Agit arkadaşı ilk olarak 1985 yılının Ağustos ayında gördüm. Pusuya düşmüştük. O zaman A. arkadaşın grubunda yer alıyordum. Pervari’ye gitmiştik ve Pervari’de, Masiro suyunun başındaki bir noktada Agit arkadaşı görmüştüm. Fakat ne biz onu, ne de o bizi tanıyordu. Onunla birlikte başka arkadaşlar da vardı. Elbette daha ilk görüşte birçok özelliği hemen dikkatimi çekmişti. Yani arkadaşlarla ilişkisi, hal ve hareketleri, davranışları hepimizin dikkatini çekmişti. Elinde bir M-16 silahı, çantası ve bazı eşyaları vardı. Çok iyi hatırlıyorum; öğle vaktiydi ve hepimiz yemeğe oturmuştuk. Ancak sanırım yemek üzerinde biraz çok kalmamızdan olacak ki, ‘Doymadınız mı?’ demişti. Agit arkadaşın öyle demesi üzerine çok utanmış ve hemen yemekten kalkmıştım. Agit arkadaş benim bu tavrımı fark edince ‘Utandın bu yüzden yemedin değil mi?’ demişti. Evet, gerçekten de utanmıştım.
Daha sonra oradan ayrılarak başka bir noktaya gittik. 1985 yılının Ağustos ayıydı ve merkez toplantısı yapılacağı için herkes bu yeni gittiğimiz noktada toplanmıştı. O toplantıya katılanlardan şu anda hatırladıklarım Abbas ve Agit arkadaşlarla birlikte bir de Kör Cemal’dir. Elbette ismini hatırlayamadığım başka arkadaşlar da toplantı için hazır bulunuyorlardı.
Agit arkadaş yaşamı, tavırları ve her şeyiyle çok doğal bir duruş sergiliyordu. O toplantı sürecinde geçen ve arkadaşın doğallığını ve şakacılığını ifade eden bir anısını kısaca anlatabilirim. O noktada kaldığımız süre içerisinde, köylülerin otlatmak üzere araziye çıkardığı koyunların bir kısmı kaybolmuş ve bu koyunlar bizim bulunduğumuz suyun üzerine gelmişlerdi. Koyunların yanımıza gelmesi üzerine Agit arkadaş ‘Bu koyunları keselim’ diye öneride bulunmuş fakat A. arkadaş ‘Köylülerin koyunlarını izinsiz kesemeyiz’ diyerek Agit arkadaşın bu önerisine karşı çıkmıştı. Fakat Agit arkadaş birkaç kez daha ısrar etmiş ve her seferinde A. arkadaşın engellemesiyle karşılaşmıştı. Bunun üzerine Agit arkadaş, ‘Gidip bu taşın üzerinden sesleneceğim. Eğer üç seslenmeden sonra koyunların sahibi çıkmazsa onları kesebiliriz.’ demişti. Agit arkadaş bu fikrini de İslamiyet’te bulunan, ‘Eğer kaybolan bir şeyin sahibini bulmak için üç kez seslendikten sonra onun sahibi çıkmazsa onu alabilirsin’ şeyine dayandırıyordu. Sonuçta Agit arkadaş taşın üzerine çıkmış ve koyunların sahibinin olup olmadığını öğrenmek için üç kez seslenmişti. Aslında bu onun yaşamdaki ciddi ve olgun duruşu yanında zamanında ve yerinde olmak kaydıyla yaptığı esprilerle ortamı nasıl bir sıcaklığa kavuşturduğunu gösteren bir olaydı.
…
1986 yılında devlet, Gabar’a bağlı Q. köyüne silah vermişti. Agit arkadaş bu köyün silahlarını almak için bir eylem planlaması yapmış, ancak bu eylemde kimsenin ölmemesi için özellikle uyarıda bulunmuştu. Sadece devletten silah alanların silahlarına el konulacaktı. Bu eylemde Agit arkadaşın taktik ustalığını görmek mümkündü. Eylem köy erkeklerinin hutbeye gittikleri saatte yapılacaktı. Çünkü hutbede oldukları bir saatte eylemi kan dökmeden gerçekleştirmek daha kolay olacaktı. Eylem planlaması bu temelde yapılmıştı. Sisli bir gündü ve yerde hala kar vardı. Köylüleri hutbede yakaladığımızdan, aynı Agit arkadaşın planlamasında olduğu gibi hiç kan dökmeden silahlarını almıştık. Qarneyi köyüne yapılan bu eylemden sonra aynı tarz bir eylem de Z. denilen başka bir çete köyü için planlanmıştı. Yani bu eylemde de hiç kayıp vermeden ve köylülerden kimseyi öldürmeden silahlara el konulacaktı. O köyden bazı arkadaşların da bizimle beraber olması, eylemin daha kolay olacağını düşünmemize neden olmuştu.. Mart ayının 19’uydu. Akşam saatlerinde köylülerin bostandan geldikleri bir saatte pusu atmıştık. Köylüler yaklaştığında ‘Durun ve silahlarınızı bırakın’ diye köylülere seslenmiştik. Fakat köylüler planladığımız gibi davranmamış, ‘Sizin elinizdeki namussa, bizim elimizdeki de namustur.’ diyerek bize ateş açmışlardı. Köylülerin ateş açması üzerine biz de karşılık vermiştik. Çıkan çatışmada biz kayıp vermemiştik fakat köylülerden birkaç kişi vurulmuştu. Bu eylemde Agit arkadaş hazır değildi. Belki o olsaydı köylülerden kimseyi öldürmeden de eylemi gerçekleştirebilirdik.
Eylem yerinden akşam noktaya döndüğümüzde, Agit arkadaş yeni bir eylem planlaması için bizimle bir toplantı yapmıştı. S. ve F. köylerinde düşman askerlerine pusu atılacaktı. Bu eylemi yaklaşan Newroz bayramı ve Mazlum arkadaşın anısına yapacaktık. Agit arkadaş eylem planlamasını anlattıktan sonra ‘Askerlere sabah saat 4–5 arası pusu atacağız. Newroz’u kutlayacağız. Mazlum arkadaşın anısına Newroz’u eylemimizle kutlayacağız. Türk devleti kanımızı döküyor, biz de yarın onların kanını dökeceğiz’ demişti. 20 Mart sabahı saat 4–5 civarıydı. Gün aydınlanmıştı ve Agit arkadaş eylem planını tüm ayrıntılarına kadar hesaplamıştı. Yani önce geçen askerlere taş yuvarlayacak, daha sonra da tarayacaktık. İki grup halinde örgütlendirilmiştik. Harun arkadaşın grubu F. kapısına gitmişti. Benim içinde olduğum Agit arkadaşın grubu ise S. kapısında kalmıştı. F. kapısındaki askerler, beklediğimizden erken görünmüşlerdi. Bizim bulunduğumuz taraftaki askerler ise biraz aşağıda kalmışlardı. Harun arkadaşın grubu askerleri taradığında S. tarafındaki askerler silah seslerinden dolayı yerlerinden çıkmamışlardı. Silah seslerini duyan Agit arkadaş; ‘Hemen gidelim. Fazla kalmamız iyi olmaz, helikopter gelirse indirme yapar.’ demişti. Geri çekilmeyi yaptıktan sonra eylemi yapan Harun arkadaşın grubuyla bir yerde toplanmıştık. Eylemde silah, çanta, radyo vb. malzemeler de alınmıştı.
Aynı gün yani 20 Mart’ta Gabar’a doğru yola çıkmıştık. Oradan da B. köyüne gidecektik. Meydin sırtlarına gelmiş fakat köyde asker olduğundan girememiştik. Meydin sırtlarında yaklaşık altı gün kalmıştık. Hatırladığım kadarıyla 25 ya da 26 Mart günü arkadaşlar gidip koçerlerden bir torba un, beş kilo yağ, iki kilo tuz ve birkaç kilo da şeker getirmişlerdi. 27 Mart’ta Agit arkadaş ‘Hazırlanın randevuya gideceğiz. Diğer karakolu da kaldırmamız gerekiyor. Bu karakolu kaldırırsak, düşman araziye fazla çıkamaz ve halka da fazla baskı yapamaz.’ demişti. Ben, Y. ve C. arkadaşlar yolu kontrol etmek için görevlendirilmiştik. Biz önden gidip yolu kontrol etmiş ancak etrafta herhangi bir şey görememiştik. Etrafta herhangi bir hareketlilik olmadığından, durumu soran Agit arkadaşa etrafta asker olmadığını bildirmiştik. Önce yolu tanıyan birkaç arkadaş geçmişti. Gelen arkadaşların içinde Şehit Harun ve Şehit Şehmus arkadaşlar da vardı. Bu arkadaşlar yolu kontrol ettikten sonra Agit arkadaşa düşman olduğunu söylemişlerdi. Grubumuz 32 arkadaştan oluşuyordu ve askerlerin olduğu yönden gitmek grubu riske atmak olacaktı. Bu yüzden Agit arkadaş ‘Askerlerin bulunduğu yönden gitmeyelim. Başka bir yerden dönelim.’ demiş, böylelikle karşımıza çıkan beklemediğimiz durum karşısında inisiyatifi elden bırakmamış ve hemen bir alternatif yaratmıştı. Döneceğimiz yer S. köyüne doğruydu. Grup olarak gidip bir yerde bekledik. Burada ateş yakıp birer sigara içtikten sonra herkes karı temizleyip tahtalar üzerinde yerini yapmış ve dinlenmeye başlamıştı. Zaten battaniye, mont vb. eşyalarımız yoktu.
Gece bir buçuk civarında tekrar harekete geçmiştik. Çok güzel bir hava vardı. Yukarıda yıldızlar, yerde donmuş kar geceye ayrı bir güzellik katıyordu. Bir, bir buçuk saat kadar yürüdükten sonra öncüler durmamızı söylemişlerdi. Çünkü yolda izlere rastlamışlardı. Bu durumu netleştirinceye kadar beklememizi söylemişlerdi. Herkes durduğu yerde yorum yapmaya başlamıştı. Bazıları ‘Dünün izleridir.’, bazıları ‘Keklik izleridir.’ diye yorumlar yapıyordu. Agit arkadaş ‘Gürültü yapmayın. Biraz bekleyelim, eğer düşmanın izi ise zaten pusuya düşmüşüz demektir.’ demişti. Bir süre öylece bekledik. Birden kendimizi büyük bir ateş çemberinin içinde bulmuştuk. Atılan bombaların ve patlayan silahların sesleriyle hepimiz kendimizi yerde bulmuştuk. Tüm bu gürültü içerisinde duyduğum tek ses ‘Geri çekilin’ sesiydi. İbrahim arkadaşla bir taşın yanındaydık. Daha sonra izli mermiler atıldı. Metin arkadaş da yaralanmıştı. Geri çekilme yaparak bir yerde toplanmış ve hemen arkadaşları saymaya başlamıştık. Ancak Lezgin ve Agit arkadaşlar yoktu.
