya özgür yaşam ya hiç, ya PKK’yle yaşam ya hiç sloganı yasaklanıyorsa, bu, mücadelenin zaferinden duyulan korkunun ürünüdür. Bunu da görerek 2012 Newroz’una yüklenmek, hazırlanmak Mazlum yoldaşın başlattığı direnişi nihai zafere ulaştıracak yegane güç olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Hani diyorlar ya: “Hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun hiç kimse şu sorudan yakasını kurtaramaz: kimden yanasın! Zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden mi?”
Aslında her devrimci kendine ilk soruları yukarıdaki soruları sorarak başlar. Nasıl ki Ahmet Kaya “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” deyip devrimci sanatını icra etmiş ise devrimcilik de işte zorbalara, zalimlere ve cümle cemaat sömürücülere karşı ortaya koyacağı direnişle başlar.
Biliniyor Kartacaların ünlü ve büyük askeri komutanı Hanibal en dar, sıkışık, çıkmaz, inançsızlığın had safhada olduğu bir ortamda boşuna:”Ya bir yol bulacağım ya da bir yol yapacağım” dememiştir. Önemli olan böyle anlarda ya bir yolu bulmaktır ya da yol yoksa bir yolu yapmaktır. İşte devrimciliğin en güzel özelliklerin başından birisi budur. Herkesin umutsuzluğu yaşadığı bir ortamda herkese umut olacak olan adımı, kendi şahsında atmasını bilmektir. Dedik ya “artık namuslu olmak yetmiyor, namusun mihenk taşında vuruşmak gerek” misali en acımasız ve nefes kesen ortamlarda inadına direnmeyi bilerek gelecek kuşaklara ışık olabilmek gerekiyor. Bu ise özveridir, bu ise kendini feda etmesini-hem de hiç bir şey istemeden-bilmedir.
Hele hele Ataol Behramoğlu’nun dizelerinde dile getirdiği:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür”
Gerçeğini idrakına vararak, er meydanına çıkmak işte bir sıra dışılıktır. Sıra dışılık ise zaten devrimciliğin en yalın tanımı değil midir?
Tarihi hepimizi az çok okuyoruz. Okumaya okuyoruz da aynı sonuçları tarihin o tozlu raflarında çıkarıyor muyuz? “Tarih, ancak doğru okuyanların ders alabildiği bir kitaptır” diyor tarihçi. Önemli olan doğru olanı tarih sayfalarında bulabilmektir. Elbette “gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Ancak onca kan, onca ölüm, onca zarar görüldükten ve insan yaşamı kaybedildikten sonra gerçek açığa çıkmış kimin yararına, kimin yarasına merhem olabilir ki? Belki doğrunun açığa çıkması vicdanları rahatlatmak açısından yine de önemli olabilir. Ama lakin biz bir halkın günlük olarak katliamı yaşamasını sadece vicdanlarımızı rahatlatmak için gerçeklerin açığa çıkması için uğraşmayız ki? Biz her şeyden önce “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” felsefesini benimseyenler olarak yarın tarihin sayfalarına nostalji olsun diye bakma niyetinden olmayanlardanız. Bunun için vuruşma gününü bugün olarak seçiyoruz. Zorluklar da olsa, içerisinde ölümde olsa bugün vuruşmayı yeğliyoruz. Ve de şairin dediği gibi: “Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür, Hükmü verilmiştir oysa: Yıkılacak. Çürümüştür” çünkü.
Özcesi: “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali namusluların namussuzlara galebe çalması için kavganın tam ortasında, hem de kıyısında köşesinde kıyısında değil Xelil Dağ yoldaşımızın dediği gibi “tam göbeğinde yer almak” işte tarihin bize verdiği görev budur, ektiği bilinçte budur.
Özcesi: kıyısında köşesinde durmak değil, tam göbeğinde yer almak için tüm Kürdistan gençlerini ve kadınlarını yaklaşan Newroz’da dağlara çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
12 Mart darbesinin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970'lerin ilk defa düzenle kopuş temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklerine sert bir karşılık olan ve esas itibariyle o dönemlerin geliştirilen ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan kurtuluş mücadelesine yönelik de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade eden, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklik nedeniyle birçok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme karşı planlanan bir özel savaş darbesidir. Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiğini, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığını ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böyle bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlarda olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar, önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar. Kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaştılar ve devrimci ideolojik-politik temellerden koptular. Böylece düzenin oldukça etkisine giren ve birçok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen bir konuma düştüler. Lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler. Sonuçta bilindiği gibi 12 Eylül'le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emaresinin bile gösterilemediği, gösterenlerin de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart'ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor.
O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan kemalizme karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz. Yine Kürt hareketindeki ilkel milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, darbenin aslında bu gelişmeleri tohumlama halindeyken önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını, bu darbenin günümüze kadarki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik-askeri savaşımı göz önüne getirirsek, bir anlamda 1970'li yılların, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Diğer yandan bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek, sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek, çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak, adeta yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye'nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi hareketimizin somutunda böyle önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek, o dönemin önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye karşı direnilmiştir ve sonuçta buraya kadar gelinebilmiştir. Biz, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine (bu anlamda) aynı zamanda Türkiye'nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir. Biçimde Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve PKK, özünde Türkiye'nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye'nin devrimci partisi anlamındadır; bu işlevi de görüyor.
Buna karşılık Türkiye solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizgi temelinde partileştirememesi, eyleme-gerillaya kavuşturamaması, birçok nedeniyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi, ama bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, kemalizmin etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye'de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, bunun derinleştirilememesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamaması ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma ve çarpıtma esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur. En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor.
