Bêrmareş’ê, Karagöl demek. Herekol’un doğu eteklerindedir. En derin yeri 3-4 metre’yi geçmez. Belki de bulmaz. Dibinde kum hiç yok. Zemini tamamen kırmızı toprakla kaplıdır. Yukarıdan göle kuş bakışı bakınca rengi gerçekten siyahidir. Yakından ve biraz yanlamasına bakınca rengi bazen koyu yeşile çalar, bazen mavimsidir. Çok nadiren göğün mavisini içmiş gibi olur. Geceleri dolunayda şafak ve günbatımı öncesi çok güleç bir renk alır.
Bêrmareş’in güney tarafına başka bir söylemle yukarısına yüksek kayalıklı bir tepe düşer. Eski adı Terazinareş'tir. Tek kapısı veya yolu burada yine Bêrmareş adıyla anılan kapısıdır. Bu kapıdan Koridorê Sora ve Navser taraflarına gidileceği gibi kapıyı çıkınca batıya yönelerek Deşta Sore taraflarına gidilebilir.
Gölün aşağı tarafına da çok daha alçak bir sırt düşer. Ardıç ağaçlarıyla kaplı bu sırtın en zirvesinin gölden uzaklığı iki yüz metreyi bulmaz. Sırt tepesinden göle kadar kırk beş derece eğimlidir. Kayalıklı olsa da kayalıklarda düz, düzlük gibidir. Bu sırtın aşağı yamacı uçurumludur.
Gölün bir tarafından Herekol’un yıkılmış taş yığıntıları, xılxıleleri yüzlerce metre uzanırken, diğer tarafından, yüzerce metre çimli, pınarlı, koridorlu, mergli küçük küçük tepecikli beri yerleri uzanır. Koçerler üç beş yerde koyunlarını sağar ve dinlendirirler. Bir kilometre ileri de Kaniya Sar, Kanisarkê denilen buz gibi bir pınar var. Suyu oluk oluktur. Etrafında mendık, tuzık ve pung yetişir. İçmek için çay için olduğu kadar, koyun ve kuzuları, keçi ve oğlakları sulamak için de çok sağlıklıdır. Sonbaharda suyu epey azalsa da hiç kesilmez.
Ve yine döndük Bêrmareş’e su yukarıdan elli metre kadar mesafeyi kaplayan kaya yıkıntılarından fışkırıyor. Bu kaynağın özü taze kar sularıdır. Herekol’de kar erimeye başladıktan bir süre sonra buradan sular fışkırır. Esasta Deşta Sore taraflarının suyudur. Koçerler eskiden Deşta Sore’de garıs (mısır) yıkandığını ve suyla akan tanelerin bu gölden çıktığını söylüyorlar. Ayrıca da gölün etrafında, yukarısında eriyen kar suları da buraya akar.
Sürüleri sulamak için bu su da verimlidir. Ne var ki bu su sonbahara kadar kalmaz. Şimdilerde insanın kolay kesemeyeceği pınarı yazın kuruyacak. Bir taraftan oluk oluk, beyaz sular göle dolarken diğer taraftan da oluk oluk boşalır. Daracık bir boğazdan kendini yüzlerce metrelik yamaçtan coşarak aşağılara bırakır. Su yazın yavaş yavaş azalsa da kuruması hemen hemen ani olur. Ama en ilginci gölün boşalması, kurumasıdır. Göl doluyken siz koyunlarınızı sulamaya getiriyorsunuz. Göle biraz yaklaşınca aniden göl önünüzden kaçmaya başlamıştır. Sular çekiliyor. Koyunlar peşinden koşuşturur. Susuzluğunu gidermek için gölün alt zemininde bazı delikler var. Gün gelir evrendeki kara delikler gibi gölün tüm suyunu sömürürler. Nerdeyse birkaç yudumda bu gölün tüm sularını içerler. Oysa o delikler hep varlar. Neden illa belli bir zamanda böyle su gözlü olurlar. Neden Bêrmareş’in siyahi maviliğini acımasızca yutarlar bilemiyorum. Koçerler her yıl bu olayın Cuma günü veya akşamı olduğunu iddia ediyorlar. Böyle bir inanışta var. Gününü bilmiyorum ama bir on dört Temmuz günü sularının çekildiğini arkadaşlarımdan duymuştum.
Gölün mergli çayırlı çimenli tarafından sırtın hemen üstündeki düzlükte eski mezarlar var. Gömülenlerin birçoğunun çocuk olduğu da anlaşılıyor. İlginç ve güzel bir yer seçmişler ölülerine. Ben de ölünce buraya gömülsem gölü görecek miyim(?) diye merak ediyorum. Gölün çevresi yazın tam bir festival yerine döner. Binlerce koyun öbek öbek berilerinde bekleşirken, çobanlar, kadınlar, genç kızlar, allı pullu elbiseleri ile bakraçlarına süt doldururlar. Çocuklar sürünün etrafından dolaşarak, sağılmaktan kaytarmak isteyen kurnaz koyun ve keçileri yakalayıp Berivanlara teslim ederler. Yine uyuşuk uyuşuk yatıp sağılma yerine gelmeyi düşünmeyenleri de uyarırlar. Eşeklerin bazıları zırlar, bazıları cirit atar, bazıları tozun içinde takla atar bazısı hiç doymak bilmez. Düzensiz ve zamansız doğan kuzular kayalıkların içerisindeki küçük kozıklerinde bekleşir, acıkınca meleşirler. Köpekler; kimisi haylaz, kimisi çılek (azgözlü), kimisi uyuşuk, hantal, kimisi geveze, kimisi korkutucu ve saldırgan. Kimisinin dili bir karış, kimisi ortalıkta görünmez gün boyu. Taa aşağıdaki o badan (zomdan) kimisi eşeğine, atına binerek, kimisi yürüyerek bir buçuk saatte buraya ulaşan Berivanlar öğlen öncesi ve öğlen sonrası sağılmış sütü mataralara boşaltarak eşeklerine, atlarına yükler üzerine de konlar'da yakmak üzere topladıkları guni ve değişik yakacakları yükleyip yarın tekrar gelmek üzere zoma dönerler. Çünkü süt peynir ve yoğurt olmak ister. Çobanlar taze ekmek ve yemek ister. Yolunuz açık, yüreğiniz pek olsun Berivanlar. Kolay gelsin isterim işleriniz, ama bilirim kolay gelmez. Erkekler de çok çalışır ve yorulurlar hatta koyun bile sağarlar ama pek az insan Koçer kadını kadar cefa çeker ama Koçer kadını direngen ve iradelidir. Zorluklara kolay teslim olmaz, zorluklar adeta onun yaşam tarzı gibidir. Bu nedenle mi yüzleri güleç ve umutludurlar hep bilmem.
Güneşin Herekol’e selam vereli tam iki saat oldu. Güller ve şehitler ayının bitimine altı gün kaldı. Tümseğin üzerindeki mezarlığın yan tarafındaki kayalıklı tepecikte oturmuş Bêrmareş'e bakıyorum. Gölün içine doğru bir girinti uzuyor. Tam bir yarımada gibi.