Hepimiz onları aramaya koyulmuştuk. İki noktaya da bakmış, ancak onları bulamamıştık. O zaman yaptığımız en büyük ve halen ağırlığını en derinden hissettiğim hata Agit arkadaşın cenazesini almamamızdı. On şehit verme pahasına da olsa, Agit arkadaşın cenazesini mutlaka almalıydık. Cenazesi düşmanın eline geçmemeliydi. Onları bulamadan son noktaya doğru yola çıkmıştık. Çatışma akşama kadar devam etmişti. Akşam olduktan sonra bir tepenin başında durmuştuk. O sırada Siirt yönünden çıkan ona yakın helikopterin, pusuya düştüğümüz yere indirme yaptığını gördük. Gabar’ın köyleri askerlerle dolmuştu. İndirmeler akşama kadar sürmüştü. Her taraf askerler tarafından tutulmuştu. Birçoğumuz artık kurtulabileceğimizi hiç düşünemiyorduk. Akşama kadar mevzide kalmıştık. Yaralı arkadaşlar da vardı ancak onlara verebilecek fazla bir yiyeceğimiz yoktu. Elimizde sadece çok az bir şeker ve suyumuz vardı. Bunlarla da ancak yaralı arkadaşları besleyebiliyorduk.. Akşam saat yedi sıralarında Türk kanalları ‘Apo’nun sağ kolunu öldürdük’ diye bir haber yayınlıyorlardı. Agit arkadaşın şehit düştüğünü böyle öğrenmiştik. O anı anlatmak, yaşadığımız duyguları dile getirmek gerçekten çok zor. Aradan geçen bunca yıla rağmen, hala o anın duyguları bugünkü gibi taze. Bu haber üzerine hiçbirimizde moral kalmamıştı. Dile getirilmesi çok ağır bir atmosferdi o an yaşadıklarımız.
Agit arkadaş adeta yaşayan bir PKK ve Apocu ruhtu. Herkese hayat veriyordu. Onun yanında başarmanın dışında kimse farklı bir şey düşünmezdi. Agit arkadaşı şahadetinden sonra daha iyi anladığımızı, tanıdığımızı söylemek yanlış olur. Çünkü onunla kalan arkadaşlar, onun yaşarken nasıl bir insan, komutan ve savaşçı olduğunu görebilmekte, hissedebilmekteydi.
…
Ben biraz da Agit arkadaşın insanlara yaklaşımını, yaşam anlayışını anlatmak istiyorum. Agit arkadaş herkesle arkadaş olabiliyordu. Mesela bir çobanla da, bir çocukla da arkadaşlık yapabiliyordu. İnsanları kazanmak onun için her zaman esas olandı. Yani insanlara değer verirdi.
Bizlere sürekli olarak Kemal Pir ve Mazlum arkadaşların örneklerini verirdi. Mazlum ve Kemal Pir arkadaşlarla birlikte kalmıştı. O zamanlar düzenli eğitim görme imkanımız olmadığından, yaşamın her anını bizim için bir eğitim alanına dönüştürmeye çalışırdı. Yemekte, eylemde, yürürken, sürekli bu arkadaşların eylemlerini bize anlatırdı. Yine tarihte adı geçen büyük önderlerden bahsederdi. Mao’dan, Lenin’den bahsederdi. Tabii biz onların kim olduklarını fazla bilmiyorduk.
Agit arkadaşın en belirgin bir özelliği de arkadaşlarla arasına fark koymamasıydı. Yani bir savaşçı nasıl yaşıyorsa, Agit arkadaş da öyle yaşıyordu. Küçük bir örnek verecek olursak, nöbet listelerini sürekli kendisi düzenler, göreve giden arkadaşların yerine çoğu zaman kendisi nöbet tutardı. PKK Merkez Komite üyesiydi ama bir savaşçı gibi yaşıyordu. Agit arkadaşın yaşam tarzına baktığında yerine göre bir komutan, yine yerine göre bir savaşçı olduğunu çok rahatlıkla görebiliyordun. Bizlere okuldaki anılarını anlatır ve yaptığı esprilerle en kötü durumda bile bizlere moral vermeye çalışırdı. O zamanlar bunu yapmak, koşulların zorluğunu unutturmak gerçekten çok önemliydi ve bunu herkes yapamıyordu.
Tekrar geriye gidersek, 1986 Şubat ayında girdiğimiz bir çatışmada, atılan mermilerin hesabını sormuştu. Bazıları yirmi, bazıları otuz mermi atmıştı. O zaman: ‘Siz attığınız mermileri tekrardan kaldırabiliyor musunuz? Bunları halk size veriyor, siz de gidip onları getireceksiniz. PKK’nin deposu yok. Bu nedenle düşmanın üzerinden silah kaldırıp kendi cephanemizi kendimiz yaratacağız.’ diyordu. Yine aynı yıl 15 Şubat’ta yapılan toplantıda hiçbir şeyimiz yoktu. Ne ekmek, ne çay, ne de sigaramız vardı. Agit arkadaş çok sigara içerdi. Fakat kutusunda tek bir sigarası kalmıştı. Toplantıya ara verildiğinde, kutusunda kalan son sigarayı da içmesi için bir arkadaşa vermiş, fakat arkadaş son sigara olduğu için içmemişti. Agit arkadaş ‘Ben içersem kokusu size gelir. Bunun için her biriniz birer yudum alın ki ben de içebileyim’ demiş fakat Agit arkadaşın tüm çabasına rağmen arkadaşlar içmeyince sigarayı tekrar kutusuna koymuştu. Daha sonra gittiğimiz bir köyde her arkadaşa tütün verildikten sonra, o da o kutusuna koyduğu sigarayı içmiş, o zamana kadar sigarasını içmemişti. Yani Agit arkadaş yaşamıyla örnek bir komutandı. Onun yaşamı, ilişkileri sürekli öğreten bir tarzdaydı. Ama bir o kadar da mütevazı bir yaşam öğretmeniydi. Agit arkadaş o süreçte yapılan birçok eylemde bizzat kendisi öncülük yapmıştı. Yani söylediğini uygulayan bir savaş komutanıydı o.
Bu anlamda Agit arkadaşın tarzını bir kez daha anlamak bizim için çok önemlidir. Başkan Apo’nun felsefesinde olmaz diye bir şey yoktu ve Agit arkadaşın da kendisine esas aldığı felsefe buydu. Fakat bugün birçok imkan olmasına rağmen, bunları yeterince değerlendirememekteyiz. Tabii o zamanlar sayının az olması, kontrol ve hakimiyeti kolaylaştırıyordu. Bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Agit arkadaşın kadına yaklaşımı da daha o zamanlarda öğreticiydi. Hiçbir zaman kadını küçük ya da yük gibi gören bir yaklaşımı olmadı. O süreçte şehit düşen ve bu vesileyle tekrar andığımız birçok kadın yoldaşımız vardı. Havva, Saadet, Ruken ve Sultan arkadaşlar isimlerini hatırladıklarımdır. Bu arkadaşlar 1985 yılında şehit düştüler. Agit arkadaş onların şahsında gelişen Kürt kadınını görebiliyordu.
Agit arkadaşı anlatmak benim için çok zor olsa da, onunla yaşamış olmak da aynı derecede gurur veriyor. PKK’nin böyle yiğit bir önderi ile yaşamış olmak bizi bugünlere kadar getirmiştir. Çünkü mücadeleyi onlardan öğrendik ve bu, Önderliğe, şehitlere olan bağlılığımızın her zaman yeşeren tohumları olmuştur. Mücadele içerisinde bulunduğumuz süreç boyunca ihanetçilerle de yaşamamıza rağmen, Agit arkadaş ile yaşamış olmanın bize verdiği güçle, ihanetçilerin üzerimizde hiçbir etkisi olmamıştır.
Agit arkadaş partinin yetkilerini herkese vermezdi. Bu konuda görevlendirdiği arkadaşların hepsi, büyük kahramanlıklarla göreve bağlılığın somut örneklerini yaratmışlardır. Hatırlıyorum; o zamanlar ihanetçi Zeki de grubumuzdaydı. Fakat tüm o süre boyunca, Agit arkadaş şehit düşene kadar da Zeki’nin grupta herhangi bir görev aldığını görmedim. Agit arkadaş, hem Merkez Komite üyesiydi, hem de takım komutanımızdı. Agit arkadaşın bizzat görevlendirdiği arkadaşlardan hatırladıklarım şunlardır: Dersimli Kemal arkadaş; 1987 yılında Xani’de şehit düştü. Serhat’lı Cafer arkadaş; 1987 yılında benim yanımda şehit düştü. Harun arkadaş; Amed’in Lice ilçesinde şehit düştü. Dersim’li Sarı Hüseyin arkadaş; Savur’da bir evde yemeğe konan zehirle şehit düştü..

Agit arkadaşın eşyaları Cafer arkadaşın yanındaydı. Bu eşyaların yanında Agit arkadaşa ait olan yazılar da vardı. Fakat bu yazılarla birlikte, diğer eşyaları da yakılmıştı. Bütün eşyaları bir çantanın içindeydi.
15 Nisan 1986’da Gabar’da P.S. denen yerde, Agit arkadaşın anısına yaptığımız bir eylemde çatışmaya girmiştik. Çatışmaya giren grupta on bir arkadaş vardı. Çünkü grup grup dağılmıştık. Bu çatışmada etrafımız kuşatılmıştı. Cafer arkadaş kuşatmadan kurtulmamızın mümkün olmadığını, bu yüzden önce Agit arkadaşın eşyalarının bulunduğu çantayı yakacağını, daha sonra da bombalarımızla intihar edeceğimizi söylemişti. Seyit arkadaş ve ben düşmanın uzak olduğunu, bunun için eşyaları yakmadan ve bombalarımızı patlatmadan önce biraz beklememizin daha iyi olacağını söylemiştik. ‘Çatışırız, daha sonra eğer mermilerimiz biterse, o zaman intihar ederiz.’ demiştik. Fakat Cafer arkadaş eşyaların düşmanın eline geçmesinden çekindiği için çantayı hemen yakmıştı. Biz de bir şans eseri kuşatmadan kurtulmuştuk.
