Şubat ayının sonlarına doğru Ali Boğazı’nda kış tüm şiddetiyle devam ederken alınan bir bilgiyle vadide üslenen gerilla birlikleri hareketlenmeye başlamıştı. Dersim coğrafyasının rakımı yüksek olduğu için dağların doruklarında doğanın kış uykusundan uyanıp canlanması, yeşile bürünmesi ve insanın damarlarındaki kanın kaynaması mayıs ayında başlardı. Gelen bilgiye göre; düşman Ali Boğazı’na operasyon yapacaktı. Mevsim koşullarının Dersim’e göre daha yumuşak geçtiği eyaletlerde, gerillanın baharda atılım yapmasını engelleme amaçlı operasyonlar başlamıştı ama Dersim’de bahar operasyonları Nisan ayında olurdu genellikle. Fakat büyük telsizden Amed eyaletinde Şeyh Said’in isyanı başlattığı gün olan 13 Şubat’ta yapılan operasyonda, 35 arkadaşın şehit düştüğü haberi alınınca, hem operasyona çıkacak düşmana darbe vurmak, hem de şehit düşen arkadaşların intikamını almak için hazırlıklara başlanmıştı. Türk ordusu özellikle böyle günlerde operasyon yapar ve gerillaya darbe vurarak, iradesini kırmaya çalışırdı. Bu nedenle 27 Şubat ‘95’te kar kalınlığının birkaç metre olduğu Ali Boğazı’ndan ayrılıp, K. ormanlarına gittik. Gücümüz bir birlikti. Diğer birlikler Ali Boğazı’nda kalmış ve savunma tedbirlerini güçlendirmişlerdi. K. ormanlarında kar daha azdı. Fakat yağış günlerdir devam ediyordu. Yağan karla karışık yağmurun altında naylondan çadır yaptık. On beş gün boyunca, gerilla üslenmesi için mükemmel bir coğrafya olan K. ormanlarında kaldık. Bu süre zarfında Ali Boğazı’ndaki zorlu günlerin yorgunluğunu, yıpranmışlığını üzerimizden atıp, dinlenmiştik. Rüzgarın uğuldayarak estiği ve yağmurun naylon çadırlarımızı dövdüğü bir akşam, birlik komutanımız Mazlum arkadaş, birlik yönetimini toplantıya çağırmıştı. Dışarıdaki zifiri karanlığın, yağan yağmurun ve esen soğuk rüzgarın yarattığı korku ve ürpertinin tersine; naylon çadırın içinde sıcak ve güven veren bir hava hakimdi. Mazlum arkadaş, elindeki fenerin soluk ışığını içeride oturanların yüzünde gezdiriyor ve güven veren tok sesiyle konuşuyordu. Şiddetli rüzgarın ve yağmurun naylondan çıkardığı gürültüye inat, sesini gittikçe yükseltiyor, Amed şivesiyle konuştuğu Türkçe, daha da ilgi çekiyor ve hoşuma gidiyordu. Mazlum arkadaşla Amed eyaletinde karşılaşmış, Dersim’e beraber gelmiştik. Zorlukları, acıları, sevinçleri, korkuları, umutları ve başarıları beraber yaşamıştık.
“Arkadaşlar biliyorlar, buraya, hem çıkacak operasyon gücüne darbe vurmaya, hem de Piran’da şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaya geldik”
Piran’daki kayıplardan söz ederken yaşadığı öfkeyi ağzından çıkan kelimeleri bastıra bastıra söylemesinden rahatlıkla anlayabiliyordum. Elindeki fenerin ışığını çadırda dolaştırmaktan vazgeçmiş, önüne, yere serili battaniyenin üzerinde, bir noktaya tutuyordu. Mazlum arkadaşın o an yaşadığı duyguları tahmin edebiliyordum. Piran’da şehit düşen yoldaşlarımızın hiç birini tanımıyorduk ama uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı feda ettiğimiz düşünce, bizlerde birbirimizi tanımasak, ayrı mekanlarda olsak bile, aynı ruhu, duyguyu ve bağlılığı yaratmıştı. “Piran” sözcüğü gerillaya katıldığım ilk güne götürmüştü beni. Yağmurlu bir bahar akşamında Piran’ın bir köyünde, sıcacık toprak damlı bir evde karşılaştığım gerillayı ve o an yaşadığım heyecanı anımsadım. Kim bilir belki şehit düşenlerin arasında tanıdıklarım da vardır, diye geçirdim içimden. Ve ne olursa olsun o yoldaşların intikamını alacağız, dedim kendi kendime. Mazlum arkadaşın, “Bir takım önden gidip, Munzur vadisindeki Dersim-Ovacık yolunun keşfini yapacak” sözleriyle kendime geldim. Konuşması biter bitmez müsaade isteyip,
“Heval bizim takım gidebilir” dedim hiç tereddüt geçirmeden.
Toplantı sonucunda bizim takımın gitmesi kararlaştırıldı ve sonra herkes mangasına gidip gecenin sessizliğine karıştı.