Her şey çok vurgulu. Güneş ışıkları vurgulu vurgulu yayılıyor. Güneş ışınlarının vurgusunu tenimde ve gözlerimde hissediyorum. Kaya renkleri vurgulu. Etrafı sarmış yeşillik vurgulu. Göle akan pınar vurgulu. Kuşların türlü türlü ötüşleri vurgulu. Kuşların çiçekten çiçeğe konan arıların vızıltıları daha bir vurgulu. Kar kevilerinin hızla erimeleri vurgulu. Kevilerin altında günlerdir güneşin hasreti ile sararmış ama solmamış otların güneşle buluşmaları ve fotosentez yaparak hızla yeşillenmeleri vurgulu. Dibi bulanığımsı, üstü berrak gölün etrafı doğanın aksını ustaca derinlerine çizişi ve biraz siyahi biraz yeşilimsi biraz parlak gölün manzarası vurgularında vurgusu. Hele şu tam karşımda gölün içindeki büyük kayalıkların dibinde kaya kadar yükselmiş piramidi andıran nazlı ardıç’ın göldeki yansımasıyla oluşturduğu bütünlük bir harikadır.
Dolunay çoktan küçülmeye başlamış. Yarılanmış ay tam Bêrmareş'e kapısının üstünde, ayın kesik tarafı ise yere Herekol'e bakıyor. Acaba her yerde ay böyle mi görünür merak ediyorum. Doğuda yükselen güneş, batıda batışa gitme yolundaki ay ortasındaki Bêrmareş gölü, yan tarafında mezarlık, onunda yanında ben. Berrak pırıl pırıl açık mavi sanki biraz daha koyulaşacakmış gibi mavi gök ve bütün doğa canlı. Bu mezarlar bile canlı. Çünkü burada yaşam çok vurgulu, çok temiz, çok kutsaldır. Çünkü burası Bêrmareş. Çünkü burası Herekol, çünkü burası Botan, çünkü burası Kürdistan, Mezopotamya. Çünkü burası Ortadoğu.
Belki de şimdi şu iki yüz metre yüksekliğindeki kayalığın göğsünde öten kevdari (yaban horozu), en üstte ve kayalığın yan tarafında öten keklikler, mavi gökte durmaya çalışan, pike yapan, bir inip bir kalkan, birbirleriyle oynaşan cıvıltılı kuşlar. Ve Terazinamer’de daha yeni doğmuş yavrusu peşinde yayılan şu ayı da bunları fark etmiştir. Belki de fark etmeye gerek duymadan onlar bu güzelliklerin bu kutsallıkların içinde zaten erimişlerdir.
Dağ gibi insanlar da yıkılır. Bu, dağların da yıkılacağı anlamına mı gelir? Bêrmareş’in kuzeybatısı tarafına düşen dağ yıkılmış, gölün hemen bitişiğinde başlayan yıkıntılar enlemesine altı yüz yedi yüz metrelik, uzunlamasına bir iki kilometrelik alanı tümden kaplamışlardı. Yıkıntılar arasındaki dev kayalıklar hemen dikkati çekiyor. Grostonluk bazı kayalıklar da yıkılmaya yüz tutmuş halde bekliyorlar. Yıkıntılara en güzel rengi oraya buraya serpilmiş ardıç ağaçları veriyor. Tabi ki bu yıkıntılar gölün güzelliğini bozuyor değil.
İki ay kalmamış ömrü bu gölün. Yine kuruyacak. Yeri bomboş kalacak. Kayalıklar gelecek yıl bahara kadar kendi suretlerine bakamayacaklar. Aslında diyorum ki buna da çare var. Yani göl kuruduktan sonra dibindeki delikleri insan kapatabilir. Öyle büyük değiller. Suyun boşaldığı gölün çıkışı da daracık bir boğaz… Yani araya set çekmek de çok kolay. Biraz emek ve çabayla insan gölün su yüksekliğini on metreye çıkarabilir. Daha büyük bir proje ile 30 metreye de çıkarabilir. Su böylece sürekli hale gelir. Suyun miktarı çok olursa kış soğuğunda tümüyle donmayabilir. O zaman uygun tür ve cinsten balık bile yetişebilir. Kim bilir o balıklar kendilerini ne kadar şanslı ve mutlu hissederler. Yaban ördekleri yaban tavukları, türlü türlü kuşlarda burayı ziyaretgah belki de mesken edinirler. Böyle bir proje ekolojiye hiçbir şekilde zarar vermez. Tam tersine zenginleştirici, güçlendirici olur. Belki su köpekleri bile türerler bu gölde. Ayılar bile balık avlamaya gelirler. Küçük kayıklarla da insan göle açılabilir. Kim demiş Kürtlerin denizi yok. Herekol’de bile deniz var denilecek. Koçerler sahilde dolaşacak, Berivanlar kayıklara binecek, fotoğrafçılar iş yetiştiremeyecek…! Oysa şimdi de aynen o kadar güzeldir Bêrmareş’i gören göz olsun yeter. İki metre kadar yakınıma konan harika renklerini ve harika cıvıltısını tarif edemeyeceğim şu kuş da beni onaylarcasına iki kanadını yana değil yukarıya kaldırarak hiçbir müziğin veremeyeceği bir tad veren ötüşleriyle, beni onaylamak ister gibi dans ediyor. Yoksa benim kuruntum mu?
İlginç olan yarım ay, Bêrmareşe’yi terk etmek istemezcesine hiç ilerlememiş gibi yerinde dururken ben ayağa kalkıp uzaklaşmaya başlıyorum.
Hoşça kal Bêrmareş ê!
Şehit Zerdeşt Dersimi
- Ayrıntılar
Bir sancı tutar doğan günü, bu çırpınış da niye? Kim tutar bilir ki yeniden doğuşun bu halaylı yürüyüşünü? Vuruşanlardan geriye sıkılı bir yumruk, hedefine ulaşan mermi, engel tanımadan koşan ırmak gibi, alev topunun ortalığı kasıp kavurması gibi, taze bir amansızlık kaldı. Ulaşılan şahika kaldı.
Neyi taşıyorlardıysa onu bıraktılar geriye; geride kalanlara; yola devam edenlere. Kendileri gibi amansız yol takipçilerine, ertelenemeyecek yük omuzlarında taşıyanlara, sevdası uğruna var olabilenlere.
Baktıkça gözlerimiz kavgayı çalar oldu. Yürüdükçe yüreğimiz yangın taşıyıcılığı sundu dizlerimize. Özledikçe, her anı sınırsız özgürlük değerlerine katabilmeyi öğretti, bu yürekleri avuçlarında yürüyenler.
Söz kendini bir kenara verdi, hüzün başını çaresizliğe doladı, acı benliğini yitirdi, ayrılık ortadan kayboldu, kırılganlık başını toprağa gömdü. Hele bi görseydin içtensizlik ve yanıltmacalar nasıl da feleği şaşmışçasına ortalık da kala kaldı. Bahaneler ezim ezim ezildi, ertelemenin ve üşenmenin kendisi saklandığı kılıfından çıkmak zorunda kaldı. Bezginlik sırra kadem bastı.
O konuştu. Onlar konuştu. Hem de öyle bi konuştu ki susturdu… Hem de öyle bir konuştular ki susturdular zalimliği, kıyıcılığı… Konuşan yaşamdı, umut kanatlandı, cesaret bir bedel daha verdi, coşku tahtını kurdu gönlümüzde, direnç çöktü omuzlarımıza. Kana kana içtiğimiz ise yaşamdı bu suskunlukta.