Şehitlerimize karşı borçlu olduğumuzu her an hissederek yaşamak bizim için çok önemli bir sorumluluk ve ağırlık duygusunu ifade ediyor. Onların anısına göre olmayan tek bir günü bile kendimiz için kabul etmememiz, bu anlamda her zaman onun ahlaki ve vicdani hesaplaşması içinde olmamız gerekiyor. Bugün vesilesiyle Agit arkadaş şahsında tüm şehitlerimiz bir kez daha saygıyla anıyorum.
- Ayrıntılar
“Eylem tahminen saat 5’te olur. 6’da benim için BBC’yi dinleyin. ‘Deli bir kadın kandırılarak patlatıldı’ diyecekler.”
Şahadetin ötesine uzanan bir öngörüyle zafere ışıltısı vardı gözlerinde. Şimdi 96’nın 30 Haziran’ı, akşam saat 6 ve BBC aynı yorumu verdi bir Türk yetkilisinin ağzından. Nasıl da bilmiştin düşmanın senin gücünü inkar edeceğini. Tıpkı ölümünle yaşamı yarattığını bildiğin gibi. Hamile bir kadın görüntüsüyle gidecektin eyleme. Düşman hamile kadınlardan da çok korkacak, ama korksunlar! Çünkü “Her doğan çocuk ülkesinin özgürlüğünü arayacak, bu topraklarda.” demiştin.
Sen eyleminle bir ülke doğururken tüm hamile kadınlar sorgulandılar, iki kez arandılar ve bundan gururlandılar kendilerinden korku luyor diye. Ve bu kadınlar, seni anarken her biri bir parça özgürlük doğurdu, senin eşliğinde.
İki gün sabredip bizi gözlemledin. Kim bilir ne okudun gözlerimizde, -ki hep mütevazı ve utangaç gülümsedin. Akşama doğru çayımı zı ateşe koyarken soruverdin; “He val, neden bomba yapımına başlan madı daha?” Kaçamak, bir parça da panikçi bir cevaptı bizimkisi; “TNT’ler nemli, onları güneşe koyup kurutuyoruz. Suyun kaynamasına az kaldı, ben gidip çay getireyim.” Bir diğeri; “Ben de şekeri” bir diğeri; “Ben de bardakları.” Hepimiz ortadan kaybolduk. Seni tek başına bırakarak. Geri döndüğümüzde ise her birimiz büyük bir hevesle konuyu değiştirmeye koyulduk. Ama izin vermedin, yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız sohbeti devam e dişimize rağmen; “Heval ben bom bayı sordum.” Ciddi bir askerin soğuk kanlılığıyla başka bir eylem için hazırlayacağımız bombadan söz eder gibiydin ve devam ettin; “Ken dimle birlikte hepinizin umutlarını kattığım şeyin ne kadar sağ lam ve etkili olduğunu bilmem gerekir. TNT’ler nemli olmasın, içine çok fazla alçı parçası yerleştirelim. Çok şiddetli ve etkili olmalı, içinde zerre bırakmamalı.” Ne diyeceğimizi şaşırdık. Ortada zerresi kalmasın dediğin şey senin bedenindi, yani arkadaşımızın. Söz söyleyemedik. Öfkeyle kimimiz elimizdeki çubuk la közleri, kimimiz toprağı karıştırdık. Üzüntümüze dayanamadın ki, havayı yumuşatan yine sen oldun. Kimimizin utangaç talimat veren komutanlığı, kimimizin beceriksizce yaptığı yemekleri, bir ötekinin her şeyi aşırı ince eleyip sık dokuyan yaklaşımlarını taklit ve esprilerinle anlattın.
Zaman, közün başında gecenin bilmem hangi saatine ulaşmıştı. Ön ce çocukluğun, sonra gençliğin, annen, kardeşlerin, arkadaşın, kimlik sorunun, militanlıkta karar kılışın, kısa gerilla deneyimin ve Önderlik. Her şeyden daha fazlası da Önderlik! Bir o kadar da halkın ve kadınlığın özgürlüğüne yol alışın ve tabii ki eylem kararın. Anlatımla zaman sonsuzlaşıyor; coşkun, sözleri bütün zamanlara ait kılıyor. Eylem anını tasarımlarınla anlatırken zaman avuçlarının içinde ve eylemini gerçekleştirmiş olan birinin huzuru ve büyüklüğüyle, her şeye meydan okuyan derin bir sessizliğe gömülüyorsun. Sonra tekrar dalıyorsun yaşamının ayrıntılarına; tabii seninle birlikte bizler de dalıyoruz.
“Çocukluğumda beni en çok zorlayan, yoksullarla zenginlerin arasındaki farktı. O yüzden hep yoksullarla arkadaşlık kurmayı severdim. Ulus bilincim zayıftı, ailede hiç tartışılmadı. Alevilik - Sünnilik tek kimlikti. İşte kimliksiz sol bu gerçeğe dayalı olarak yaratılıyor. Üniversite yıllarında kökenimi araştırdım ve ulus kimliğimle tanıştım. Sonrası mı? Buraya kadar getirdi beni.... Nerede ezik bir Kürt görsem duruşuna tepki le nirdim. Ona sahiplenerek kendisine güvenmesini istedim. Kimliğimi en çok Ada na faaliyetlerinde hissettim. Susamış casına halkımla oldum. Onlar en güzel şeyleri fazlasıyla hak ediyorlar.”
Kelime kelime sadık kalamadıysam da söylediklerine halkının insanlık ailesi içinde yerini alması için eyleminle en güzel varlığını ortaya koydun. Bu bir kadının halk sevgisiydi. Köleliği, halkıyla at başı gitmiş olan kadının bundan daha güzel bir özgürlük arayışı olabilir miydi?
Demiştin ki; “Annem beni faz la anlamadı. Neden PKK’ye katıldım, neden tercihim farklı oldu? Yanında olmamı istiyordu. Eylemimi anlayacak mı? Oysa acı değil, mutluluk duymasını isterdim. Keşke şu an ya nımda olsaydı da tartışabilseydim. Ey lemimin onun için de olduğunu söyleyebilseydim.” Er tesi gün yaz dığın mektupta kadın özgürlüğünden, anne olmanın güzelliğinden, halkına çocuğunu sahiplenmesi gibi yaklaşması gerektiğinden, kadının kurtuluşunun ülkenin kurtuluşundan geçtiğinden ve onu ne kadar çok sevdiğinden bahsettin. Eylemin ülkeye dönüştü, yani a naya, özgürlüğe dönüş. A MAR Gİ... Bu kavramın anlamını o zaman bilmesek de eylemin bunu tanımlayacak, tanımın ötesinde ifadelendirecekti.
Huzurlu ol Heval Zilan. Annen seni sahiplendi; ülkeye, anaya dönüşüne sevindi ve bundan gurur duydu. 5000 yıllık köleliğine rağmen onunkisi yine bir kadın yüreğiydi. Başka türlü davranabilir miydi bu büyüklük karşısında? Duruşun kadınca, eylemin kadınca.
Gerillacılığın, o eşsiz acılarla kut sanan askerliğin...
“Beynim ve yüreğimle bir askerim ben. Eylemim vurucu olmalı, sıradan değil. Kürtler hep başkasına iyi asker olur diyorlar. Onlara Kürtlerin kendileri için askerliği nasıl yaptığını göstereceğim. Düşman çok korkmalı. Bu topraklara bastığına bin defa pişman olmalı. Neye uğradıklarını şaşıracaklar. Artık çok korkacaklar, değil mi heval? Çok panikleyecekler.”
Tıpkı söylediğin gibi oldu. Son tellerine kadar emre amade bir askerin, varlığını havaya uçurmasından nasıl etkilenilip korkulursa öyle korktular. Bombanın patlaması sonucu ölümle tanışırken yaşamla ölüm arasındaki o birkaç saniyede, onların olmayan bir ülkede bulunmanın o derin pişmanlığını eminiz ki yaşadılar.
“Başkan Apo!” Büyük bir özlem ve bağlılıkla sarfettiğin iki kelime. “Keşke görebilseydim, bir kez sarılabilseydim.” derken ilk defa ağladığını gördük, uzun ve sessiz bir ağlayış. Sana ve ağlayışına o an, böyle bir imkan yaratamamanın ezikliğiyle katıldık. Sen bir taraftan Başkan’ı göremeyişinin acısını düşmana ifadelendirirken, bir taraftan da en güzel sevgi sözcükleriyle Başkan Apo’nun yüreğindeki varlığını daha da güçlendiriyordun. Anlatımlarının çoğunluğu Başkan’a dairdi. Fakat şu cümleni hiç unutmadık; “Hissediyorum, Başkan bu eylemi gerçekleştirirken ki nedenlerim ve amaçlarımı çok özgün ele alacak ve beni her şeyimle anlayacak.” Önderlik, eyleminden sonra; “ZİLAN BİR TANRIÇADIR!” söylemiyle sonsuzlaştırdı seni. Aslında sen hislerinin ötesinde Başkanı anlamış ve kendini ona adamıştın.
Kutlu olsun Tanrıçalığın. Kutlu ol Tanrıçamız ZİLAN!
Hele şehitlerimiz; “Mazlumlara arkadaş olmak istiyorum. Onların ideolojik gücü ve fedailikleri beni çok çekiyor.” Şehitlerle olan yoldaşlığını nasıl güçlü yaşadığını anlatabilir miyiz? Tek bildiğimiz şey çoktan onlarla yaşamaya başladığındı. Her gece gördüğün rüyalarda Hakiler, Kemaller, Beritanlar, Mazlumlar vardı. Yalın bir anlatımla özetlerdin; rüyalarını yorumlayamazdık; sadece susardık. Zaten sen de gözlerindeki ifadeyle sesli yorumlamayın der gibiydin. Yorumun ötesinde, seninki paylaşılmaya başlanmış bir dünyaydı ve bunun üstüne söyleyecek söz olamazdı elbette.