Sabah erkenden kalkıp yol hazırlıklarına başladık. Öğlene doğru hazırlıklarımızı tamamlayıp, öğleden sonra yağan karla karışık yağmur ve sisin verdiği avantajla, Munzur vadisine doğru yola koyulduk. Amaca ulaşmadaki kararlılık zorlu doğa koşulların unutturmuştu bize. Gece yarısı zifiri karanlıkta D. sırtlarına ulaştık. Sırılsıklam olmuştuk. Ulaştığımız noktanın çevresi tepelerle çevrili olduğu için, gece ateş yakma olanağımız vardı. Zaten sırtımızı başı her zaman dumanlı ve asi olan Munzurlara dayamıştık. Hemen çantamın üzerine bağladığım naylonu söküp, iki ucunu çevredeki ağaçlara bağladım. Diğer iki ucunu da yere bırakıp üzerine taş koydum. Sonra yaş bir ağaç dalı kesip, naylonun ortasına dikerek kaldırdım. Arkadaşların topladıkları kuru odunların- her ne kadar yağan kar ve yağmurdan dolayı ıslak olsalar da- bir kısmını naylon çadırın içine serdik. Geri kalanlarla da büyük bir ateş yaktık. Ateşin çevresinde çember kurmuş ısınıyorduk. Fakat kurulanamıyorduk. Çünkü yağmur kurulanmamıza olanak vermiyordu. Ateş sönmesin diye üzerine sürekli odun atıp, gürleştiriyorduk. Bu arada kara çaydanlık su doldurulmuş ve ateşin kenarına konulmuştu bile. Böyle anlarda ateşin başına oturup, soğukta buharı tüten sıcak bir çay içmenin tadı bir başka oluyordu. Yorgunluk bir anda yok olup gider ve geçmiş günlerde, benzer zorlukların yaşandığı anıların anlatıldığı koyu bir sohbet başlardı. O gece naylonun altında yarı uykulu, yarı uyanık geceyi sabaha bağladık. Sabah gidip yakınımızda bulunan boş yayla evlerine yerleştik ve arkamızdan gelecek diğer takım için de iki yayla evini hazırladık. Öğleden sonra Dersim-Ovacık yolunda yapılacak eylemin keşfi için bir grup arkadaşla yola doğru inmeye başladık. Sis, Munzur vadisini boydan boya kapatmıştı. Bir an kendimi bulutların üzerindeymiş gibi hissettim. Sırttan aşağıya inip, sis kütlesinin içine girdik. Vadide kabaran ve hırçınlaşan Munzur suyunun uğultusundan başka bir ses yoktu. Bir süre sonra sırtın yolla kesiştiği noktaya ulaştık. Munzur suyuna paralel, kıvrıla kıvrıla giden yol, gece-gündüz denetimimizdeydi. Düşman ancak büyük konvoylarla ya da sadece zırhlı araçlarla geçebiliyordu. Bunu da gündüz sabahtan öğlene kadar olan zaman aralığında yapabiliyordu. Onun dışında denetim bizim elimizdeydi. Günün herhangi bir saatinde ormanlıklı ve kayalıklı olan sırtlardan yolun üzerine kadar inebiliyorduk. Arazinin asi ve elverişli olması buna olanak sağlıyordu. Eylem yerinin keşfini yaptıktan sonra, indiğimiz sırttan yukarıya çıkıp, akşamüzeri noktaya ulaştık. Noktaya vardığımızda Mazlum arkadaş ve diğer takım gelmiş, yerlerine yerleşmişlerdi.
Akşam, yaptığımız keşfin sonuçlarını Mazlum arkadaşa aktardık. Yol boyunca bir km’lik uzunlukta pusu atılabileceğini ve yolu dikine kesen sırtların buna elverişli olduğunu, bu şekilde düşmana çok etkili bir darbe vurabileceğimizi belirttik.
Anlattıklarımız Mazlum arkadaşı sevindirmişti. Bunu ağzından dökülen kelimelerin canlılığından ve iki de bir “çok iyi, çok iyi” demesinden anlayabiliyordum. “Ama yarın ben de yola inip, belirlediğiniz pusu yerini görmek istiyorum. Ayrıca mevzi yapılacak noktaları ve hangi mevziye hangi silahları yerleştireceğimizi de karalaştırırız” dedi, sonra konuşmasına ara vermeden, “bir eylemin başarısının yarısı doğru ve iyi bir keşiften geçer. En küçük bir ayrıntıyı bile hesaplayıp, ona göre planımızı yapacağız” diye ekledi.
Ondaki coşku ve kararlılık hepimize güç veriyordu. Bu nedenle keşfe giden arkadaşların her biri, “Planlama yapılırken şöyle olmalı, falan yerdeki sırta BKC silahını yerleştirmeli vb.” görüşler ileri sürüyorlardı. Mazlum arkadaş her birini dikkatle dinliyor, “Tamam, yarın dediğin yere gidip bakar, ona göre karar veririz” diyordu. Eylem planı üzerine yapılan sohbetler sona erince arkadaşlar mangalarına çekildiler. Toplantı benim mangamda olmuştu. Mazlum arkadaş diğer mangalara gidip kalsa da, genelde benim mangamda kalıyordu. Arkadaşlar gittikten sonra yeleğinin cebinden küçük teybi çıkarıp, Ahmet Arif’in şiir kasetini dinlemeye başladı. En çok da “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirini severdi. Mangadaki diğer arkadaşlar bir köşeye çekilip uyuyunca, ikimiz yalnız kaldık. O, kendisini A. Arif’in şiirlerine kaptırmış, sobanın kenarında, sırtını bir çantaya yaslamış, oturuyordu. Böyle anlarda derin düşüncelere daldığını ve yoğunlaştığını bildiğim için sessizce yerimden kalkıp, sobaya birkaç odun attım ve üzerine çay suyu bıraktım. Yağan yağmurun naylonda çıkardığı ses, A. Arif’in sesinden dinlenen şiirler ve sobadan sızan ışığın naylondaki yansıması, içeride gizemli bir hava yaratmıştı. Yılların verdiği tanımışlıktan, Mazlum arkadaşın neler düşündüğünü sezebiliyordum. “Eylem planlaması ve başarıya nasıl ulaşılacağı...” Bu nedenle ben de kafamda planlar yapmaya başladım. İçimden konuyu açıp tartışmak geçti, fakat sonra vazgeçtim. Yoğunlaşmasını bölmeyeyim, konuşmayı kendisi başlatsın, dedim kendi kendime. Bir ara Mazlum arkadaşın, “Aram! Aram!” diye seslendiğini fark ettim. Ona,
“Bir şey mi istiyorsun?” dedim.