O dönemin gerek THKP-C, gerek TİKKO, gerekse THKO önderlikleri tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir. Ulusal soruna, Kürt sorununa cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Biz de bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir. Daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama kuşkusuz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. Demek ki o günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimiz, parti tarihimiz biliniyor ve gerçekten buna bir de böylesi bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğunu ve 12 Eylül'ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu ve yine öyle sadece bir günle veya birkaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci (geçen 20-25 yıllık zamanı) etkilediğini, esasta politikanın da, ekonominin de, her türlü yaşamın da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendiğini göz önüne getirdiğimizde, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya (ki buna 1920'leri de eklemek gerekir) TC'nin bu askeri niteliğine karşıdır, başka türlü değerlendirilemez. Aslında dayatılan bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey bir demokratizmdir, bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1970'lerden günümüze kadar devam eden aslında budur.
Bunu iyi görmek gerekiyor. TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmelerde rol oynayan kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır. Tüm isyanların, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyet rejiminin diğer bir sonucudur. Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi. Sonuçta çok sahte bir ucube kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozayiğini bozdu. Bozmakla da kalmadı, asimile etti ve en şoven bir yaklaşımla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki, bu, Hitler'i (ki o yalnızca bir Alman için ulusçudur), yine tanıdık birçok diktatörü bile geride bırakan amansız bir diktatörlük anlayışıyla yapıldı. Nitekim Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart da bunun bir aşamasıdır; 12 Eylül ise bunun daha derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır. Kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirebileceği özel savaşın her türlü biçimidir.
Hiç şüphesiz bunun arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal-aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar birkaç yüzyıldan beri egemenliklerini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve tabii bazılarını tarihten sildiler. Çok sayıda halkın tarihten silinmesinin yanısıra en gelişkin kültürlere sahip olan halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün, hatta İran kültürünün geriletilmesi (ki hepsi geri bir temelde oluşmuştur), bunun yerine birkaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunularak, özellikle Tanzimat'tan beri daha da geliştirilerek, kemalizmle birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak, işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılmaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı ve işkenceli, çok sömürülü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getirerek bu rejim ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, kısaca değerlendirdiğimiz böyle bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir; bunu iyi görmek gerekiyor. "Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum" diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. "Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, intikamımı almak istiyorum" diyen herkesin, halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir. Yani her ne kadar ideolojik, politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa da, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık olsa da, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşamı temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir.
Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böyle kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya bu tarihi anı anına yaşadıkları söylenemez; fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan Türk barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Bu mücadele başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlik yönünden çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomilerini, kendi kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, böyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böyle temel özellikleri olan bir harekettir. Ona düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacakları, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, yine böyle bir azılı rejimi tutan, bundan çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özellikleriyle, TC'nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böyle derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyeceklerini veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegane bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla inanıyoruz ki bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricisi olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmesi salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere-darbelere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23 yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. "Gerçek PKK'liyim" iddiasında olanlar, bir anlamda bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı, böyle kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK'nin özünü bu kadar tartışırken, öncülüğünü değerlendirirken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK'nin gerçeklerini göz ardı edemez. Bizi yaşayamayanların bizi temsil edemeyecekleri, bunun için PKK'nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır.
Kimsenin PKK'yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçilerin umudu olan bir örgütü hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez. PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir. Siz, o devrimcilerin tarihini, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan anılarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve bunlar, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz.
Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu görmemek, bu tarihten habersiz olmaktır. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Birçokları belki onların anısına (yoldaşları adına) ihanet ettiler, ama biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generallerinin her birisi, şimdi bize karşı özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan'da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zapt edenler, gerçekten şimdi Kürdistan'daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar.
Bunları bileceksiniz ve özellikle 12 Eylül pisliklerini, ortaçağ geriliklerinin pisliklerini taşıyanlar, PKK'nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar. Biz, ilkel milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık; onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz.
PKK'lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben, ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim. Devrimcilerin (Türkiyeli devrimciler de dahil) anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini, Kürdistan'da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi ve izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem. Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelenmediğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz hala kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz. Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Biz, tıpkı ilk çıkışımız gibi şevkliyiz, umutluyuz, canlıyız, yiğidiz. Bununla oynamayacaksınız. Tam tersine böyle olacaksınız. Devrimci ruhu bu kadar düşürmek, devrimci ruhun yiğitliğini, dürüstlüğünü bu kadar bulanıklaştırmak kimin haddine? Karşıma çıkmayın, diyorum, böyle hakaret etmek istemiyorum, ama nasıl olduğumuzu da bilerek bize yaklaşacaksınız. Yumuşak, esnek olduk diye tavizkar olduğumuzu sanmayın. Size büyük saygı-sevgiyle yaklaştık diye bizi çok ılımlı sanmayın. Bu kadar yapılana karşı bizim de yapacaklarımızın olduğuna inanıyorum. Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık. Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara, eğer biz tutarlı halk devrimcisiysek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra bireysel bunalım teorileriyle, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu, kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır.
Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları olmak, ya defolup gitmek vardır. Ortayolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o darağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün hala çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır.
Rêber APO
12 Mart 1994
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Mart günü saat 09.00 sularında İstanbul'un Beyoğlu ilçesine bağlı Sütlüce beldesinde çevik kuvvet aracına yönelik olarak gerçekleştirilen eylem, bir birimimiz tarafından gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 15 özel harekat polisi yaralanmıştır.
- Ayrıntılar