Duygu yoğunluğun tarifsizdi. Anlatımların ve duyguların at başı gidiyor. Sosyalizme inancın teorik bir söylem değildi. Ruhun coşuyor, ellerin hararetle sallanıyor ve heyecanlanıyorsun. Sevgiyle söz ettiğin an, her şey yumuşak bir dokunuşa dönüşüyor. Hele Başkan’dan söz ettiğinde tam bir çocuk gibisin. Ço cuklar sevginin gücüne sonsuz inanır ve masumlaşır, tıpkı sende olduğu gibi. Sonra öfken gözlerinde şimşek gibi çakıyor, her şeyi bir yumrukta parçalayacak gibi oluyorsun. Üzüntün, hemen gözlerimdeki yaşlarla ifadeleniyor. Şaşkın başlarımız altında; “İnsan üzüntülerine ağlamaktan çekinmemeli; tabi eğer üzüntünün nedenini aşacak gücü varsa. Eğer yoksa bu gözyaşları zavallıca olur.” diyorsun. Her çeşidinden bir duygu fırtınasına kapılmış gidiyoruz, yüreğimiz sıkışıyor, bilincimiz almıyor. Dayanamıyoruz... Tam da bu noktada müthiş bir tarihsel öngörüsüzlük. O an, yoldaşını randevulu bir ölüme göndermek istememenin duygularına sığınarak; “Heval Zi lan bu eylemi yapmayalım. Bombayı Dersim merkezine gönderelim, yine etkili patlatırız. Sonra sen de hep saldırılara gidersin, bir değil on eylem yaparsın” Sen; “Beni seviyorsunuz, sevgi beni sonsuz mutlu eder. Ama duygularımdan korkmayın. Bombayı patlatacağım an bu duyguların hepsini birarada yaşamalıyım. Beynim silahımsa duygularım tetiktir. Üzülmeyin desem de üzüleceksiniz. Ama rahat olun. Güvenin bana, bu eylem gerçekleşecek. Özgürlüğün bedeli şahadetse, hepimiz de bu bedel ödemelerin adayıyız. Öyleyse fark yok aramızda.” demiştin. Sonra sessizlik... Engelleme çabalarımıza rağ men birbirinden saklamaya çalışılan göz yaşları. Zaman her şeyi süzgeç ten geçirdi o an. Süzgecin yüzeyinde kalan sadece senin sözlerin ve o an. Duygular tarifsiz, o an artık her şey.
Eylem keşfi ve hazırlığı, her şey tamamlanmıştı. O gece saat 3, çığlık çığlığa bağırıyorsun. Panikle seni uyandırıyoruz, ama sen yine ağlıyorsun. O an çaresiziz, o an öfkeli, o an bütün dünyayı yerle bir etmenin istemi. Seni zorluyoruz; “Heval Zilan ne olur söyle, ne gördün?” Çok ısrar ediyoruz ve sen hiç de beklemediğimiz bir cevap veriyorsun bize; “Rüyamda bombayı patlatacağım, ama patlamıyor. Düşman beni yakalıyor ve her şey boşa gidiyor. Zafer onların oluyor.” Karanlıkta yüzümüzü görebilseydin ne kadar dehşete kapıldığımızı görürdün. Karanlığa sığındık... Onu her zamankinden daha çok sevdik. Sabah gördüğün rüyanın etkisiyle daha tedbirli olmaya karar verdin. “İki el bombası götüreceğim. Eğer bomba patlamazsa el bombalarının etkisiyle patlarım. İşimiz şansa kalmasın, düşman sevinmesin.”
Daha nice şeylerle tamamladık, birkaç günü. Saçlarını kat kat kestik, elbiselerini tamamladık. Her şeyiyle ülke doğuracak bir kadın görünümündesin. Vedalaşmayı anlatmayacağım, bizden zafer işareti yaparak uzaklaşmanın dışında. Arkandan tekrar tekrar aynı cümleler; “Bir sorun çıkarsa lütfen geri dön, kendini riske atma, seni bek leriz.” Üç defa dönüp kocaman gülümsedin ve rahatlatıcı bir el salladın, sonra koşarak el salladın. “Bir sorun çıkarsa .....” en az on defa daha karanlığa bağırılmış sözler. Geride seni yalnız göndermenin üzüntüsü, ne olacak kaygısı, bilincimizin her karesinde anıların ve anlama zorunluluğunun yüküyle.
Altı-yedi günlük endişeli bir bekleyişten sonra 30 Haziran’da akşam saatleri, tepeciler müjdeliyor: “Dersim merkezde kocaman bir patlama!” Hepimiz Zilan diyoruz. Bütün düşman cihazları kilitlendi, ölenler öldü, ölmeyenler işgalci olmanın günahıyla cehennemi yaşarken gördüler. Bizler ise, seni tam anlayamasak da gurur duymanın o güvenilir duruşuyla yüreğimiz ve beynimizle tam bir çatışma meydanıyız.
Özgürlüğe olan inanç gibi sana inanıyoruz HEVAL ZİLAN
Bir Gerilla- Ayrıntılar
Bazen insanlar mücadele içerisinde hiç hayal etmedikleri olaylarla, büyük mucizelerle karşılaşır. Kürdistan’ın telli coğrafyasında hayali bile zor bir yolculuğa başlamıştık.
- Ayrıntılar
Tekrar geçmişe gitmek o acıyı tüm tazeliğiyle yeniden yaşamak bizler açısından çok zordur. Dünyada ve tarihte hiç görülmemiş böyle bir trajediyi yaşamak ve onunla mücadele etmek bizler açısından acıdır. Ve bunları çoğu zaman bilinçsizce yaşayan ve onun anlam mücadelesini vermeye çalışan yine bizleriz? Gafleti içinde yaşatan bilinçsizlik, gözümüze perde çekmişti. Dünyadan ve kendimizden habersizdik. Dünyada ne oyunlar oynandığını bilmiyorduk.
Sonbahar yağmurları hiç dinmeden devam ediyordu. Gece karanlığında yol almaya devam ettik. Sabaha kadar yürüdük, zar zor kendi yerimize ulaştık. Kamuflajlı bir yerde kaldık. Küçük bir ateş yaktık ve kendimizi kurutmaya çalıştık. Bu nokta çok güzeldi. Mitolojide anlatılan sedir ormanlarını anımsatıyordu. Ormanın içine daldıkça kayboluyorsun. Gece yürümek burada zorlayıcıydı. Bu güzelim ormanlarda insan huzur buluyordu. Bugün huzursuzdum. Naylon çadır altında közün etrafında oturuyorduk. Radyoyu dinledik. İlk haberde Abdullah Öcalan Suriye’den çıktı ve sınır dışı edildi denilince kafamız allak bullak oldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. İnanamadık, düşman hep yalan haber veriyor diye arkadaşları yatıştırmaya çalıştım. Mücadele yaşamımdaki en zor anlardan bir tanesini yaşıyordum. Ve ciddi bir soru karşısında duruyorduk. Hepsi de o gün cevapsız kaldı. Arkadaşlardan biraz uzaklaştım ve ileri doğru gittim.
Ormanda kimsenin göremeyeceği bir yerde sırtımı ağaca dayayarak yağmurun altında düşündüm ve doyasıya ağladım. Geri geldiğimde arkadaşlar oturuyorlardı. Nereye gittin diye sorduklarında ormanda kayboldum dedim. Düşman bizim alana operasyon yaptı ve o gece o noktayı terk etmek zorunda kaldık. Başka bir alana geçtik. Arkadaşların sadece bir radyosu vardı ve sadece düşmanın kanallarını dinliyorduk. Büyük cihazımız da yoktu. Bu noktada merakımızı giderecek kimseler de yoktu. Kendi kendimizi avutup duruyorduk; Önderlik güçlüdür, neyi nasıl yaptığını bilir, Önderlik hep doğru yapmıştır. Düşmanın kanallarında Önderliğin Suriye’den çıkışı gündemdi. Niçin Ortadoğu’dan çıktığını da bilmiyorduk. Bu halimizle gece karın altında yürüdük, tam kıyamet, her yeri sis kaplamıştı. Uçurumlu vadilerden ilerledik, bazen de yolumuzu kaybediyorduk, sulara vuruyorduk. Çantalarımız ıslanmıştı, ağırlıkları iki katına çıkmıştı. Sorun çantanın ağırlığı değil, acı, hüzün yükümüzü ağırlaştırıyordu. Her adımda Önderliği hayal ediyorduk ve Önderliği düşünüyorduk.
Sabah noktaya vardık, noktamızda çok güzel mağaralar vardı. İçeride kuru odun da vardı. Yorgunluk bizi bitkin düşürmüştü. Bazı arkadaşlar yemek yemeden ıslak halleriyle uzandılar. Tüm arkadaşların ayakları, elleri şişmişti, çok kötü bir yol yürüyüşüydü. Bir hafta dinlendik ve kendi esas kış kampımıza gittik. Tüm hazırlıklarımızı yaptık. Bizi bekleyen tehlikelerden habersizdik. Erzak sıkıntımız vardı. Bir gün yönetim toplantısı oldu, planlama yaptık ve kırk arkadaş göreve gittik. On üç Şubat’ta kar çok yağıyordu, rüzgar esiyordu. Gündüz göreve gittik ve S. B.’ye vurduk kendimizi, kendimizi uzay boşluğunda hissediyorduk. Bu coğrafya parçası bize korkunç geliyordu. Korku filmlerindeki gibi insanı korkutuyordu. Bu coğrafyayı küreklerle aşmaya çalıştık, her on dakikada bir öncümüzü değiştiriyorduk. Yarım gün yürüdük zirveye ulaşmak için ve zirvenin hemen altında üzerimize çığ düştü. Orada üç yaralı ve bir şehit verdik. Ve bu nedenle gömmeye ulaşamadan geri döndük. Çığ insanı ürkütüyordu, dağ kar yığının dönmüştü. Ve şehit Ciwan’ı karın içine gömdük, kampa geri dönmek zorunda kaldık. Erzak getiremedik. Ancak yaralıları getirebildik. Bu koşullarda mücadele etmemiz gerekiyordu, her saatimiz, dakikamız bir irade savaşıydı. Akşam karanlığın çökmesiyle kampa döndük. Tüm arkadaşların moralleri bozuktu, bir şehit vermiştik.
Önderliğin durumundan haberdar değildik. Düşmanın haberlerinden durumları takip ediyorduk. Olanlar ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorduk. Arkadaşların kafası bu sorularla doluydu ve biz bunlara cevap olamıyorduk. Çünkü bizim de hiçbir şeyden haberimiz yoktu.
Kar çok yağıyordu, bir takım odunlara gittik, odundan döndüğümüzde bazı arkadaşlar sobanın önünde oturmuşlardı. Saat birdi, radyoyu açtık ve Önderliğin Türkiye’ye getirildiğini duyduk. İşte o an yüreğimizde, beynimizde kıyamet koptu,. Tüm arkadaşlar ağlamaya başladılar. Kamp yasa boğulmuştu. Tüyleri ürperten bir manzara vardı, kimse tek kelime konuşmadı. Anlatılmayacak kadar zordu o an ki manzara ve beynimden bir daha silinmez.