“Yok, bir şey istemiyorum. Oturduğun yerde uyukluyor muydun?” diye sordu.
“Yok uyumuyordum. Düşünüyordum” dedim.
Elini sarı saçlarında gezdirerek –sarışın olduğu için biz ona “Sarı Mazlum” derdik, eyalet gücünün hepsi onu bu adla tanırdı-
“Eylem planını çok iyi yapmamız gerekiyor. Yarın … sayıda arkadaş daha gelecek. En küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmamız bize pahalıya mal olabilir. Bu yüzden...” deyip derinden bir nefes aldı. Düşündüğü şeyi söylemekte zorlanıyor gibiydi.
“Bu yüzden içimde bir korku var”
“Korku” kelimesini o kadar kısık bir sesle söyledi ki, sanki çevreden duyulacağı kaygısını yaşıyordu.
“Tek bir arkadaşın basit bir hata yüzünden şehit düşmesini kaldıramam. Yarın aşağıya, yola inip pusu yerini ve mevzi yerlerini, sonra savunmaların kalacakları yerleri tek tek kontrol edeceğim.”
İlk keşif grubunda ben de yer aldığım için sözlerinden alınmış olacağımı, güvensiz yaklaştığını düşüneceğimi sanmış olmalı ki, yerinden doğrulup,
“Yanlış anlama, sizin iyi keşif yaptığınıza inanıyor ve sonuna kadar da güveniyorum. Ama gidip görmeden de içim rahat etmeyecek. Çünkü eylem oldukça kapsamlı ve katılacak arkadaş sayısı da …’ya yakın. Bunun için mutlaka benim de gidip görmem gerekiyor.”
Onun neden böyle düşündüğünü ve rahat olmadığını anlayabiliyordum.
“Yok, yanlış anlamıyorum. Senin yaptığın en doğrusudur. Bir PKK komutanının da yapması gereken budur” dedim. Söylediklerim onu rahatlatmıştı. Aniden,
“Hani çay olmadı mı?”
Kendimi konuşmaya kaptırdığım için çaydanlıktaki suyun kaynadığını bile fark etmemiştim. O gece çayımızı içip, bir süre daha sohbet ettikten sonra uyuduk.
Sabah kahvaltı yaptıktan sonra Mazlum arkadaş, daha önce keşfe giden grupla beraber yola inip, son keşfi yaptı. Bu arada karargahtan Haydar ve Delil arkadaş sorumluluğunda … kişilik bir birlik şafak vaktinde bulunduğumuz noktanın yakınında bir yere gelip, üstlenmişlerdi. Hemen o gece bütün komuta gücü toplanıp eylem planlamasını ve hangi mevziye hangi arkadaşların yerleştirileceğini belirledi. Sabah planlama ve eylem grupları bütün arkadaşlara açıklandı. Ve zaman kaybetmeden iki günlük erzağın hazırlığı için harıl harıl çalışmaya başlandı. O gün, hazırlık koşuşturmasıyla akşam ettik. Her şey hazırdı. Silahlar temizlenmiş, yedek cephane alınmış, kazma-kürekler temin edilmiş, iki güne yetecek ekmek ve torak çantalara doldurulmuş, gece yarısı bekleniyordu. “Arkadaşlar kalksın saat ikide hareket edeceğiz!”sözleriyle uyanıp, mangalardan çıktık. Yağan karın altında tüm grubun toplanmasını bekliyorduk. Grup toplanınca içtima düzenine girdik. Mazlum arkadaş içtima esnasında eylemin anlam ve önemine ilişkin kısa bir konuşma yaptı. Konuşma sonrasında, “Biji Serok APO!”sloganları atarak, eylem yerine doğru yola koyulduk. Sırttan aşağıya inip yola yaklaştıkça, gruplar birbirine “Serkeftin!” dileyerek mevzilenecekleri yere gitmek için ayrılıyorlardı. Mazlum arkadaş ayrılan her grubun komutanıyla son kez konuşuyor ve tekrar tekrar dikkat edilmesi gereken hususlarda onları uyarıyordu. “Telsizinin kanalı doğru mu? Yanına yedek batarya aldın mı? Erzağınız tamam mı? Kazma kürekleriniz yanınızda mı?” gibi sorularla çıkacak en küçük bir aksiliğe meydan vermek istemiyordu. En son benim grubum ayrılırken gelip, bize de aynı soruları sorup, başarılar diledi. O esnada grupta bulunan yeni bir arkadaşın parkesinin olmadığını görünce, üzerindeki parkeyi çıkarıp ona uzattı ve giymesini söyledi. Arkadaş, “Yok üşümüyorum, gerek yok ”dese de, “Olsun, al giy. Senin daha fazla ihtiyacın var” dedi ve biraz da talimatvari bir tonla giymesini söyledi. Onun bu tür davranışlarına daha önce de tanık olmuştum. Ama o anki tutumundan dolayı ona sarılmak geçti içimden. Elini, iki elimle sımsıkı tutup, “Serkeftin” dedikten sonra ona usulca, “Kendine dikkat et” dedim. Sözlerim onu şaşırtmış olmalı ki, bir an duraksayıp, “Sen kendine dikkat et, bana bir şey olmaz” dedi. Sonra kendinden emin bir eda ile, “Ben kendi inisiyatifimle yaşar, kendi inisiyatifimle ölürüm” diyerek yanımdan ayrıldı.