Bazen susmak gerekir iyice duyabilmek için konuşanı. Ve biz de sustuk yüreklerimiz de Jîn konuştu. Ve şimdi yüreklerimiz de Jîn’ in söyledikleri var. Yüreklerimiz yaşam dolu. Şehit Simko’ nun da söylediği gibi “Bize ölümü ve imhayı öğretmesinler, idamı ve yok oluşu öğretmesinler; biz onlara özgürlüğümüzü öğreteceğiz!”
Ve söz bitti yaşamdı konuşan. Özgür yaşamdı. Yaşamın ta kendisi idi yüreğimizi yerinden sallayan. Sallanmayacak, heybetine ikrar veremeyecek yürek vicdan sahibi olabilir miydi ki?
Yaşam, yaşam ille de yaşam konuştu. Jîn konuştu öyle bi konuştu ki özlü olmayan, özgür olmayan da susmak zorunda kaldı. Güzelliğin ile çirkin olan her şeyi de susturdun; gelmedin tahrikine çirkinliğin. Vuruşunla vuramayanlar, kendilerini eveleye geveleye saklayacak yer bulamayacaklar ki. İşte yaşam bu değil midir ki…
Heval Jîn sen konuşunca o kadar çok şey susmak zorunda kaldı ki taklitsiz, yerini ve fırsatını gözeterek yardın imkânsızlığın çemberini. Ve düşmanın tam yüreğinde patlayan sen oldun. Yaşam sundun özgürlüğe, yaşamın rızkı, gözlerimizin şavkı, ufku oldun bizlerin. Yaşam ufkumuz, onura müptelalığımız, özgürlüğe talipliğimiz.
Sen konuşunca bütün benliğin ile zikrettiklerinle dönüşünce eyleme, hakikiliğin kendisi konuştu hem de görkemlice. Hem de silinmezcesine.
Vuruşanlar vuruştu kendilerinden çıngılar bıraktılar, umut heybelerimizi dolduralım diye. Bir çentik de onlar bıraktı tarihe. Nasıl vuruşursa yiğitler öylecesine vuruştular. Mazlumluk ahını bir kez daha aldı. Sonuna kadar açtı cesaret bağrını; benlikleri ateş kokanlara, duraksız yolculara, düşü gerçek edenlere, yarını bu günden yaratarak yaşayanlara.
Heval Fırat deyince özümün titrediğini hisseder gibiyim. Kendim de özüme dolan acıyı paylaşacak mekân arar gibiyim. Yüklenen bilir, gören bilir, taşıyan bilir ey nadide yoldaş arılığında ki güzelliği.
Şefkatin, onurun, sadeliğin, çocuksuluğun bir aradanlığı kadar aşılmaz azmin katıksız taşıyıcısı Fırat yoldaş. Ve de bir parça da kendine has inadın taşıyıcısı yürek insanı, özlülüğün yoldaşı Fırat yoldaş. Çoğunluğumuzun kaba olduğu şeyler karşısında senin kadar ince fikirli ve masumaneliği bir arada yüreklerimize işleyen yoldaşın az görülmüş olduğunu bilirim de daha bir anlarım yüreğimin acısını.
Kimi acılar var ki insana bir kez daha insan olduğunu anlatır. Kimi acılar var ki öz incinir, öz acır ve kanar. Yüzüne, gülüşüne baktığında; yüreğine en kutsal geleninden bir öz bırakanlara özlem çeker dayanamazsın; kayıp etmek istemediğin için de ararsın. Her şeyde senin gibi güzel yoldaşları aramak her şey de buna göre olabilmek ama inadına ama öfkesine katıksızlığını ölümsüz kılmak.
Yüreğim konuşsa bir bilsen neler anlatır, neleri arar, neleri özler, bilir misin yoldaş; bilir misin bu kaçıncı yarasıdır nüvelerimizin. Bilir misin gülüşün asılı kaldı kanayan sinemizde.
Ya heval Baran, kilitledi tüm aşılmazların yollarını. Heval Baran vazgeçmeye inanmamanın ısrarlı kişiliği; üşenmeyen, ertelemeyen, gözleri yoldaşlarına kilitlenmiş, kabına sığmaz gönül insanı. Gönlündekilere verdiği sözü büyük bir itinayla yerine getiren uslanmaz bir âşık. Hem de asla aslaları olan büyük amaç vurgunu, tutkunu. Hem de öylesine bir âşık ki çok hızlı koştu; şaşmadan, bir adım gerisine düşmeden hem de hiç vakit kaybetmeden. Gerçek bir aşığın gözü nasıl kilitlenirse maşukuna o da yüreğine sadece onu salıverdi. Ve yüreği amacı, amacı da yüreği oldu. Yüreği konuşunca amacı konuştu. Her ikisini birden konuşturmayı başardı. Yüreği ile amacı bir olan timsal. Simgeleşen bir koşucu, amansız bir takipçi. Randevusuna geç kalmayan ongun, huzurlu bir militan.
Baran arkadaş geçen yıl yapılan Ş.Çiçek Devrimci Operasyonun da saldırı grubunda yer alan arkadaşlardan biriydi. Topuğundan yaralanmıştı. Bir süre hastanede de beraber kaldık. Ayağına alçı yapılmıştı ancak kol değneğine tutunarak yürüyordu. Oturması gerekirken bir türlü oturamıyor ve yerinde duramıyordu. Bazen aniden koltuk değneğini atıyor bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Tam bükemediği ayağı ile bulaşıkları yıkamaya çalışıyor, sofranın kurulmasına yardımcı oluyordu. Bunları yaptıkça üzerine tam basamadığı ayağı ile mutlu çocuklar gibi gülmeye başlıyordu. Sanki zapt etmeye çalıştığı bir dünyanın kapılarını kendine aralıyordu. Ve araladığı kapıdan kendine ışık görebiliyordu. Öyle ki bu ışık yüzüne vuruyordu. Yüzünde ki o şavk da bizlere yansıyordu. Gülüyordu hem de bazen uçarı bir sevecenlik basıyordu yüzünde ki bütün hatlara. Konuşurken heyecanlı konuşuyordu. “ Öyle olacak ki düşman asla bizi Geliye Zap da unutmayacak hem de asla” diyordu. Ve söylediğini de yaptı. Asla unutulmayacaklar.
Bütün kafası şehit düşen arkadaşlardaydı. Acı bazen yüzünden kükrüyordu. O acının içinde hiçbir şeyin hiçbir engelin üstesinde gelemeyeceği bir bağlılık vardı. Bağlılık dile geliyor ve bu bağlılığın nasıl bir biçimde devam etmesi gerektiği kafasında şekilleniyordu. Oturup kalkıp “Geliye Zap’ a gideceğim” diyordu. Bazen bunları kendi kendine söylüyordu. Tek başına tüm dünyaya meydan okuyacak gücü O’na şehit düşen yoldaşlarına olan bağlılığı veriyordu. Yüreği o kadar kanıyordu ki düşündüklerini bazen sesli söylüyordu. Ahlayıp vahladığını hiç görmedim. Ben ondan müthiş bir direnci gördüm.
Başını iki elinin arasına alıp düşündüğü saatlere denk geldiğim de ben onda kendini koyuvermiş aciz bir kişiliği görmedim. Ben onda dayanmanın olgunluğunu gördüm. Ve bu olgunluğun meyvesi böylesine engin koşucu olmak oldu.