Sanki gaflet uykusundaydık. Gaflet insana büyük acılar yaşatıyormuş demek ki. Tüm arkadaşlar silah ve bombalarını kuşanıp karakola gitme planlamasını yapıyorlardı. Yapıyı yatıştırmak zordu. Biz de yönetimde aynı duyguları yaşıyorduk. Dünya içimizde karanlığa bürünmüştü. Gülmelere, konuşmalar ket vuruldu. Karanlık bir dünyaya kapıyı açmıştık. Yönetim sabahtan akşama kadar arkadaşların nöbetlerini tutuyordu, kimse kendine bir şey yapmasın diye. Yönetim diğer akşam bir toplantı yaptı ve diğer gün yapıya bir toplantı yapalım dedik. Bu kimsenin cesaret edemediği bir işti. Bir arkadaşı seçtik ve arkadaşlara toplantı yaptı. Toplantı sırasında bütün arkadaşlar ağlıyorlardı, gidip Önderliğin intikamını alalım diyorlardı. Düşmana yaşama hakkını tanımayalım diyorlardı. Toplantı bitti, gece ben subay olmuştum. Mağaranın önünde arkadaşlar köz yapmışlardı. Közün önüne gelip oturdum ve kendimi yapa yalnız hissediyordum. Tüm doğa bana yabancılaşmıştı ve ben kendime yabancılaşmıştım. Gözyaşlarımı hiç tutamıyordum. Önderlikle ilk görüştüğüm yıllar gözlerimin önüne gidip geliyordu. Beynimde ve yüreğimde duyguların karmaşasını yaşıyordum. Önderlikle geçirdiğim sürecin hayalini kuruyordum. O günleri bir geri getirebilseydim. Sorularım cevapsız kalıyordu. Beynimdeki sorular yüreğimi, beynimi acıtıyordu. Olmaması gerekiyordu. Bu yaşananlar hep rüya olsaydı ne olacaktı diye kendime sordum, inanmak istemiyordum. Önderliğin esaretini kabullenemiyordum ve sindiremiyordum. Bu yalan olamaz mı, ben bir rüya mı görüyorum? Rüyalar dünyasındayım birden irkilip kendime geldim, tam dört saat kendimle diyalog kurmuştum. Saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Hemen dışarı fırladım, dışarısı karanlık, fırtına sesi geliyordu. Rüzgâr karı her tarafa savuruyordu. Kıyamet böyle kopar demek ki. Doğa da sanki benimle ağlıyordu. Kayanın dibinde durdum, doğanın sesini dinlemeye koyuldum. Doğayla diyalog kurdum, sen de mi ağlıyorsun kutsal toprak, senin de ağlaman ve hüzünlenmen gerekir. Çünkü seni seven ve sana ölümüne bağlı olan büyük insan esir alındı. Bundan büyük acı var mı acaba? Kutsal, bereketli toprak, seni koruyan ve sömürüden kurtaran o büyük insandı. Sen de mi acıma ortak oluyorsun? Acımasız bir kutsal toprak… Bir hafta boyunca dışarı çıkamıyorduk. Her tarafta çığlar düşüyordu. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Kara kış bizi tutsak kılmıştı. Çünkü bizler cellâtlardan intikam almak istiyorduk. Tüm arkadaşlar hasta düştü. Kimse yemek yemez oldu. Tam anlamıyla bölüğün hepsi hasta düşmüştü, yerdeydiler. Kimsenin takati kalmamıştı. Bir hastalık mıydı, yoksa başka bir şey miydi kimse anlayamadı. Hemen kendimizi toparlamamız gerekiyordu.
Bahar geliyordu ve güçlü bir yoğunlaşma yapmamız gerekiyordu. Düşmandan intikam almamız gerekiyor. Düşman karşısında elimizi kolumuzu bağlayamayız. Bunu Önderlikten öğrendik. Bahar düşmana karşı hazırlanmanın ve onu can evinden vurmanın zamanıdır. Kinimizi büyüdükçe önümüzde engel tanımıyorduk. Bu temelde kendimizi toparladık. Sürece kendimizi nasıl hazırlamamız gerekir diye her gün toplantılar yapıyorduk. 25 Mart günü bir yönetim toplantısı yaptık ve toplantıda süreci, Önderliğin durumunu ele aldık. Buna karşı katılımımızı ve eylem düzeyimizi değerlendirdik. Ondan sonra bir eylem planlamasına gittik. Sonra da eyleme gidecek olanlar kimlerdir diye tartıştık. Ben ve Ş. Şivan başta önerimizi yaptık. Bu düzenleme krizli oldu. Bütün arkadaşlar gitmek istiyordu, nasıl olacaktı? En son da dayatmamla ben kazandım ve Ş. Şivan da kazandı. Ve toplantıda söylenenleri pratikleştirme zamanıydı. Gücümüzü hazırladık, 28 Mart Agit arkadaşın şahadet yıl dönümünde eylem gurubu olarak çıktık. Heyecan, intikam duygusu, acı, hüzün hepsi iç içe yaşanıyordu. Akşam gurubumuz yerine ulaştı. Sabah eylem yerine gittik ve düşman cemseleri geldi. İntikam zamanı geldi. Munzur vadisi kana bulanmalıydı. Ben bir mevzide, Şivan ve Tekoşin bir mevzideydi. Düşmanın cemselerini içimize aldık, tüm silahlar bir anda çalıştı, hepsini imha ettik. Asfalt kan gölüne dönmüştü. Düşman şaşırmıştı, nereye ateş edeceğini bilemiyordu. Attığımız hiçbir mermi boşa gitmemeliydi. Her mermiyi Önderliğin intikamı için atıyorduk. İçimizdeki kini iyi kusmalıydık, tüm imkânlar bizim elimizdeydi. Geri çekilmeyi sağlam yaptık. Ş. Tekoşin bana sarılarak Önderliğin intikamını aldık derken sevinçten uçmak üzereydi. Son yıllarda 15 Şubat’ın ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Sadece düşmanı vurmak yetmez, yetersiz yoldaşlığımızın da özeleştirisini vermemiz gerekir. Önderliği esarete sürükleyenin bizim yetersiz yoldaşlığımız olduğunu savunmaları okuduktan sonra anladım. Yine 15 Şubat geliyor. Kendi kendimizi sorgulamalı ve kendimizi vicdan devrimi yapmalıyız. Yıllar geçse de Önderliğin esaretini yaratan uluslararası komplonun amacı, hedefi nedir sorularını Önderliğin savunmalarını okuduktan sonra az da olsa bilince çıkardık. Önderlikle yaşamak tüm geriliklerden arınmak anlamına gelir. Bu yıl ki 15 Şubat’ta hedefimiz Önderliğin özgürleştirilmesidir. Şubat ayını sevmiyorum. Çünkü bu ayın acısını yüreğimizde derinden hissediyoruz. Yıllar geçse de bu acı dinmiyor, tam tersi her an acısı daha da büyüyor. Hiçbir zaman da bu acı dinmeyecek. Bugün karşısında kadrolaşma, militanlaşma ve partileşme gibi bir görevimiz vardır. Bu komployu boşa çıkarmak için Önderliğin iyi bir militanı olabilmeliyiz. Ancak 15 Şubat’a böyle bir cevap verebiliriz. Vicdan, zihniyet devrimi ve yenilenme yaratamazsak kendimizde bugünü asla aydınlığa kavuşturamayız. 15 Şubat insanlık tarihinde kara bir leke gibidir. Bu temelde 15 Şubatı yaratan zihniyetleri lanetliyoruz.
- Ayrıntılar
Saat sabahın dokuzuydu. Bir gece öncesinden aralıksız kar yağıyordu. Yeryüzünü beyaz bir tül gibi kapatıyordu. İki büyük kamp arasında üslenen bölüğümüzün alışılagelen trafiği kapanan yollardan dolayı işlemiyordu. Bu nedenle bol bol misafir havasını andırıyordu. Yaz aylarının hızlı temposunun yaşattığı anılar tekrar tekrar anlatılıyordu ve her seferinde ilk kez dinleniyormuş gibi kulak kabartılıyordu.
Akşam yakmak için ben ve Jiyan kampın üst tarafında karla kapanmış patika yolun hemen altındaki seyrekleşmiş ormanda odun kesiyorduk. Sürekli esen rüzgar bir şamar gibi yüzümüze inerken, soğuktan titreyen ellerimizin tutamadığı baltayı rast gele sallıyorduk.
Soğuğun ve yorgunluğun iç içe geçtiği odun kesmekten sıkıldığım sırada, nefesimi kesen o bir anlık görüntü ile karşılaştım. Öyle ki kestiğimiz ağacın nasıl parçalandığını anlamadım. Sonunda Jiyan dalgınlaştığımı, bundan ötürü yavaşladığımı söyleyince kendime geldim.
Karla kapanmış patikadan zar zor ilerleyerek bölüğümüze doğru gelen grupta ön sıradaki arkadaşa takılmıştı aklım. Çok yakın olmamasına rağmen uzun, ince boyu, yana taranmış saçından tanımıştım. Kuzenim Yusuf’tu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki arkadaşımın partiye katıldığını duyduğumda içim içime sığmamıştı. Daha sonra sürekli sorup soruşturduysam da bir türlü nerede olduğunu, yaşayıp yaşamadığını öğrenememiştim. Zaten kısa bir süre önce de şehit düşmüş olabileceğine kendimi inandırarak sormaktan vazgeçmiştim. Çünkü bir çok kişi partiye ulaşmadan ya da gerillacılığının ilk aylarında şehit düşmüştü. Yusuf ta pekala bunlardan biri olabilirdi. Hiç kimsenin onu tanımıyor olması bu nedenleydi belki. Kim bilir hangi eyaletin hangi dağında son mermisine kadar çatışarak ya bir pusuda ya da bir nehrin coşkulu dalgasına kapılarak şehit düşmüştü. “Mezarını dahi bilen yoktur.” Herhalde diyerek umudumu kesmiştim. Onu, soğuk ve kendimden başka kimseyi düşünmediğim böyle bir günde görmek, bir mucizeydi adeta.
“Hangi parçayı alacaksın?”diye sordu Jiyan.
“Fark etmez, bir an önce mangaya dönelim de” dedim aceleyle. Jiyan bakışlarını yerden ayırmadan gülümseyerek, ne demek istediğimi anladığını belirtti.
“Sen küçük parçayı ve baltayı al, ben de büyük olanı” dedi.
“Tamam” dedim.
Soğuktan uyuşmuş vücuduma aldırmadan son hızla, odunu sol omzumun üzerine yerleştirdikten sonra, baltayı da sağ elime alarak yürümeye başladım. Jiyan iyice meraklanmıştı.
“Seni ilk kez böyle heyecanlı görüyorum” dedi.
Nasıl bir cevap vereceğimi bilemediğim için sessiz kaldım. Bir an önce mangaya ulaşmak ve grup kampımızdan ayrılmadan önce onları görmek istiyordum. Kim bilir nereye gidiyorlardı. Bir daha görüşmeyebilirdik. Odunu manganın duvarına dik duracak biçimde koydum. Etrafıma şaşkın şaşkın bakarken, misafirlerin gidip gitmediğini merak ediyordum.