Bütün gruplar mevzileneceği noktalara ulaşmıştı. Bizim mevzi yapacağımız yer, sırtın bitimi ve yolun on beş-yirmi metre üstündeydi. Kar olanca hızıyla yağıyordu. Hava aydınlanmadan önce mevzilerimizi kazıp içine girmemiz gerekiyordu. Hızla mevzi kazmaya başladık. Toprağın yumuşak olması bize kolaylık sağlıyordu. Dört arkadaştık. İkişer ikişer, hiç ara vermeden çalışıyorduk. Bir süre sonra ellerimiz soğuktan tutmaz olmuştu. Soğuk iliklerimize kadar işliyordu. İki arkadaş mevzi kazarken, biz yerimizde hareket ediyor, ellerimizi koltuklarımızın altına koyup, ısıtmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra biz kazıyor, diğer iki arkadaş ısınma hareketleri yapıyorlardı. Sabahın alaca karanlığında mevziimizin kazımını bitirmiş, çevresini kuru ağaç dallarıyla kamufle etmiştik. Durmak bilmeyen kar yağışı altında mevziinin içinde oturmuş, pür dikkat bekliyorduk. Sırtın tam ucunda olduğumuz için sağımızda ve solumuzda mevzilenen arkadaşları da görebiliyorduk. Eylemi koordine eden Mazlum arkadaş, tüm gruplardan telsizle tekmil aldı. Her şey ve herkes hazırdı. Birkaç saat mevzide hareketsiz beklemek bizi zorlamaya başlamıştı. Ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Soğuktan bacalarımdaki kaslara kramplar girmeye başlamıştı. Tir tir titriyordum. Diğer arkadaşların durumu da benimkinden farklı değildi. Isınmak için mevziinin içinde ayağa kalkıp, yerimde hareketler yapıyordum. Arada bir de kulak kabartıp araç sesi geliyor mu? diye çevreyi dinliyordum. Öğlene kadar ıslanmış ayaklarımızdaki sızılarla bekledik. Bir ara duyulan araç homurtularıyla birlikte telsizler çalışmaya başladı. Mazlum arkadaş tüm gruplarla bağlantı kurup, hazırlanmalarını söyledi. Plana göre eylemi o başlatacaktı. Bu sesler soğuğu ve yağışı unutturmuş, damarlarımdaki kan dolaşımını hızlandırmıştı. Artık titremiyordum ve kaslarıma kramplar da girmiyordu. Soluk alışlarım hızlanmış, yüzüm yanmaya başlamıştı. Saçımdan süzülüp, yanağımı yalayan yağmur damlaları bir serinlik veriyordu tenime. Araç sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Başımı mevziden çıkarıp, yola baktım. İki panzer, yaklaşık elli metre mesafe ile gelip, geçti ama arkasında başka araç yoktu. Bunu daha önce planlama yapılırken tartışmıştık. Konvoy olmazsa vurmayacak, zırhlı araçların geçmesine izin verecektik. Panzerler, Dersim-Ovacık arasında devriyeye çıkmışlardı. Bizim hedefimiz daha büyüktü. Onu bekleyecektik.
O gün akşama kadar yağış altında, hareketsiz, mevzilerde bekledik. Fakat düşman konvoyu gelmedi. Akşam mevziden çıktığımda yürümekte zorlanıyordum. Har tarafım soğuktan tutulmuş ve çamura bulanmıştım. Toparlanıp noktaya doğru tırmanmaya başladık. Mazlum arkadaşla karşılaşınca onda bir burukluğun olduğunu sezdim. Davranışlarından kızgın olduğu anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp,
“Yarın gelir” dedim. O da,
“Gelene kadar bekleyeceğiz. Bir hafta da olsa, on gün de geçse bekleyeceğiz. Mutlaka gelecekler...” dedi. Sonra konuşmadan ağır ağır yürümeye başladı.
Ertesi gün sabahın beşinde yine mevzilerdeydik. Akşama kadar bekledik fakat düşman konvoyu gelmedi. Her gün sabah kalktığımızda, “bugün gelecek” umuduyla yola iniyor, akşam ise yağmurun altında, çamurun içinde, mevzilerde beklemenin ve düşmanın gelmemesinin yarattığı gerginlikle yukarıdaki noktaya çıkıyorduk. Bu durum altı gün boyunca sürdü. Beklemek ve doğa şartlarının zorlukları sinirlerimi bozmuştu. İçimden, “geleceksen gel artık” deyip, düşmana küfürler savuruyordum.
- Ayrıntılar
“Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım”
Bazen hiç tanımadığımız bazı kavramlar yaşamımıza girer ve her şey onlara göre belirlenir. Nasıl geldi, nereden geldi ? sorularının cevabını daha bulamadan yaşamımızın bizden olmayan kavramlarla doldurulduğunu ve ona göre yaşıyor olduğumuzu görürüz. Bir yabancı gelir, aile yaşamımıza kadar her şeyi belirler.
Görünmez zincirler dedikleri bu olsa gerek. Kürtler de, bu zincirlerden fazlasıyla vardır. Anlam verilmeyen yeni bağlar gibi, anlam verdiği ve kendisinden olan anlamsız bağlar. Kürtlerin yuvasına çokça el uzatıldığı için, nasıl geldiğine anlam verilemeyen kavramlar da çok fazla olur. Bunların bir kısmı kanıksanır, bir kısmına uyulmak zorunda kalınır.
Bu kavramların bir-iki tanesi üzerinde duracağız. Sınır ve öte taraf. Kürtlerin kulağına bunlar hiç de hoş gelmez. Ama çok fazla da dinlemiştir. Sonra farkında olmadan kanıksar. Kendi akrabalarına ‘öte taraftakiler’ der ve bu ağırlığı ömrünün sonuna kadar yaşar. Tarlaların ortasından geçen telleri, sınır olarak kabul etmek ona zor gelir. Uymak zorunda kalmıştır.