Birileri bizi ölüm riski ile yüz yüze getiriyorsa bizler de yaşama daha yakın durabilmeliyiz. Birileri bize ölümden daha beter bir yaşam sunuyorsa bizlerde kendimizi onurlu yaşama yakın hissetmeliyiz. Yakın hissetmeliyiz ki çıkışamasın ölüm, yenilgilerde sürüklensin. Kendimizi özgürlük abidelerine yakın hissettikçe, yaklaştıkça hayalde-düşte, gerçekte, davranışta-tavırda, tutum ve ruh da ölüm yıkıldı. Ölüm öldü. Ölüm ölür, öldü lakin PKK’ liler ölmez. Ve yoldaşlığa bağlılığın iradesi çoğalarak büyüyor.
Yaşamın diğer adı direnmekse eğer hafızalarımızda, Viyan’ ın bozduğu ezberler yıkılır önlerimize. O ezberler ki geleneğin büyüsünü bozar. Kalıbın büyüsünü bozar. Viya’ın o çakmak çakmak gözleri efil efil esen rüzgar gibi dönen arayışları düşer önlerimize. Kendini vermenin, mücadele de kusursuzluğu aramanın engin yalınlığı, sadeliği olur. Nasıl bir şey ne kadar sade ise o kadar güzel görünürse heval Viyan da öyle idi. Sadeliğin, arınmışlığın dokunaklı güzelliği vardı aceleciliğinde, sabırsızlığında. Sanki geç kalmış gibi durmadan koşmaya çalışıyordu. O’nun adım atışların da olmaz olmaz vardı.
Kafası olmazlara takılmıyordu; olması gerekenlerle oyalanıyordu. Durmuyordu. Bir şeylere kızdığında ters ters bakıp ne kadar da kızdığını anlatır gibi yapardı. Ama O etrafını çok zorlayamazdı. Ne kadar da kızsa da bir şeylere insanları üzemezdi. Hele bir de özüne yakın bulmuşsa kızdığı yoldaşını, en çok kendini zorlamayı başarırdı.
Bencilliğin bireyciliğin dünyasına biraz yabani idi. Bireysel kavgalara girdiğine en az rastlanan bir arkadaş idi. Herkesin biraz yakından baktığında ondan alabileceği bir çekicilik, tazelik mutlaka vardı.
Hele bir de bir şeyler de hata yaptığını düşündüğü zaman yüzü öyle hafiften kızarırdı ki. Ben öyle anlarda en çok onu seyretmeyi tercih ederdim. Çünkü o kadar zorluyordu ki kendini bir şeyleri daha güzel yapa bilmek için. Öyle anlar da O’na baktıkça O’ndan güç alırdın, güven duyardın en yamanından; bu dünya da daha güzellikler tükenmemiş diye, umutlanırdın. Ona kızmak herhalde dünyanın en zor şeylerinden biri olsa gerek diye düşündürttüğü zamanları yokluyorum şimdi. Öyle idi. Ona öfkelenmek için çok fazla bencil olmak lazımdı. Ya da yüreğin lal olması gerekirdi herhalde.
Ve heval Botan deyince ş. Simko’ nun “İnadına Yaşıyorum” şiirinde ki dizeler dökülüyor zonklayan yüreğime. Diyor ya;
“Çılgın bir şimşek olurdum,
Çakardım düşmanımın beyninde.
Fırtınalar koparırdım seni bizden alanlara
Su olurdum ve yarardım toprağı
Seni çıkarana dek,
Senin cansız bedenini bulana dek.
…
Yaşamam mutluluğumdan değil,
Dayatılan ölümün inadındandır.”
Heval Botan, sağlam ve cesaretli duruşun gözeteni. Dağ gibi bir duruşu vardı. Azametli ve ketum. Dimdik dururdu, dikkatli dinlerdi, gerektiğinde konuşurdu. Suskun gibi dururdu ama eylemlerde ya da böylesi pratiklerde hani derler ye çakı gibi idi.
Aslında PKK de bir insan öyle kolay yetişmez; kolay PKK li olunamaz zaten. Ama kimileri PKK’ ye gelirken sanki biraz da böyle yetişmiş gibi gelirler. Çünkü büyüdükleri toprağın cevherini içlerine katıp da gelmişlerdir. Fedakâr, korku en özelde de engel tanımayan, doğu Kürdistan’ ın bu güne ulaşan hikmeti gibi kendini bu gün gerçek kılan Botan yoldaş. Öyle ya herkes yaşayabildiğini bırakır geriye; yaşayabildiği kadarını yaşatır, yaşanır kılar.
Dağlar bu sakınımsız duruşların yatağı. Hani denir ya “üşütür mü kara toprak ölümü yere çalanı?”. Ve heval Botan inanmak ne de zor bir daha gelmeyeceğinize. Hani düşünüyorum da alır mı kara toprak seni bağrına, kıyar mı o nazlı gençliğine. Ya da kıyar mı o mütevaziliğine, ruhuna ki böyle alır da vermez seni? İstemez mi hiç silinmesin bu özgürlüğe tebessümünüz? Bir türkü oluyor ömrünüz, dilden dile geçecek olan. Özgür ülkeyi ilmek ilmek işliyor şimdi vurulup düşen süetiniz, teniniz.
Dağlar Botan, Viyan, Jîn, Baran, Fırat kokar şimdi. Dağlar türküsüz değil, dağlar sevdasız değil, dağlar ölüm bataklığından değil yaşamın çağıranlığındandır şimdi.
Anlamak ne kadar çok zor ise anlatması ondan daha fazla zor. Bir yanınızı anlatsak bir sürü yan yine boş kalıyor, güç oluyor anlatması.
Çelê de 14 kahraman yoldaş, 14 yürek yangını, 14 özgürlük çiçeği,14 özge can, 14 duru yürüyüşçü dağlar bir kez daha heybet büyüttü sizlerle. Dağlar bir kez daha omuz verdi kahramanlığın mazisine.
Bize kanat oldunuz daha yücelere konalım diye.
Bize yaşam sundunuz daha onurlu olalım diye.
Bize irade oldunuz yenilmeyelim diye.
Yoldaş oldunuz bize ki yoldaşlığın hakikiliğini koruyalım diye.
Önderlik Gerçeğinin kopan fırtınası oldunuz. “Önder Apo’suz ASLA”yı tereddütsüz uygulayalım diye.
Hoşça kalın deme vakti değil şimdi…
Tüm içtenliğimizle, en candan, en sıcak merhaba! Sizlere…
Hiçbir zaman çıkmayacağınız benliklerimize ve yüreklerimize HOŞGELDİNİZ, merhaba! Merhaba sizlere.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
Arkadaşlık namına oldukça etkilendiğim bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Özellikle geçenlerde Erdoğan’ın bizim yoldaşlık için dil uzatmasından sonra bu olayı yazmayı daha bir gerekli duydum. Devrim içerisinde yoldaşlığımız leke sürülmez, el uzatılmaz, laf dokundurmaz bir kutsallıkta olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. En azından devrime başkoyanlar, buna tanık olanlar veya bizi iyi takip edenler açısından bu öyle bilinir. Çünkü bizde arkadaşlık için toprağa baş koyulur arkadaşlık için bir lokma baraber paylaşılır ve arkadaşlık için yol gözetilir, baş ağrıtılır, düşünülür, duygulanır, hislenir ve etkileniriz.