Mangamıza doğru gelen bir arkadaş, kardan zar zor açabildiği gözlerini kısarak;
“Bir grup arkadaş, hava koşullarının iyi olmaması nedeniyle burada kalacak. Onların ihtiyaçlarını karşılamak için görevli çıkartmak gerekiyor” dedi.
Bu fırsatı kaçırmamak için aceleyle hazırlanmaya başladım. Arkadaşlar yorgun olduğumu düşünerek, gitmeme engel oldular. Gidemedim.
Kare olan manganın köşesinde saksılara ekilen yeşil soğanlar, mangadaki bahar havasını gerçekçi kılıyordu. Sabırsızlığımın tüm bedenimi sarsmasına inat, radyodan yükselen müzik, hoş ve yatıştırıcı bir tonda yayılıyordu.
Dışarıda şaşırtıcı bir manzara vardı. Derin vadilerine, dik yamaçlarına rağmen, dağ olmaktan nasibini alamayan tepelerin zirvelerinde fırtınalar kopmuyordu ama karın karıştığı, tülü andıran sert bir rüzgar esiyordu. Vadinin içlerine koyu bir sis çökmüştü. Rüzgarın sesi bile dışarı çıkma cesaretini kırmaya yetiyordu.
Misafirler için görevlendirilen iki arkadaş kefiyelerini sıkı sıkıya bağlamış, alınlarını kırıştırarak, oduna gidiyordu. Birisi ellerini montunun kollarının içine çekmiş, diğeri ise geçen yıldan kaldığını tahmin ettiğim eldivenlerini geçirmişti ellerine.
Bölüğün diğer kamplarla bağlantısı kesilmişti. Kampımız, taşlarla örülü mangalarıyla küçük bir köyü andırıyordu. Öğle yemeği saatinde kendimizi bir kazazede gibi hisseder olmuştuk. Kar yağışından dolayı çalışmayan mutfakta çok az erzağımız kalmıştı. Depolarımız vardı ama onu bu karın altından çıkarmak yürek istiyordu. Lojistikçi arkadaş erzaksız mutfağı temizlerken, son makarna paketlerini de tezgahın üzerine düzenle yerleştiriyordu. Elimde tuttuğum birkaç ekmekle misafir mangasına bakıyordum. Hiç kimse görünmüyordu. Lojistikçi arkadaşa,
“Misafirler ne yapıyor?” diye sordum.
“Uyuyorlar. Dün gece saat 3’ten beri kar yağışına aldırmadan yürümüşler. Yemek ve çay hazır olduğunda onları uyandıracağız” dedi ve ardından merakla sordu. “Tanıdığın var mı?”
“Onları görmedim. Belki tanıdığım vardır” dedim kısık bir sesle.
Aceleyle mangaya gittim. Yemekten sonra yapacağım ziyaret için izin aldım. Yemek hazırlanıncaya kadar, beni dağınık görmesini istemediğimden saçlarımı taradım, çoraplarımı değiştirdim. Aynaya baktım. Aklıma altı yıl önceki halim geldi. O zamanki gibi çekingen ve ürkek ifade yoktu artık. Onun yerine yaşanmışlıkların izi vardı yüzümde. Özgürlüğün çekici soluğu birçok duyguyu değiştirmişti. Eski tercihlerin kararsız ifadesi yoktu mesela. Belki olması gereken de yoktu. Ama altı yılın farkı, gözle görülür biçimde duruyordu aynada. “O da değişmiştir. Eskisi gibi içe kapanık değildir herhalde” diye düşündüm. Bir defasında dikenleri ellerini parçalamasına rağmen hevesle topladığı böğürtlenleri istediğimde, hiç tereddüt etmeden vermişti. O anın hafızamdaki izi hiç silinmedi.
Ona bir şeyler vermek istedim. İçinde fazla bir şeyin olmadığı eskimiş çantama bir göz gezdirdim. Kullanılmış çoraplar, eski bir kazak, albüm ve defter dışında okul arkadaşımın şehit düşmeden bir gün önce verdiği kalem vardı. Sonbaharın pastel renklerinin hakim olduğu çiçek ve küçük desenli yapraklarla kompozisyonlar yapıp süslediğim defterin sayfalarını özenle çevirdim. İçinde kaçamak zamanlarda yazdığım şiirlerim vardı. Koparıp koparmamada karar verecekken şiirleri birkaç kez okudum. Defterin görünümünü bozmamak için öylece karton yaptığım kabın içine yerleştirip cebime koydum.
Öğleden sonra Jiyan ile birlikte misafir mangasına gittik. Dizlerimin titrediğini çok az görmüşümdür. Şimdi titriyordu. Savaşın en korkunç anlarında bile soğukkanlılığımı koruduğum halde böyle bir heyecanın içimi titretmesi, geçmişin hatıralarımda en sade haliyle kalışı mıydı?
Mangaya çıkan yokuş bir türlü bitmiyordu. Sanki attığım her adım geriye gidiyordu. Hayatımda çıktığım en uzun yokuştu. Zamanın durması buydu herhalde. Ya zaman durmuştu ya da saniyeler saatlere dönmüştü. Aklıma onunla ve onsuz geçirdiğim yıllar geliyordu. Her şeyi hatırlıyordum.
Bir kuzeni devrimci ortamda görmenin telaşıyla misafir mangasına ulaştığımda, misafir arkadaşlar çoktan yemeklerini yemiş, çaylarını yudumluyorlardı. Sırayla selam vermeye gelince tek tek arkadaşların yüzlerine baktım. O yoktu. Bir arkadaş selamlaşmadan sonra yer gösterdi. O sırada oturacağımız yerin tam karşısında üzerine battaniye örtmüş, uyuyan bir arkadaş vardı. Başını örttüğü için onu göremiyordum. Kim olduğunu sormak istedim. Ama ismini bilmediğim için sadece yüzünü görmem gerektiğini anladım. Kalkmasını beklemekten başka bir çarem kalmamıştı. Bir ara derin nefes alıp verdiğini fark ettim. “Hasta mı acaba?” diye düşünürken, çocukluğundan kalan nazlılığını bırakmamış olabileceği geldi aklıma. Nasıl da titriyorlardı üstüne. Aksırır aksırmaz naneler kaynatılır, sinüzitinin tedavisi için ne gerekiyorsa el birliği ile yapılırdı.
Hiç beklemediğim bir anda, “Beni hatırladınız mı?”diye sordu utangaç gülümsemesiyle bir arkadaş. Daldığım tüm düşüncelerden beni sıyırmış olsa da ona uzun uzun baktığım halde tanıyamamıştım. Başka bir zaman olsa hatırlayacağımdan emindim. Ama o an tüm duyularım ve düşüncelerim karşımda upuzun, kaygısız ve biraz da hasta gibi görünen kuzenime kilitlenmişti. Vazgeçmedi.
“99’da aynı bölükteydik. Birinci takımdaydım. Hani göreve Kato’ya gitmiştik. Yüksek kayalıklar arasında oluşan dar bir uçurumun üstünden atlayamamıştınız. Ben de köprü yapmıştım kendimi.” der demez hatırladım. Bölüğün en fedakarlarından Mervan’dı. Hatırladığımı söyleyince Mervan zafer edasıyla yanındaki arkadaşlara baktı. “Takımlar ayrıldıktan sonra görüşemedik değil mi?”diye sordu. En az Mervan’ın sohbeti kadar benim de farklı istemlerim vardı. Kendimi bir türlü sohbete veremiyordum. Gözlerim arada bir Yusuf’a kayıyordu. Dağınık düşüncelerim ve yarım yamalak Kürtçemle sohbeti koyulaştıramayacağımı Mervan arkadaş da anlamıştı. Oysa soracak o kadar çok sorusu vardı ki bunu anlamak zor değildi. Rewşen’i, bir türlü anlaşamadığı Medya’yı, Binevş’in nasıl şehit düştüğünü ve hemşerisi Ruken’i soracaktı. ‘99 yılının zorlukları yoldaşlık sevgisine öyle şeyler katmıştı ki, kahramanlık ve ihanet arasındaki çizgi de ayna tutmuştu yüzümüze. O yılın, anılarımız içinde farklı bir yeri vardır. Başka bir zaman olsaydı uzun sohbet ederdik.
Jiyan, arkadaşlara geldikleri kampı ve en çok da tanıdığı arkadaşları soruyordu. Sakin sakin konuşuyor, harfleri yutmadan çıkardığı ses mangada yankılanıyordu. Bir erkek arkadaşın ikram ettiği çayı yudumlarken, saatine bakıyordu. Ben ise zaman ve mekan kavramını yitirmiş, gözlerimi ayırmadan onu izliyordum. Düzenli nefes alışı ile sanki uzun yıllar orada yatacakmışçasına, daldığı rüyadan sonsuza dek ayrılmayacakmış gibi her şeyin mükemmel olduğu bir ev rahatlığında yatar hali vardı. Anneannemin ona özel olarak diktiği kalın yünlü yorganlar geldi aklıma. Köşeleri kaneviçeli özenle işlediği baş kısmı dantelli olanlardan. Yün çorapları da hiç eksik etmezdi. İşlediği rengarenk desenli yün çoraplardan ayıp olmasın diye bize de gönderirdi ama ona olan derin sevgiyi hissetmiyor değildik. Fakat o, onların istediği gibi olmamakta hep diretirdi.
Onunla en son sıcak bir yaz günü konuştuğumuzu hatırlıyorum. Üzerinde kareli gömleği ile çok olgun görünüyordu. Yaz ayı olmasına rağmen sık sık burnunu silerken “Yine sinüzitim azıttı.”diyordu. O gün ilk defa özgürlüğe dair konuşmuştum. Bizim için tercih edilenler ve bizim tercihlerimiz arasındaki farkları anlatmaya çalıştım. Yaşamımız sınırlı seçenekleri seçme özgürlüğü ile süslenmişti belki ama bir de sunulmayan, hep bizi çepeçevre tutan, adım adım takip eden seçenekler vardı. Bunları onun da görmesi gerektiğine inanarak aralıksız konuşmuştum. Sabırla dinledi.
O günlerde ailemiz Yusuf’un anlaşılmaz tavırlarından dolayı paniğe girmiş, “her an dağa gidebilir” diyorlardı. Kararını açıkça söylemese bile bunu hissettirmişti. Tüm aile otoriteleri ona müdahale etmeye hazırlanırken ben ayrılmıştım.