Sınır, tarih boyunca Kürtlerin hiç tanımadığı bir kavramdı. Onlar hiç kimseyle aralarına sınır koymamışlardı. Herkesle kardeşçe yaşamışlardı. Türklerle, Araplarla, Farslarla, Ermenilerle, Asurilerle ve daha bir çoklarıyla. Hep iç içe ve birlikte. Ama şimdi kendi köylerinin ortasına sınır çekilmişti. Yıllarca beraber yaşadığı komşusunun evine gidemez. Ya da ölümü göze alarak gider.
Önce korktu, sonra ölümü göze almayı öğrendi. Artık sınırlar delik deşik edilecekti. Kaçakçılık bir meslek halini alacak. Bazıları becerileriyle ün salacaklardı. “Ünlü kaçakçı” yeni bir toplumsal statü olacaktı.
Sonra tedbirler geliştirildi. Teller ikiye çıkarıldı. Olmadı...üçe çıkarıldı. Yeni tür teller de çözüm olmadı. Mayın tarlaları ve iz tarlaları da oluşturuldu. Hiç biri engel olamadı. Can verenlerin sayısı arttı. Kahramanlık türküleri ve destanları çoğaldı. Artık sınırlar daha çok delinecekti.
“Eskiden hayvan ölülerinin kokusundan sınıra yaklaşılmazdı. Her aile bir can vermişti. Köyler sakatlarla doluydu” dedi yaşlı adam, iç çekerek. Bir taraftan da bizi süzüyordu. ‘Yazık olacak’ der gibiydi. Endişeliydi. Sınırda artık gerilla cesetleri de vardı. Gerilla kanı da akmıştı. Bunu kabullenemiyorlardı. Yaşlı ana, son görüşüymüş gibi gözlerimize bakıyordu. Ne de olsa bir ana. Yüreğinin bir parçası olarak görüyor. Hedefimizi benimsese de yaşamamızı daha çok istiyor.
Bir gerilla vurulduğunda, her ananın yüreğinden bir parça kopar. Yüreği yanık analar, tüm gerillaları öz evladı olarak görürler.
Derinden yüzümüze bakması için fazlaca sebebi vardı. En genç olanımıza gözleri takılı kaldı. ‘Hiç birisi ulaşamadı’ dedi, ağlamaklı olarak. Haklıydı, bir çok gerilla grubu ya sınırı geçememiş, ya da geçtikten sonra ovalık araziyi kesmeden vurulmuşlardı. O güne kadar hiçbir grup sağlam geçememişti. Ve her gerilla, yüreği yanık ananın elini öperek ayrılmıştı. Sonra uğursuzluğu elinde aramış ve kimseyle vedalaşmamaya karar vermişti. Bu kararını bize de uygulayacaktı.
İslahiye ovası gerillayı yutan bir bataklık haline gelmişti. Bizden önce geçen gruplar ya tümden ya da yarı yarıya darbe yemişlerdi. Gerilla için çok tehlikeli bir geçiş bölgesiydi. O gün itibarıyla buradan geçmek zorundaydık. Sonraları birçok seçenek yaratılacaktı. Geçişin zorluğunu biliyorduk. Grubumuz da buna göre örgütlenmişti. Ya bir gecede sınırı ve ovayı geçip Amanosların zengin ormanlarına ulaşacaktık ya da yaşlı ananın yüreğinden bir parça daha kopacaktı.
Her şey bir gecede yapılacaktı ve ovalık arazi çok genişti. Olağanüstü bir çaba gerekiyordu. Biz bu çabayı göstermeye kararlıydık ama hesapta olmayan faktörler de vardı. Yolumuza çıkacak bir engel, bir-iki saat zaman kaybetmemize neden olabilirdi. Bu da bir felaket olurdu.
Amanoslar, Akdeniz’den başlayarak Kuzeye doğru yükselir. İslahiye’ye kadar ince bir hat şeklinde yol alır ama sonrasında bir dünya kadar genişler. Ordular girse kaybolur. Arazideki farklılaşma bir kopuşa da neden olmuştu. Afrin dağları, onun küçük bir parçasıydı. Aralarına genişçe bir arazi yani ovalık girmişti. Bereketli bir ovaydı. Teller ovanın bittiği yere çekilmişti. Ova, kuzey sınırları dahilinde kalmıştı. Güney tarafı ovadan çok az yararlanıyordu. Bu haksızlık, verimli dağ topraklarıyla kapatılmıştı. Güney dağlık arazisi engin ve sulaktı. Baştan başa Afrin’in sembolü olan zeytin bahçeleriyle süslenmişti. Ağaçlar askeri bir birliğin içtimada duruşu kadar disiplinli bir şekilde peş peşe sıralanmıştı. İslahiye köylüleri ise, verimli ovayı karış karış işlemişlerdi. Su kanalları, vücudu dolaşan damarlar gibi tüm ovayı kucaklamıştı.
İnsan boyunu aşan bağları, çevreyi kıskandırtıyordu. Mevsiminde hiç elinizi kullanmadan, ayakta, doyasıya çekirdeksiz üzüm yiyebilirsiniz. Bostanlıkları bir başkadır, pamuk ve biber tarlaları bir başka. Köylüler ovayı çok severler.