Evet, uzatmadan olaya girelim. Bir grup arkadaş beraber mevziye yöneliyor. Ancak tepe etrafındaki dikenli teller sorun olur ve bilinen taktiklerle bu engel aşılır. Bu esnada tepeyi kaldırma heyacanı, eylem coşkusu, o andaki görev bilinci intikam hırsı, kaygı ve korku herşey iç içe olduğundan bir kadın arkadaş ayakkabısının tellere takıldığını farketmez bile. Ve o ruh haliyle saldırıya yönelir. İşini başarıyla hal ettikten sonra üzerindeki o yük kalkmış olacak ki daha yeni yeni ayakkabısının olmadığını ve tek ayakkabı ile kalmış olduğunu farkeder. O an kendi haline güldü mü acındı mı bu bilinmez.. Ama bunu etrafındaki hiç kimseye söylemediği kesindir. O haliyle epey yol kat etse de ağır aksak yürüdüğü gözden kaçmamıştır. Gerçi bir çok defa yaralı arkadaşlarımız noktaya geldikten sonra daha yeni yeni yarallı olduklarını itiraf ederler. Çünkü öncesi söylense arkadaşlara yük olma kaygısı belirir ya da geri cephe pozisyonuna alınmasından korkulur. İşte yine aynı sebeplerden dolayı bu yeni durum eylem zamanının sırrı olarak korunur. Ancak sabahleyin gün ışımasıyla beraber bu sır deşifre olur. Kadın gerillanın bir ayağı yara bere içinde. Tek ayakkabı ile eylem yapmış , geri çekilmiş ve gık bile dememiş. Olayın vahim kısmıysa ayakkabısının dikenli tellere takıldığını fark etmemesi ve buna rağmen eylem esnasında sivoreler gibi seke seke mevzilere yönelmesiydi. Tüm bu zorlu zaman dilimlerinde bunun farkına varmama işini tamamladıktan sonra yeni yeni öğrenmesi olayın hem trajik hem komik boyutu oluyor. İşte bu yüzden mağdurumuz arkadaşlarına mahçup mahçup gülümseyerek ayakkabısını düşman karargahında nasıl bıraktığını hangi biçimde açıklayacağını düşünür. Tabi bunu kimse sormaz. Hem ne önemi var ki? Eylem başarılı geçmiş ve arkadaş o haliyle de rolünü bayağı iyi oynamıştı. Çıplak ayakları sahil kumuna ayak basar gibi o an şikayetsiz kalmıştı. Ayaklarımız her zaman için olmazı yapamazı direten ten ağrılarına karşın inancın ittiatkarlığına usul usul uymayı bilen bir dinleyici olmasını bilmiştir.
Bütün gözler O’nda ve O demin belirtileni düşünürken arkadaşları ise bu sorunu nasıl haledip bir çare bulacağına odaklanmıştı. Çünkü bu haliyle nasıl yürüyeceği başlı başına bir sorundur. Elde bir şey yok. Tek çare başkasının fedakarlık yapması. Ve bunun üzerine istisnasız herkes ayakkabısını alması için ısrar eder. Hararetli bir tartışma başlamıştır. Benimkini al, benimkini al…Bütün bu ilgileri ve dikkatleri üzerinden dağıtmak isteyen kadın gerilla ise
-amma da abartınız ha!.. Daha eylem başlamadan beri, dün geceden beri bu haldeydim ve bu halde de olsa gayet normal bir şekilde yerime ulaşabilirim.
Tabi yoldaşlık sevgisi buna öyle gönül veremez. Bazıları ayakkabısını çıkarmaya yeltense de kadının direngen gururu bunu kabul etmez; “ne fark eder, ha ben ha siz” diye bu fedekarlığı katiyen red eder. O giymemekte ısrar edip ayağa kalkmış bu uzayan tartışmayı kesmek isterken ondan önce davranan bir erkek arkadaş ayakkabısının bir tekini ona doğru hafifçe atıp olanca hızıyla oradan uzaklaşır. Çare kalmamıştır artık giymek zorundadır. Bu içten yaklaşım üzerine gözleri dolan kadın gerilla dün akşamdan beri çektiği onca çilenin değdiğini bin defa milyon defa değdiğini içinden geçirir. Sırf yoldaşlık için aynı fedakarlığı milyon defa daha yapmaya hazırdır artık. Arkadaşlığın sevgisi ruhunu büyülemişti.
İşte öyküm burada sonlandı. Kısa bir kesit ama içi anlamla yüklü bir mesaj. Olayı sade anlatmak istedim. Çünkü öylesi olayların süslü edebiyata ihtiyacı yok. Zaten olayın kendisi edebiyata konu olacak bir kesit. Edebiyat öylesi anlarda tohum salar, güç bulup vücut kazanır.
Buna rağmen Erdoğan’ın bizim için “kendi yaralılarınızı öldürün” dediğimizi iftira ediyor. Tam tersine bizde birçok arkadaşımız kendini kurtarmış iken arkadaşının olmadığını görünce ateş hattına dönenlerin hikayeleri binlercedir. Üstelik kendisi sağlam iken sırf yaralı arkadaşını kurtarmak için geriye dönüp yaralanan ve ya şehit düşen arkadaşların sayısı o kadar çok ki anlat anlat bitmez. Hatta bir seferinde (en azından benim tanık olduğum) bir yaralı arkadaşı düşman mevzisi yakınından kurtarmak için tam 4 arkadaş şehit düşmüştü. İşte böylece kendini arkadaşı için feda eden bir yoldaşlık kültürüne sahip olduğumuzu her seferinde gelişen kahramanlık anılarında görüyoruz. Bir de bizim için güya ‘ölün, ölmeniz önemli değil mühim olan mevziyi kazanmaktır’ talimatının verildiği söylendi. Böyle söyleyenlerin bir anlığına da olsa içimize gelip de kendini savaş için dayatanların o ruh halini görmelerini öneririm. Çünkü bir çok arkadaş ön cephede yer almıyor diye veya eylem düzenlemesinde ön cephede olmuyor diye neredeyse örgütle karşı karşıya gelecek kadar kendini dayatıyor. Yani sıra fedailik yapmaya gelince ‘ben’ sıra güzellikleri ve yaptıklarının ürününü paylaşmaya gelince ‘ilk önce o’ diyen bir kültür. Bütün bunlar elbette çok güzel anılar yaratığı gibi iradeli onurlu çıkışlara da vesile olur.