Jiyan sohbeti koyulaştırmıştı. Arada bir saatime bakıyordum ama kendimi bir türlü uyuyan bu kişinin beni götürdüğü anılardan kurtaramıyordum. Ne zaman uyanırdı? Belki de kalkmak için gitmemizi bekliyordur. Genelde erkek arkadaşlar bayan arkadaşların yanında uzanmazlar. Eğer hasta ve yaralı değillerse veya gafil yakalanmışlarsa hiç kalkmazlar. Herhalde o da bu kuralı öğrenmişti. Ona neler anlatacağımı tekrar aklımdan geçirirken, ikinci kez kaynayan çaydanlıktan çay içtim. Öylesine kıpırdamadan yatıyordu ki bir an bayılmış olabileceği kuşkusuna kapıldım.
Çay ikramından hemen sonraydı. Kış günlerinin kısalığını hatırlatan jeneratör mangaları aydınlattı. Günlerdir kulağımızda alışkanlık yapan rüzgarın sesi gelmiyordu. Gece uçsuz bucaksız bir koyulukta çöküyordu kampın üstüne. Saatlerdir seyrettiğim battaniyenin altındaki bu insan, beni türlü düşüncelere götürmüş, neredeyse hafızamda silinmeye yüz tutmuş film şeridini canlandırmıştı. Anılar ve yanımdaki arkadaşların sohbetleriyle saatler geçmişti. Başım ağrıdan çatlamak üzereydi.
Mervan arkadaş akşam yemeği hazırlıklarına başlayınca kalkma saatinin geldiğini anladım. Paniklemiştim. Gidip onu sarsıp, uyandırmamak için zor tuttum kendimi. Aslında kendime söylemeye çekindiğim şeydi engel olan. “Ya o değilse... Yusuf değilse bile bana bu kadar anıyı ve duyguyu yaşattığı için teşekkür ederim” dedim. Sonra içimde hızla bu mangayı terk etme hissi gelişti. O hep benim için bu misafir mangasında dışarıda kıyamet gibi bir kış yaşanırken uyuyakalsın, hiç uyanmasın. Üzerinde köşeleri kaneviçeli ve baş kısmı dantelli olan yorganlar olmadan.
Yemek hazırlanıncaya kadar onun da hazırlanması için sadece “Heval” diye seslendiler. Uykudan uyanan bir insanın, bu kadar dağınık ve yüzünün bu kadar asık olduğunu o zaman çok iyi gördüm. Hiçbir şey demedi. Battaniyeyi üzerinden attı ve etrafına şaşkın şaşkın baktı. Sonra elleriyle saçını düzeltti. Yastık niyetine katladığı yeleğini giydi. Adet yerini bulsun diye Kürtçe aksanlı bir Türkçe’yle
“Merhaba, hoş geldiniz” diyerek neredeyse koşar adım mangadan çıkıp gitti.
Anılarla dolu bir gün yaşattığı için teşekkür edemedim ona.
- Ayrıntılar

İlk günlerin dikkati ve titizliği kaybolmuştu. Artık sürekli mevziinin içinde beklemiyor, kenarında ayakta duruyor ve uzaktan araç sesi duyduğumuzda mevzilere girip, ateş pozisyonu alıyorduk. Köylüler, günlerdir sabahtan akşama kadar mevzilerde beklediğimizi görmüş, niye beklediğimizi anlamışlardı. Bu nedenle daha fazla yakınlık gösteriyorlardı. Hatta bazı köylüler öğleden sonraları torbalara erzak doldurup, yanımıza kadar geliyorlardı. D. aşiretindendiler. Dersim isyanında, isyanı ilk başlatan onlar olmuştu. Umut dolu gözlerle bakıyorlardı bize. Düşman çok acı çektirmişti onlara, ama korkmuyorlardı. Yıllardır savaşla iç içe yaşıyorlardı. Savaş, yaşamlarının bir parçası olmuş, sıradan bir olaya dönüşmüştü. Onurlarıyla, özgürce yaşayabilecekleri bir geleceği getirecek olan gerillaya sevgi ve umutla bakıyorlardı. Bazen köylerine gittiğimizde evlerine gitmediğimiz köylüler darılıyor ve “Niye bize gelmiyorsunuz?” diye sitem ediyorlardı.
Altıncı günü de akşam etmek üzereydik. Mevziinin kenarında durmuş, köpürerek akan Munzur suyuna bakıyordum. Berrak değildi. Kahverengi akıyordu. Gergindim. Ama tek kelime etmiyordum. Önceki günlerde yaptığım gibi, sakinleşmek için düşmana da küfür etmiyordum. Munzur suyunun başını sağa sola vurarak akması, sanki gerginliğimi kendisiyle birlikte alıp götürüyordu. Bir süre Munzur suyunu izledikten sonra, sağdaki sırtta bulunan Mazlum arkadaşın mevzisine baktım. Yanımıza geliyordu. Akşama doğruydu. Noktaya çıkış hazırlıklarını yaptığımız için rahat hareket ediyorduk. Gözlerim onun üzerindeydi. Çünkü içimizde en çok zorlanan oydu. Eylemin tüm sorumluluğu onun omuzlarındaydı. Altı gün boyunca karın-yağmurun altında beklemenin arkadaşları nasıl zorladığını, yıprattığını çok derinden hissedebiliyordu. Arkadaşlar arasında yükselmeye başlayan, “Düşman gelmez. Boşu boşuna bekliyoruz, kendimizi yıpratıyoruz” sözleri onu suskunlaştırmış ve gerginleştirmişti. Bu sözleri hiç kimse gidip doğrudan ona söylemiyordu ama akşam noktaya çıkarken ya da manga sohbetlerinde “Düşman gelmez, boşuna bekliyoruz” konusu konuşuluyordu. Ve Mazlum arkadaş bu konuşmaların hepsini duyuyordu. Yanımıza ulaştığında donuk bir sesle, “Merhaba” dedi. Ona yardımcı olamamanın ezikliğini yaşıyordum. Üstü başı çamur içinde kalmıştı. Gelip yanıma çömeldi ve elini kızıl bıyıklarına götürüp, ağır ağır çekiştirmeye başladı. Ancak sabah mevzilere inerken ve akşam noktaya çıkarken görebiliyorduk birbirimizi. “Bugün de gelmedi” dedim çaresizce. Karşılık vermeden, bir süre sessiz kaldı. Bu arada elinin kızıl bıyıklarında hızlı hızlı gidip gelmeye başladığını fark ettim. “Yarın... yarın gelecek ve biz düşmanı Munzur suyuna dökeceğiz” deyip ani bir hareketle yerinden kalktı. “Ben noktaya çıkıyorum, sen arkadaşları toparla gel” dedi. Sonra hızla yanımızdan ayrılıp, koşar adım sırtı tırmanmaya başladı.
Soğuk ve yorgunluk o kadar etkisini gösteriyordu ki, yoldan noktaya kadar olan yarım saatlik yokuş, bitmek tükenmek bilmiyordu. Bazı arkadaşlar mangalara varır varmaz, yemeği beklemeden, ısınıp, kurulanmadan hemen uyuyorlardı. Geceleri nöbetçiler dışında kimse uyanık kalmıyordu.
Altıncı günü yedinci güne bağlayan geceydi. O gece yine bütün arkadaşlar uyumuştu. Sadece ikimiz uyanık kalmıştık. Mazlum arkadaş her zamanki gibi sobanın kenarında oturmuş, eli sarı saçlarının arasında, Ahmet Arif’in şiirlerini dinliyordu. Ben ise bir türlü uykuma hakim olamıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, başım hafifçe öne düşüyor ve oturduğum yerde uyukluyordum. Uyumamak için ne kadar çaba sarf etsem de uykuyu yenemiyordum. Buna rağmen Mazlum arkadaşı ve eylemi düşünmeye çalışıyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak istiyordum ama bunu nasıl yapacağımı, ya da neler söylemem gerektiğini de kestiremiyordum. Bir yandan uykunun verdiği sıkışma, bir yandan da kendimi bir şeyler söyleme zorunda hissetmem beni çıkmaza sokmuştu. Ağzımdan, “Arkadaşlar çok yıprandılar” sözcükleri döküldü kendiliğinden. Sinirlenmişti, “Biliyorum... Biliyorum ama düşman gelene kadar bekleyeceğiz, başka çaremiz yok” dedi. Konuştukça sesini daha da yükseltiyordu. “Bugün Dersim’den gelen bir köylüyle konuştum, düşmanın yığınak yaptığını söylüyordu. Sezgilerim düşmanın yarın geleceğini söylüyor. Vazgeçemeyiz.”
Burnundan solumaya başlamıştı. Sinirli olduğundan susmayı tercih ettim. O konuşmasına devam etti. “Altı gündür yağmur-çamur demeden bekledik. Bu kadar sabır ve emekten sonra vazgeçemeyiz. Gelene kadar bekleyeceğiz...” Aniden sustu. Ona cevap veremedim. Aslında ne söylenmesi gerektiğini de bilmiyordum. İçimden, “Umarım haklı çıkarsın” diye geçirdim sadece. Sonra ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum. Bir arkadaşın “Heval kalk! Gidiyoruz” sözleriyle uyanıp, sabah içtimasının yapıldığı alana gittim. Yağış durmuştu. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Uzun bir aradan sora yeniden yıldızları görmenin mutluluğunu yaşadım. Nihayet bugün güneşi görebilecektik. İçtimayı her zamanki gibi Mazlum arkadaş aldı ve kısa bir konuşma yaptı.
“Bu zorlukların sonunda mutlaka amacımıza ulaşacağız. Umudunuzu yitirmeyin. Bugün herkes hazır olsun. Düşman gelecek ve biz onu vurup, kazanacağız.”
Bu sözleri kendinden çok emin bir şekilde söylemesi beni şaşırtmıştı. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyor?” diye sordum kendi kendime. Daha sonra bütün arkadaşlara başarılar dileyip, yürüyüşe geçmemizi emretti. Yola ulaştığımızda yine arkadaşları mevzilere yerleştiriyordu. Bizim mevziiye de geldi. “Hazır mısınız?” diye sordu. Hazır olduğumuzu belirttim. Mevziiye ve arkadaşlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra dönerek,“Hakkını helal et!” dedi. Daha önceleri, “Serkeftin” derdi. Bu sefer, “Hakkını helal et” demesi beni şaşırtmıştı. Neden böyle söylediğini anlamak için dikkatlice yüzüne baktım. Bir an duraksadıktan sonra, “Helal olsun. Sen de hakkını helal et” dedim. Kaygılanmıştım. O ise, çok sevinçli görünüyordu. Ona, “Seninle geleyim ” dedim. “Yok, sen bu üç mevziden sorumlusun. Bunların yanında kalacaksın” dedi. İtiraz dolu bir ifadeyle, “Senin yanındaki arkadaşlar yeni ve tecrübesiz, seninle geleyim” diye ısrar ettim. Kabul etmedi. Ayrılıp mevziisine gitti. Arkasından endişeyle baktım bir vakit. Sonra gidip mevziime oturdum.