Kuzeydeki dağlık arazi geçit vermez, ormanlıktır. Bir tek tarla ve meyve ağacı bulamazsınız. Amanosların zirvesi dört mevsim kardır. Çevresine sürekli hükmeder. Etekleri yumuşak, zirveleri serttir. Güney köylüleri fırtınasından hep çekinmişlerdir. Bir büyüklük de aramışlardır. Gizliden gizliye özenirler de. Zirvelerindeki karlar nedeniyle Ak dağ adını vermişler ve ötesini hep merak etmişlerdir.
Meraklarından dolayı bize bir-çok soru soruluyordu. Öte taraf, merakları kamçılıyordu. Sınır, günlük yaşamına işlemiştir. Sınırları çok delse de yakındaki köylülerle ilişkisi olmuştur. Daha kuzeydeki kardeşleriyle ilişkilenemez, yüreği kaynar. Amanosların ötesini merak eder. Sınırlar bu merakı getirmiştir. Öte taraftakiler. Öte yaka. Ama hep bir merak; ne yapıyorlar acaba? Dağlar daha mı yüksek?
Harekete hazırlanan grubumuzda büyük bir merak ve heyecan vardı. Yaşlı ananın merakı ve tedirginliği bizi de etkilemişti. Tehlikeyi ciddi ciddi tartışıyorduk. Oysa öncesinde de tehlikeyi biliyorduk ama coşkumuz bir umursamazlık da getiriyordu. Bunun diğer adı, tedbirsizlikti. Şimdi diğer uca kayma tehlikesi beliriyordu. Aşırı duyarlılıktan, hiçbir iş yapamamak. Deneyimli kadrolar bunu görüyor ve hemen dengeliyordu. Zorluğu ve tehlikesi yüksekti ama başarılması da mümkündü. Biraz da devrimci romantizm lazım. Bir çok şey göze alınmazsa, baştan yenilgiyi kabul etmek olurdu.
Kavramın yerleştiği şekli ile “Öte tarafta” sınıra en yakın köyde, bir evde gizlice barınırken bir çok şey düşünüyorduk. İlk adımımı attığım gerillacılığın dönüştürücülüğünü nasıl yaşayacaktım? Başarılı olacak mıydım? Alanıma ulaşabilecek miydim? Bunlar yalnızca benim için değil, grubun ağırlıklı bir kısmı için geçerliydi. Onlar da benim gibi ilk adımlarını atıyorlardı. Alışkın oldukları kibar kent yaşamı, yerini haşin dağ yaşamına bırakacaktı. Bazen ayakta kalabilmek bile ciddi bir beceri isteyecekti.
Bu düşünce ve tartışmaların yanında keşif çalışmaları da sürdürülüyordu. Gece ve gündüz keşif faaliyetleri yürütülüyordu. Sınırdaki asker sayısı artırılıyordu. Bazı yerlerde çadırlar kurulmuştu. Bahar ile birlikte grupların geçiş yapacağı biliniyordu. Dönen kuryelerle sürekli tartışmalar oluyordu. Kolay geçmek ve en erkenden Amanoslara ulaşmak için uygun nokta aranıyordu. Ben tartışmalara fazla anlam veremiyordum. Askeri kavramları eğitimlerde öğrenmiştim ama pratik şekline ilişkin her hangi bir fikrim yoktu. Ancak bir süre sonra bu tür konuşmalara anlam verebildim.
Teknik hazırlıklarımız da sürdürülüyordu. Silah, cephane, çanta, elbise vs. hepsi benim için yeniydi. Ancak tecrübeli bir arkadaşın yardımıyla elbiselerimi düzenleyip, giyinebiliyordum. Askeri teçhizat da öyle. Çantamızın ağır olacağı anlaşılıyordu. Yayın, cephane ve on günlük erzağımızı taşıyacaktık. Bu, normal gerilla yükünün çok üstünde ağırdı. Tecrübesizler için daha da ağır.
1991 baharının ilk günleriydi. Tüm hazırlıklarımız sona gelmişti. 25 kişilik eğitim görmüş, ama tecrübesiz bir gerilla grubuyduk. 4-5 arkadaş tecrübeliydi. Zaten işi de onlar sürükleyeceklerdi. Ve biz, en zor yerden sınırı geçip, en zor alana ulaşacaktık. Hem endişeliydik, hem de en zor alana seçilen olmakla gurur duyuyorduk. Bir ilki başarmak istiyorduk; kalabalık bir grupla sınırı sağlam geçmek. Dönemine göre kendi başına ciddi bir başarıydı.
Hareket zamanı geldi. Sınır heyecanı belirgin olarak kendisini konuşturuyordu. Yükümüzün çok ağır olduğunu tekrardan fark ettik. Çare yoktu. Elbisemiz, silahımız ve çantamızla odanın içindeki aynanın karşısına geçiyorduk. Bir arkadaşın dikkatsizliği bu lüksümüzü kısa ömürlü yaptı. Omzundan kayan silahı, duvara dayanmış aynayı parçaladı. Yaşlı ana öteden seslendi, “aydınlıktır inşallah” Temennisini paylaştık.
Ve hiç unutamadığım an. Ayrılık vakti. Evden dışarı çıkmış, evin önünü çevreleyen bahçenin içinde bir yarım çember oluşturmuştuk. İlkakşamdı, hafif ışık vardı. Ağır duygusal bir atmosfer içindeydik. Gözümüz anadaydı. Aynı yerden çok gerilla uğurlamış ama çoğu yüreğinin bir parçasını koparmıştı. Yüreğinden bir parça daha kaybetmeye gücü kalmamıştı. Yaşamak istiyordu. Yüksek dağın ötesindekilerini de kucaklamak istiyordu.