Beritan Cudi
- Ayrıntılar
Bir çift namlu gözlerin
Tam yüreğime doğrult her ikisini de
Bu yürek cehennem şimdi
Ustaların tabiriyle topraklara düşüyor
en sevdiğim oğullarım ve kızlarım
Gez göz ve arpacık kesilsin bütün bedenin
Bak yine zulümlerde
Bütün coğrafyasıyla tek sevgilim
Çocuk cehennemi şimdi yüreğim
Eziliyorlar tankların altında
Zebaniler halayında coplanmakta yüreğim
Taş atan kolları kırılıyor gözlerimin önünde
Ve toprağa düşüyorlar
Zamansız, hiç zamansız
Çocuk cehennemi şimdi yüreğim
Derelerin kıyısında ateş kesiyor bedenleri
Hiçbir denizin, hiçbir serin derenin
Söndüremeyeceği bir cehennem şimdi yüreğim
Doğrult gözlerini yüreğime
Ve tetiğine asıl yüreğinin
Hadi vur beni
Göğüs kafesimin çatal yerinden
Durmadan bak yüreğime
Sadece şarjörü değil, bütün mermilerini boşalt
Bütün bombalarını savur
Saldırıya giden bir gerillanın
Dopdolu raxt’ı gibi olan yüreğinin
Yürü üstüme üstüme
Bir namlu gibi dayanıp şakağıma
Asıl yüreğinin tetiğine
Her tarafa bulaşsın bu zulümlerde yitmiş beynim
Hadi bir çift namlu gibi bak
Toprak olsun gözlerin
Bugünlerde teşneyim zaten
Her şeyiyle toprağa düşmenin
Toprak toprak bak bana
Gözlerine düşeyim
Ve bir yazıcı
Yıldızlara astığım bütün sözlerimi derleyip
Düşürecek bembeyaz bir zemine
Hadi toprak toprak olsun yüreğin
Kar beyaz kesilsin emek ellerin
En çok oraya ekeceğim kendimi
Üzerine üzerine yürüyeceğim bütün namluların
Açıp göğsümü vurulmayı isteyeceğim
Ve toprağa düşeceğim
Ta yüreğimden vurulmayı isteyeceğim
Çünkü vurulmuş çocuklarım
Çünkü vurulmuş çocuklarımız
Ve görüyorum her şeyimle
gergin bir tetik gibi yüreğin
Alev saçan bir çift namlu gibi gözlerin
Asıl tetiğe şimdi, vur beni göğsümün çatal yerinden
Paramparça olsun yüreğim
Ve savrulsun dört bir yana
Cehennem çocukları
Her biri ne dünyalar yıkma gücündeler bir bilsen
vur beni ta yüreğimden
ki yıkılsın bütün zulüm dünyaları
hadi en çok
şimdi en çok
bir çift namlu olan gözlerinle
vurulma vaktindeyim
asıl tetiğe
azalıyor zaman ve yaklaşıyor bahar
toprağa düşmenin keyfindeyim
bu bahar yeşermenin sevincindeyim
her şeyimle teşneyim cehennemlere gitmenin
ve baharda yeşermenin
bahar geliyor, acele et
en çok da gözlerine yürümenin hasretindeyim…
Eğer okumuşsanız bu satırları, alışık olmadığınız bana ait bir yönümlesiniz şimdi. Sohbet ettiğim herkes, yazıya döktüğüm şeylere dair bir çift söz söyleyen herkes, en çok şaşırtıcılığından bahsediyor yazıların. Kendini yazar her yazıcı, hakikat olmasını istiyorsa yazdıklarının. Çünkü hep kendinden başlar hakikat yürüyüşleri. Kendinden başlayıp kendine gitmeyen bütün hakikat yürüyüşleri kaybolmaya mahkûm şehir labirentlerindeki avare avare dolaşmaları çağrıştırıyor bana. Şaşırtıyor ve şaşırtmalı yazdıklarım. Emin olun bu yürüme ustalarıyla yaptığım yürüyüşlerde tam da şaşkın bir çocuk hallerindeyim çoğu zaman. Yürüdükleri yolların götürdüğü yerler değil, yürüme istemleri, sevinçleri ve yorulmak bilmez yürüme halleri şaşırtıyor beni en çok.
Çok uzun yürüyorlar. Ne kadar uzun yürüseler, ‘az kaldı yolumuz, biraz daha yürüyeceğiz’ diyorlar. Şimdi şaşkın bir yürüyüş halindeyim. Çünkü hangisi beni nereye götürse, hangi patikaya, hangi yokuşa, hangi ‘ewraz’a vursam kendimi hep kendimi buluyorum. Nereye yürüsem hep kendime geliyorum. Bütün yollar kendilerini yitik hissedenlerin kendilerine götürüyor buralarda. Sevinçli yürümeleri. Keyifli. Ve yorgunluk nedir bilmez.
Hep yürüyorlar. Ben de yürüyorum onlarla. Biraz acemi, çok şaşkın. Çünkü yürüdüğüm yollarda hep kendimle karşılaşıyorum. Şaşkınlık hallerim en çok kendime dair öğrendiklerim içindir. Ben beni böyle bilmezdim bu yol yürüyüşleri öncesi. Baktıkça ewraz’lara, çıkamam sanıyordum. Nefesim kesilir yarı yolda sanıyordum. Ne zaman bir berwar’a baksam, keşke hep yamaçlarda olsa patikalar diye geçiriyordum içimden. Ne zaman serjêrî’lere baksam, bir uçuruma düşecekmiş gibi hissediyordum. İnişlerde tutmaz dizlerim diyordum. Titrer de düşerim diye korkuyordum dizlerime bakıp.
Bütün patikalar vadilerden ve düzlüklerden geçseydi ne güzel olurdu bu dağ yürüyüşleri diye düşündüğüm zamanları hatırladıkça, şaşkın şaşkın gülüyorum kendime. Hep düz olsun istesen yürüdüğün yerler, o zaman ne işin var bu dağlarda. Düz, dümdüz şehir yolları ve yürüyüş keyfinde o yapay parkların labirentlerinde tükenirdin. Yol gösteren tabela ormanlarının, tenekelerinin istediği yerlere yürüyebilirdin. Oysa teneke kalmasın diye yüreğim ve paslanmış çöplüklerdeki bir teneke parçası gibi beton yığınlarına gömülmesin diye bedenim vurdum kendimi dağlara. Şimdi bir çocuk kadar şaşkın, bir kelebek kadar bilge ve yol yürüyüşçülerinin huzurlu bin yaşındaki bir kaplumbağa gibi adımlıyorum ömrümü. Ve çıkıp patikalardan araziye vursam da, kaybolmuyorum kolay kolay. Çünkü en çok da kendimi taşıyorum bu dağlarda, en çok kendime yürüyorum yürüme ustalarından öğrendiğim gibi.
Kendinden gidenler hangi yola vursalar kendilerini, kaçınılmaz olarak kaybolurlar. Hiç yürümeseler bile, oturdukları yerde kaybolurlar kendinden gidenler. Çünkü bütün bilmelerin temelindedir kendini bilmek. Yitikler için ise kendini bulmakla başlar kendini bilmek. Sadece ayaklarıyla yürüyenler, gidemezler hiçbir yere. Sadece yürümek için yürüyenler, asla bulamazlar yönlerini. En anlamsız yürümektir yürüyüş olsun diye yürümek. En gereksiz yürümelerdir, sonu kendi yüreği olmayan yürümeler.
Özellikle kış yürümelerinde kurulamak için çıkardıklarında ayakkabılarını ve çoraplarını, nasıl bu kadar yıpranmış ayaklarla yürüyebildiklerine hayret ediyorum. Ateşte yürümüş gibi ayak derileri. ‘Zorlamıyor mu?’ diyorum tutamayıp kendimi bazen. İstisnasız gülümsüyorlar hepsi de tenimde gezinerek gözleri. ‘Bu kadar yanık bir adamsın. Sen zorlanmıyor musun?’ diyorlar. ‘Ama ben…’ diye başlayıp, beni yürütenin ayaklarım değil, yüreğim olduğunu söyleyeceğim ki cevabını hemen buluyorum kendimde. Kanatlıysa yüreğiniz, en çaresiz ayakları bile yürütür yıldızlara dahi. Ve anlıyorum yürümelerde neden bu kadar keyifli olduklarını. Kelebek yurdu değil mi yürekleri! Ve tepeden tırnağa kelebek kanadı güzelliğinde değil mi ki her şeyleri! Uçmaktan yorulur mu kelebekler? Her şeyiyle kelebek kanadı kesilmişlere, yürümenin zorluğunu sorma gafletinde mahcup oluyorum hep.