Yedinci gün hava pırıl pırıldı. Sabahın duruluğu ve Munzur suyunun berraklığı geri gelmişti. Homurdanarak akışı ve süt beyazı köpükleri beni büyülüyordu. Güneş ışınları doğada değdiği yeri canlandırıyor ve mükemmel bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Doğanın büyüleyiciliğine rağmen kendimi Mazlum arkadaşın söylediği sözleri düşünmekten alıkoyamıyordum. İçimden “Umarım kötü bir şey olmaz” diyordum. Başka da yapabilecek bir şey yoktu. Gözlerimi vadiyi çevreleyen dağların zirvelerindeki karın beyazlığına ve aşağıya, vadinin derinliklerine indikçe ortaya çıkan görüntüye çevirdim. Siyah ile beyazın bu denli uyumla ortaya çıkardığı güzellik, Munzur suyunun kulakları okşayan homurtusu, beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki. Güneş, ışınlarını vadinin derinliklerine gönderebilecek kadar yükselmiş ve mevzilendiğimiz yerleri de ısıtmaya başlamıştı. Yüzümü güneşe döndüm. Isınmaya başlamıştım. Altı gün boyunca karın, yağmurun altında, çamur içinde beklemenin bedenimde yarattığı uyuşukluğun yavaş yavaş kaybolmaya başladığını hissediyordum. Güneş ışığının vücudumda değdiği yerler, sanki canlanıyordu. Tatlı bir sıcaklık duyumsuyordum. Kendimi bahar güneşinin etkisine bırakmıştım. Bir süre sonra derinden gelen ağır ve tek düze motor sesiyle kendime geldim. Doğayla sürekli iç içe olduğumuzdan ona ait olmayan seslere karşı bir duyarlılık gelişmişti. Emin olmak için yanımda sohbet eden arkadaşlara sessiz olmalarını söyleyip, uzaktan gelen mekanik motor seslerini dikkatle dinlemeye başladım. Artık duyduğum seslerin düşman konvoyu olduğundan emindim. Arkadaşlara, “Çabuk hazırlanın, beklediğimiz konvoy geliyor” dedim ve sonra BKC’ciye dönüp, “Şeritlerini aç ve namluya mermi sür” dedim. Ben de silahımı hazırlayıp beklemeye başladım. Sesler gittikçe daha güçlü geliyor ve yaklaşıyordu. Artık Mazlum arkadaşın eylemi başlatacağı anı bekliyorduk. Böyle anlarda kısacık olan zaman aralığı, o kadar uzun ve bitmez tükenmez oluyor ki, günlerce sabredip beklediğin kadar, sabredemiyor ve bir an önce başlangıcın yapılmasını istiyorsun. Bir yandan mevziinin sağlam olup olmadığını, kamuflesinin iyi yapılıp yapılmadığını ve silahın emniyetinin açık olup olmadığını kontrol ederken, bir yandan da sağımdaki arkadaşa, “Hazır mısın? Namluya mermi sürdün mü?” gibi sorular soruyordum. Sonra gözümü sağ taraftaki viraja dikip, gelecek ilk aracı beklemeye başladım. Bazen önden gelen panzerin görüntüsü canlanıyordu gözlerimde. Çünkü panzerler sürekli konvoyun önünde olurlardı.
Bu düşüncelerle git-gelleri yaşarken, düşman konvoyu gelmiş, siyah böcekler gibi önümüzden geçiyorlardı. Yola o kadar yakındım ki araçlardaki askerlerin yüzlerini rahatlıkla seçebiliyordum. Sarkık bıyıklı özel timlerin araçları önümden geçerken içimdeki öfkeyi bastırmakta ve başlangıç talimatının verilmesini beklemekte zorlanıyordum. Elbiseleri de kendileri gibi siyah ve karanlıktı. Çirkindiler. Şehit düşen arkadaşlarımızın cesetlerini parçalayarak, yakarak yaptıkları iğrençlikler, yakılan-yıkılan köyler, katledilen insanların görüntüleri geldi gözlerimin önüne. Bunları Türklük adına ve övünerek yapıyorlardı. “Türk halkı yaptıklarınızdan utanır kabul etmez” dedim kendi kendime. Bir an cebimdeki telsizden Mazlum arkadaşın, “Biji Serok APO” diyen sesini duydum. Bu, eylemin başlaması anlamına geliyordu. 18 Mart’ta, sabah saat dokuzu on beş geçe vadide çılgınca akan Munzur suyunun sesine, roket atar, BKC ve kleş sesleri karışmıştı. Havada ağır bir barut ve kan kokusu oluşmuştu. Neye uğradıklarını şaşıran askerler ilk anda karşılık vermeye bile fırsat bulamamışlardı. Bağrışmalar, yaralıların çığlıkları, acılı iniltiler, silah seslerine ve bomba patlamalarına karışmış, berrak akan Munzur Suyu yine kızıla boyanmıştı. Silahlar patladıktan sonra askeri araçların bir kısmı olduğu yere çakılmış, bir kısmı da yoldan çıkıp, Munzur suyuna yuvarlanmıştı. Önümüzde araç durmadığı için Mazlum arkadaşın mevzisinin önünde duran araçlara bakıyordum. İlk vuruştan kurtulan askerler karşılık vermeye başlamıştı. Mazlum arkadaşın iki sefer, önce bomba atıp, sonra araçların yanına indiğini gördüm. Her seferinde bir kucak silah getirip mevziiye bırakıyor ve tekrar yola iniyordu. Onun sıcakkanlı davranışları beni kaygılandırmıştı. Yanındaki arkadaşların yeni ve tecrübesiz olduklarını hatırlayınca, yardımına gitmeye karar verdim. O esnada panzerler gelmiş ve mevzilerimizi yoğun ateş altında tutmaya başlamışlardı. Mazlum arkadaş buna rağmen üçüncü kez yola indi. İnerken önünde duran araçları tarıyordu. Savaşın en sıcak ve korkunç anında olmama rağmen bir an kendimi Amed’de Dilan sinemasında bir savaş filmi izliyormuş gibi hissettim. Yanımdaki arkadaşa “Savunmamı yap, ben Mazlum arkadaşa yardıma gideceğim” dedim ve mevziiden çıkıp hızla koşmaya başladım. Panzerler yoğun ateş ediyorlardı. Daha mevziiden dokuz on metre uzaklaşmıştım ki karnımda derin bir acı ve yanma hissettim. Ayaklarım birbirine dolandı ve düştüm. Gözlerim karardı, birkaç takla attıktan sonra kendimi kaybettim. Sanki karanlık bir boşluğa düşmüş gibiydim.
Gözlerimi açtığımda iki uzun ağaca şutik bağlanarak yapılmış bir sedyenin üzerindeydim. Beni taşıyan arkadaşlara, “Ne oldu bana?” diye sordum. Çünkü karnımdaki ilk acı ve yanmadan sonra ne olduğunu hatırlamıyordum. Bir arkadaş, “Yaralandın” dedi. Çevreye bakındım, akşam olmak üzereydi ve içim yanıyordu. “Çok susadım. Bana biraz su verin” dedim. Önde, sedyeyi tutan arkadaş, “Olmaz yaralısın, su içemezsin” dedi. Birden aklıma Mazlum arkadaş geldi. Sabah yola indikten sonra mevzisine döndüğünü göremeden yaralanmıştım. “Mazlum arkadaş nerede?” diye sordum. “Arkada, geliyor” dediler.
“Eylem nasıl sonuçlandı?”
Sedyeyi taşıyan arkadaşlardan birisi, “On beş askeri araç vuruldu, bazı araçlar Munzur suyuna yuvarlandı. Çok sayıda asker öldü. Bir sürü silah ve malzeme aldık” dedi. Duyduklarım beni sevindirmişti. “Nihayet başardık” dedim içimden. Fakat bu sevinç uzun sürmedi. Çok kan kaybettiğimden halsizleşmiştim. Zaman zaman beni derin bir uyku basıyor, sarsıldıkça yaranın acısıyla gözlerim kararıyor ve zihnim bulanıyordu. Ağrım artınca, “Durun! Durun! İndirin beni. Yaram çok acıyor” diye bağırdım. Arkadaşlar sedyeyi indirip, yanıma oturdular. Onlara biraz da kızarak, “Mazlum arkadaş niye gelmedi?” diye sordum. “Arkada, geliyor” cevabını verdiler. İçime bir kurt düşmüştü. Kelimelerin zorlanarak söylendiğini fark etmiştim. Bir süre sonra tekrar sordum. Bir arkadaş, “Mazlum şehit düştü!” dedi usulca. Bir boşlukta sürükleniyor ve sanki nefes alamıyordum. Ellerini sürekli arasında gezdirdiği altın sarısı saçları ve sarışın yüzü geldi gözlerimin önüne. Sempatik davranışlarını, cana yakınlığını ve Ahmet Arif’in şiirlerini dinlerken yaşadığı mutluluğu anımsadım. Eylem öncesi ayrılırken söylediği, “Hakkını helal et” sözleri kulağımda yankılanmaya başladı.
Bayılmışım.
Gece yarısı kendime geldim. Arkadaşlar yaramı pansuman etmiş ve beni ateşin yakınına uzatmışlardı. Üşümeyeyim diye kefiyelerini boyunlarından çıkarıp üzerime örtmüşlerdi. Aklım hep Mazlum arkadaştaydı. Her baktığım yerde onu anımsatan bir iz görüyor ve şahadetini kabullenmek istemiyordum. Günlerce kimseye nasıl şehit düştüğünü sormadım. Mazlum arkadaşla beraber yaşadığımız anıları hatırlıyor ve yanımda kimse olmadığı zaman sessiz sessiz ağlıyordum.
Sonradan öğrendiğime göre, son kez yola indiğinde yaralanıyor ve düşüyor. Mevziide bulunan üç bayan arkadaş da Mazlum arkadaşı kurtarmaya çalışırken şehit düşüyorlar. Eylem komutanlarından Delil arkadaş da Mazlum arkadaşı getirmeye çalışırken yaralanıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyor.
Mazlum arkadaş o yıl Dersim eyaletinde “Yılın Komutanı” seçildi ve adı bir tepeye verildi. Mazlumun ve Mazlumların öyküsünü dinlemek isterseniz, Munzur suyuna kulak kabartın. Munzur suyu tanıktır.
- Ayrıntılar