Sıranın başından başlayarak hepimizin yüzüne dikkatlice bakarak geçiyordu. Yüz hatlarımızı ayrıntılarına kadar hafızasına alıyordu. Vedalaşmayacaktı. Tövbe etmişti. Sıradan takip etti. Gruptan hiç ses çıkmıyordu. Her şey durmuştu. Ananın toprağa takılan ayak sesleri vardı yalnızca. Yaşlı ana ve toprak. Belki de bizi görmüyordu. Bize bakarken aynı yerden uğurladığı nicelerini hatırlıyordu. Grubumuzdaki iki bayan arkadaşın yanına gelince daha yavaşladı. Daha çok vakit ayırdı. Elif ile Cahide’ nin gözleri yaşardı. Ana, öte yüzü gören bakışlarını sürdürüyordu. Grubu tamamladı.
Sonra bir makas çıkardı ve sıranın başına geçti. Tek tek saçımızdan bir parça keserek avucunda topladı. Elif ve Cahide’den daha çok kesti. Eliyle ‘gidin’ işareti yaptı. Zorlukla ağzından bir-iki sözcük çıktı. ‘Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım’
Ayrıldık. Hiç bu kadar duygulanmamıştım. Hepimizin gözleri yaşardı. Nasıl yürüdüğümüzü anlayamamıştım. “Sınıra çok yakınız” komutu ile kendime geldim. Artık çok duyarlı olmak gerekiyordu. Tedbirlerimizi almıştık, geçiş noktası en ince ayrıntısına kadar izlenmiş ve her olasılık hesaba katılarak tedbir geliştirilmişti. Yalnız teller de değil, ertesinde pusulanmış alan da geçilecekti. Zikzaklı bir hat belirlenmişti.
Eğilerek sessizce ilerliyorduk. Silah elde, ayaklardan hiç ses çıkmıyordu. Tellere ne kadar yakın olduğumuzu anlamaya çalışıyordum ki, önümdeki arkadaşın sürünerek tellerin altından geçmeye çalıştığını gördüm. İki kurye telleri yükseltmiş, altından geçiş sağlanıyordu. Sonra istikametimiz sola doğru değişti. Aynı şekilde bir süre daha ilerledik. Gelen komutla hızımız arttı. Artık ayak sesleri çıkıyordu. Tehlikenin azaldığını anladım. Bir süre sonra tamamen uzaklaşmıştık. Sınır başarıyla geçilmişti.
“Bu kadar kolay mı?” diye düşündüm. Acemiliğimden öyle geliyordu, çünkü işi başkaları yürütüyordu. Ben sadece arkalarından yürüyordum. Çok sonra bunları iyi öğrenecektim.
Şimdi hızla ilerlemek gerekiyordu. Ova tehlikeliydi, dağa ulaşmalıydık. Hiç bu kadar yürümemiştim, zorlanıyordum. Grubu tehlikeye düşürmemek için elimden geleni yapıyordum.
Hava henüz aydınlanmıştı ki, Amanosların eteklerine vardık. Biraz daha yükseğe çıkmak gerekiyordu. Uygun bir konumlanma noktasına ulaştığımızda güneş doğuyordu.
Sırtımızı çantamıza dayayıp, sigaramızdan derin nefes çektiğimizde öte tarafta bir aynanın güneşe tutulduğunu gördük. Bir hüzün bastı, yorgunluğumuzu unuttuk, kararlılığımız bilendi.
- Ayrıntılar
Bahar, taze kekik kokusunun parmaklarda bıraktığı bir iz gibiydi doğada. Tüm sırlarını açmaya hazır bir genç kız edasında olan dağlar, kıştan kalan son izleri de yavaş yavaş siliyordu. Patika yolun kenarında yeni yeşermeye başlayan otların üstünü bol çiy kaplamıştı. Çiyin altında otlar buğulu yeşil bir renge bürünmüştü. Sabah karanlığının çözüldüğü yamaç mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Çiçeklerin yeni açılmış taçlarının turuncu rengi üzerinde birkaç damla şebneme Kuzey’den esen toprak kokusu karışmış bir rüzgar vuruyordu. Her tarafa yeniliğin taze hissi yayılmıştı.
Tüm gece hiç durmadan dinlenmeden yürümemize rağmen, eski bir gerilla olan kurye Rubar arkadaş:
- Çok yavaş yürüdük, bu yüzden randevuya geç kaldık, dediğinde, gerilla olmanın ilk zorluğu ile karşılaştığımı anlamıştım. Oysa randevu verilen yere saatinde ulaşmak için hep koşarak yürüdüğümüzü ve zamanından önce ulaştığımızı düşünüyordum. Bir yandan gerillanın hız kavramına duyduğum şaşkınlık beynimi kurcalarken, arkadaşlara nasıl ulaşacağımız da ayrı bir soru olarak karşımda duruyordu. “Gerilla çözümsüz kalmaz” sözüyle ilk kez o zaman karşılaştım. Bu bir felsefeydi. Doğaya, zorluklara, maddi koşullara teslim olmamayı öğretiyordu. Aslında kendi içinde bir mücadeleyi ve direnmeyi öngörüyordu. Ben “gerilla çözümsüz kalmaz” sözünü düşünürken, Rubar arkadaş:
- Çobanlara sorabiliriz, dedi. Onlar bu alanı karış karış tanıyor. Arkadaşların nerede olduğunu bilmeseler, bile bir-iki gün içinde bizden haber götürebilirler.
- Çobanları nasıl bulacağız? sorusunu hiç düşünmeden sormuştum. Rubar arkadaş gülerek:
- Şu sırtın üzerine çıkarsak bir zomu görebiliriz, dedi.