Işıktan hızlı ve yıldızlardan bile uzak uzunluklarda yürüyorlar. Mesafeleri hep yürüyüşlerinde ölçüyorlar, eskilik ve yenilik zamanlarını ayakkabılarında ve ayak derilerinde ölçüyorlar. Eskitmemişsen birkaç mekap ve nasır tutmamışsa tabanı ayaklarının, yenilik zamanındasın dağların. En çok nasır tutan ayak tabanları ve mekaplarıyla eskiyorlar. Zaten tek eskimedir bu dağlarda, geri kalan her şey hep yeni ve yenilenme yürüyüşünde.
Eskiyip parçalanınca mekaplar ve nasır tutunca ayak tabanları, daha bir ışıl ışıl sevinçlere kesiliyorlar. Kendilerine yaklaşmış olmanın ve en eski kendilerini görmenin heyecanına kapılıyorlar. Yürüme zamanlarının mesafesi en çok da bu toprakları ve bu toprakların üzerindeki her şeyi yaratan ata analara uzanıyor hep. Ve bir parçasını bulunca bu dağlarda en çok dağlı olan ana atalarının, en çok o zaman bilge ve ana kesiliyorlar. En çok analarına ait anılarda buluyorlar kendilerini. Harabeye çevrilmiş yurtlarında, şehirler kuruluyor ovalarda toprağa gömülü analarına ait şeylerin üzerine.
Soykırım kıskacında yok ediliyor analarının yurdu. Bayram sevincinde filizlenen tohuma ve ekmeğe dönüşen buğday tanelerine bakıp, toprağa şükreden analarının toprağı sulara gömülüyor . Bir ana rahmi huzurunda yerleşmeye çalıştıkları dağ oyukları, en yıkıcı bombardımanlara maruz bırakılıyor. Ve börtü böceğin, en güzel kelebeklerin yurdu olan dağları ve ormanları ateşe veriliyor ‘en ileri teknolojilerle’. Ateşe verilmiş analarının bedenine bakar gibi bakıyorlar her gün ateş yağan dağlarına ve ormanlarına. Ve o bereketli ovalar, o en büyük ab-ı hayatların aktığı ovalara bakıp bakıp o kepçelerle kazınan ve suya boğulan topraklar gibi boğuluyor yürekleri. Oysa yürüyüşlerinde biliyorlar ne ateşler, ne tufanlar gördü bu diyarlar. Ne zalimler, ne kellehaneler kurdular bu vadilerde. Çekirge sürüsü gibi dalıp bu güzel ananın tenine, ne kadar da çok ateşe verildi bu topraklar. Ve ne tufanlar yağdı gökyüzünden. Ne sular fışkırdı bu toprağın bağrından. Ne tufanlar gördü bu insanlar, bu ağaçlar, bu ormanlar, bu börtü böcek, bu dost hayvanlar. Oysa kâr etmedi hiç biri, onlar kurulup Cûdî’ye yerleştiler, en yücelere.
Şimdi Cûdî’ye yürüyor hepsinin yürekleri. Ve nerede vurulsalar, bir denizin ortasında bir ADA’da, en kahpesinden vurulsalar bile, Cûdî’ye gömülsün istiyorlar bedenleri. Yerleştikleri Cûdî’de gözlerine bakıp tufan getiren yalancı ve zalim tanrıların ve tepeden bakıp işgal sürülerinin. Tükürüyorlar oradan bütün acılarını, bütün zalimlerin suratının tam orta yerine. Oradan izliyorlar parçalanan, boğulan yangınlardaki analarının bedenini. Bir tarafları hüzün deryası, bir tarafları acı tufanı, bir tarafları isyan yangını. Oysa en güzel tarafları umutlu bir gökyüzü gibi pırıl pırıl, bir tarafları berekete inançlı anaların gözleri gibi hep ışıl ışıl, bir tarafları analarının bereketine ve doğurganlığına iman etmede şefkatli kalıyor hep. Orman yangınlarında korkup kaçmak yerine, kelebekler gibi yürüyorlar en yakıcı ateşlere. Ve yandıkça bu yangınlarda, kıvılcım olup semalara saplanıyorlar en karanlık zamanlarda karanlıklara inat. Hep karanlıkta ve karanlıklara uğruyor yolları ama karanlıklarda yürümenin ustaları kesilmişler. Sadece geçip gitmiyorlar karanlıklardan, sadece karanlıklardan istifade edip kaybolmuyorlar karanlıklarda. Kıvılcıma kesmiş birer kelebek gibi dalıyorlar karanlıklara. Karanlıklarda yitmiyorlar. Dalsalar hangi karanlığa o an ve o an bitiyor karanlık.
Şimdi daha iyi anlıyorum hem onları, hem karanlıkları, hem de bütün karanlık korkularını. Çünkü kararmışsa insanın yüreği, göremez gözleri hiçbir şeyi ve karanlıktaki hiçbir yürek, hiçbir aydınlıkta en stabilize, en işaretlerle donanmış yollarda, en hızlı jetlerde bile bir adım dahi ilerleyemez kendine. Hangi şehir lambasının altında adımlasa, hangi hızlı makinede süzülse de hep kaybeder yolunu kendinden giden yolcu. Ve yüreği bilincindeyse bunun, kaybolmamak için karanlıklarda ateşlere verir tenini ve yüreğini. ‘Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ derken komşu kardeşimizin o sarı saçlı, mavi gözlü devinin, neden en çok yangınlarda ve talanlarda olan yurdumu ve kardeşlerimi göremediğini daha iyi biliyor yüreğim. Hangi diyara güzellikler taşıma sevincinde de olsa insanın yüreği, göremiyorsa çepeçevre kendisini kuşatmış yangını, ışıktan kamaştığı için değil, yürek gözüyle bakamadığı için göremez en yakın kardeşini.
Ve şimdi nereden bulup bildim bunları diye sorunca kendime, en çok ayaklarım gülümsüyor bana. Ateşlerde yanan tenim en çok yüreğimi aydınlatmıştı. Karartılmak istenen yurdumun göklerinde bir yıldız, yanan yangınlardaki ormanlarda bir kıvılcım kelebek olmayı istemiştim en çok. Varsın kül olayım demiştim en beton, en demir yığını şehirlerin asfaltlarında. Şimdi biliyorum, karanlıklardan kaçmak için ateşten bir çift kanat yapmıştı tenimi kendime. Ayaklarım anlattı bana, hafif nasır tutmuş ayaklarım. Ayağımdaki mekapların dilleri konuştu benimle.
Hayıflanmıyorum, kelimelerini ceplerinde taşıyan yurdumun yitik evlatlarının komşu dilinin kelime oyunlarında anlamsızlıklar üretmesine.
Hayıflanmıyorum, İskandinav memleketlerinde niçin aldığını en iyi kendisinin bildiği maaşlarla en güzel ayakkabılarda yumuşacık ayaklarıyla siyaset pazarlarında anasının tenini ve oğullarını pazarlama koşuşturmacısındaki o ak saçlı, solgun yüzlü, ‘bir kedisi bile olmayan’ adamın yaptıklarına.