Zoma girmeden önce iki gruba ayrıldık. Benim içinde olduğum grup zomun aşağısındaki büyük kıl çadıra gitti. İçerisi daha büyük görünüyordu. Sulanıp süpürülmüş olan çadırın sağ tarafında rengarenk yorganlar ve döşekler düzenli katlanmış dururken, öbür tarafta beşiğinde bir bebek ağlıyordu. Ocaktaki ateşin sönmesini engelleyen 9-10 yaşlarındaki kız çocuğu bizi görünce önce şaşırdı ama sonra annesinin davranışlarına benzeyen hareketle bizi, kamışlardan hasırların üzerine buyur etti. Hiç beklemediği bir anda ona elimizi uzatıp selam verdik. Dağınık saçlarının kapattığı kara gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Yanakları pembeleşti. Bir koşu bize ayran getirdi. Bu sıra çadırın girişinde iri yarı, siyah giysili, orta yaşlı bir kadın belirdi. Yüzünde yılların izi olmasına rağmen, gözleri tıpkı kızının gözleri kadar parlaktı. Elleri etkisizdi, damarlarının maviliği göze çarpıyordu. Hiç çekinmeden gelip selam verdi. Nasıl davranacağımızı bilememenin paniği içerisinde ayağa kalkıp, selamına cevap verdik.
Kadın atik hareketlerle sofrayı kurdu. Sofrada yoğurt, peynir, dünden kalan pilav ve çay vardı. Bir yandan koşuşturuyor, bir yandan da kaş altından bizi izliyor, silahlarımız ve elbiselerimize bakıyordu.
- Teyze arkadaşlar size uğruyorlar mı? diye sordum.
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
- Peki askerler zomlara geliyor mu? diye sordum.
Kadın yine,
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
Ellerini birbirine kavuşturmuş, dizlerini altına çekmiş, bize bakmadan konuşuyordu. Bize karşı çok ilgisiz olmasa da, kadının yüzündeki soğuk havayı anlayamıyordum. Halkın gerillaya olan sevgisi o kadar çok anlatılmıştı ki, hayalimizdeki ilk karşılaşmanın yaşadığım gibi olmaması beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
Kadının yüzündeki titrek ifade, içinde soğuk bir rüzgarın geçtiğine tanıklık ediyordu. Ortama hakim olan o havadan bir an önce kurtulmak istedim. İstenmeme duygusu bir gerilla için bazen savaşın gerekçesi, bazen de o yeri terk etme nedeni olabilir. Yaşadığım hayal kırıklığının ağır etkisiyle, yiyemediğim yemeği arkadaşlar yedikten sonra kalktık.
Gecenin serin rüzgarlarından en ufak bir iz bile yoktu. Çıplak arazide güneş tüm yakıcılığını toprağın derinliklerine doğru işliyordu. Kar sularının oluşturduğu küçük dereler, kısa bir süre sonra kuruyacağını biliyormuşçasına telaşlı telaşlı akıyordu. Suyun sesi güneşin tendeki yakıcılığına panzehir gibiydi.
Grup toparlandıktan sonra yola çıkma vakti gelmişti. Bu sırada, başındaki kasketinden dolayı yüzü seçilmeyen, kamburu fazla değilse bile, başını sadece iki katlı bir binanın tek katına bakabilecek kadar kaldırabilen, yaşlı bir amca girdi. O evin dedesi olma ihtimali çok yüksekti. Çobanlık yaptığı için, arkadaşlar hakkında bilgi alabilirdik. Kadın kızının elini tutmuş, kıl çadırın kapısında bizi izliyordu. Ona bakmaya özen gösteriyordum. İçimde hiç duymadığım bir sızı vardı.
Rubar ile birlikte çoban dedenin yanına gittik, selamlaştıktan sonra:
- Dede, bugünlerde arkadaşları gördün mü? diye sordum. Ancak dede cevap verecekken, kadın yıldırım hızıyla benimle dedenin arasına girerek dedeyi arkasına aldı. İki kolunu yanlara doğru açarak:
- O kördür, sağırdır, dilsizdir, hiç bir şey bilmez, dedi. Yüzündeki sert ifade buzulları andırıyordu. Gözleri az önce sakladığı bütün düşünceleri yansıtıyordu. Yurtsever olduğu söylenen bu zomda böyle bir tutumla karşılaşmayı hiç birimiz beklemiyorduk. Rubar yavaşça kolumdan tutup:
- Hadi gidelim, dedi.
Donup kalmıştım. Kadının gözlerinde en ufak bir titreme yoktu. Kolları dimdikti. Rubar, ikinci kez:
- Hadi gidelim, diyinceye kadar da kadında pişmanlık veya ikirciklik göremedim.
Anlam veremediğim bu sahneler duygularımda büyük çalkantılar yaratmıştı. Belki ağlamak çözüm değildi ama halkın bu tutumunu kabul etmek de kolay değildi.
- Neden böyle davrandılar? diye sordum Rubar’a.
Rubar fazla emin olmasa da, başka bir açıklamasını bulamadığı bu durumu kendisine has belirlemelerle anlatmaya çalıştı.
- Askeri elbiselerimiz ve silahlarımız çok yeni. Üstelik davranışlarımız da gerillanın kendine has davranışlarına benzemiyor.
- Ne var bunda? Akademiden henüz geldik, elbette ki yeniliğin izleri olacak, dedim.
- Elbette ki öyle ama savaş koşullarında bu ayrıntılar kalın çizgilerle çizilmiştir. O kadın bizi kontrgerilla zannettiği için, hiç bir şey söylemedi. Bizi bizden sakladı.
- Ayrıntılar
1990 yılının bahar aylarıydı. Erzurum Eyaleti’ne beş kişilik (ben, Sinan, Seyit Rıza, İdris ve Şiyar) bir grupla girdik. Bu alanda ilk olmanın zorluklarını ve güzelliklerini iç içe yaşıyorduk.
- Ayrıntılar