Hayıflanmıyorum, en güzel sesinde, en güzel dengbêj nameleriyle, en güzel isyan türküleri haykıran o solmuş dudakların, unutup kendi ana yurdunu, ışıklı sahnelerden halkının en güzel oğullarının ve kızlarının katliam fermanları düzenleyen sinsi gözlerine bakıp işkencelerin fon müziği olan ‘memleketim’ türküsünü çığırmalarına. Oysa nasıl da unutmuşum, hiç sevmemiştim ha bire ağarma güzelliğindeki o gür sakallarını fabrika boyalarında ha bire karartma telaşını. Şimdi daha iyi anlıyorum karalara boyamak istediği, boyayıp saklamak istediği sadece aklar düşen sakalları değil, bir zamanlar bir isyan kıvılcımı düşmüş yüreğiydi. Haklıydı. Hem de çok haklıydı kendince. Gizlese aklarını, oynaş bulamayacaktı sübyancılığına. Ve karartmasa yüreğini, kabul etmeyecekti onu karanlık siyaset ‘üstatları’.
Anlıyorum ve şaşırmıyorum. Çünkü ayaklarım en çok şaşkınlıklarıma basıp geçiyor yollarda. Eski şaşkınlıklarımı ezerek yürüyorum anamın teninde. Yeni şaşkınlıklara yürüyorum beni ışıtan. Şaşırmayınca artık insan, bırakıyor hayıflanmayı.
Yürüyorum ulaşılmaz yüceliklere usta yürüyüşçülerle. En uygun zamanda, en gerekli yerlere, en uygun hızda kendime götürüyor beni kuryelerim. İleride, çok ileride belki en yakın ileride anlatacağım zaten size kuryelik marifetlerini. Kimden neyi alıp kime neyi vereceklerinin ustası kuryeler. Kimi nerden alıp, kimi nereye götüreceklerini erbabı olan kuryeleri. İş bölümünde hangi yolcuyu yolun neresinde, hangi yeni kuryeye emanet edeceklerinin uzmanı kuryeleri. Anlatacağım bir gün belki de bugün, bu yol yürüyüşlerinde bana yol olan kuryeleri.
Uzadı diyorsanız yazı ve tam da bırakmak üzereyseniz okumayı, uzun geliyorsa cümleler ve kesiliyorsa nefesiniz, çok karmaşık bulup içinde kaybolma korkusuna kapıldıysanız, şimdi, hemen, şu son noktada bırakın okumayı. Orada öylece kalacaksınız yorgun, nefessiz ve kaybolmuş yollarda. Oysa ben bırakamam bu yazıyı. Çünkü en uzun, en karmaşık, en karanlık, en yokuşlu, en uçurumlu yol ustalarının hiç bitmeyen yolculuklarını anlatma derdindeyim. Hiç yarı yolda kalmıyorlar. Hiç yarı yolda bırakmıyorlar. Yorgunluğunuzda sırtlayıp sizi, bırakmıyorlar orada. Götürüyorlar gitmeniz gereken yere. Sevmiyorlar yarım kalmış yolculukları ve nefret ediyorlar yarı yolda kalmalardan, kalanlardan ve bırakanlardan. Yolcusuyum şimdi ben de bu uzun yolculuğun. Bırakamam hiçbir şeyi yarıda. Çünkü en çok da yarımlıklarıma yürüyorum. Yarımlıkların biliyorum acısını. Bu sefer hiçbir şeyin yarım kalmasına izin veremem.
Yürüyorum. Her adımda çoğalıyor bir parçam. Ne kadar yürüsem, o kadar tamamlanacağım. Ben devam edeceğim yazıya. Tamamlanmasını istiyorsanız siz de, bütün uzun yolculuklarda olduğu gibi, kısa bir mola verin. Bir yudum su, bir parça kuru ekmek yiyin. Sigara molası değil bu, tiryakisiyseniz de bu meretin, zamanı değil bu molada tellendirmenin. Sonrası yokuş olacak bu yazının. Bir yokuşun patikasına gireceğim. Dinlenin siz. Ben de bir mola vereceğim. Tünelin ucundan sinsi bir sis gibi sızıyor mangaya dün vurulan ve şimdi tencerede olan av etinin o baştan çıkarıcı kokusu. Siz molada, ben molada.
Bizi kuru ekmeğe talim etti ama kendisi kebaplarda diye kızmayın bana. Yol yürüdüm. Yol yürüyenlere sunuyorlar en güzel yemeklerini. Ama hala okumaya devam ediyorsanız ve edecekseniz, belki şu harflerin ve kelimelerin arasına bir dürüm yapıp getirmek isteyeceğim size. Öyle de nefis kokuyor ki bu tünelden sızan hava. Gitmesem isyan edecek midem. Her şeyi insanın, kendi ihtiyacına yürür neticede. Midem gurulduyor. İhtiyacını haykıran her sese kulak verilmeli. Nedir sizin ihtiyacınız? Bir dağ yazısı mı okumak istiyorsunuz? Dağa dair bir şeylere mi değmek istedi gözleriniz? Dağların sesine mi hasret kesilmiş kulaklarınız? Ve burnunuz, o belki de her işe soktuğunuz uzun burnunuz, belki de yüzünüzde minnacık bir nokta gibi duran burnunuz, belki de her aynaya bakışta gurur duyduğunuz burnunuz, dağ kokularının hasretindeyse ve yüreğiniz yitiklerde kaybettiği yollarını dağlarda, dağ yollarında bulmanın umudundaysa hala, bekleyin.
Birazdan bitecek mola. Devam etmek için, geleceğim. Emin olun, tıka basa dolmanın sessizliğinde olacak midem. Ve kekik kokan parmaklarımla yazacağım bu sefer. Hep ‘cahter’ diyorum ya her sohbette, kekik doldurmuşlar kebabı. Sinecek parmaklarıma. Birazdan kokusunu getireceğim size. Mola öncesi son bir söz söyleyeyim: ister uzun, ister kısa, ister kemerli, ister yamuk olsun burnunuz güzel kokular alıyorsa ve güzelliklere çekebiliyorsa sizi, emin olun gurur duyabilirsiniz burnunuzla. Koklayın bu yazıyı. Kekik kokusu almadınız mı? O zaman sokmayın burnunuzu bu işe, neden uzadı diye.
Yolcu yolunda gerek. Yazıcı yazısının başında. Nasıl yazdığımdan çok, neyi ve nerede yazdığıma bakıyorum hep. O yüzden bilinsin isterim eğer nefesiniz yettiyse ve hala okuma zahmetindeyseniz, bulunduğum yeri bir bütün olarak anlatma istemindeyim. Hep kendinden başlamalı diyorum ya, mola sonrası kekik kokan parmaklarım tembel tembel yürüyor tuşların üzerinde. Av etinde tıka basa doygun midem. Dağda dağ rüyaları görmekten ve dağlıların eğitimde olması fırsatından yararlanıp bir mağaranın derininde bir de uyku çekmişim temiz tarafından. Yemekbaşı sohbetlerinde iyice keyiflenmiş yüreğim, en güzel şakaların en samimi seslerin doygunluğunda. Denetimini gevşettiğim parmaklarım, burnum ve midemle koparmadan iletişimini, aygın baygın yürüyor tuşların üzerinde. Hani bu yürümeler öyle yürümeler işte. Bir yürümeye başladı mı insan, her şeyiyle yürüme hallerine geçiyor. Ve keyfindeyseniz yolculukların ve bırakmışsanız her şeyinizi, yol ustalarının emanetine neyinizi bıraksanız yollara, emin olun yerli yerine oturup birbirini tamamlayacaktır size ait her şeyiniz.
Biraz kaygısına düşse nereye gideceğim diyerek yolların sonuna dair. Hemencecik sıkışır yüreğiniz. Biraz şüphe ile kirlense aklınız ve derdine düşseniz yürüme yorgunluğunun hemencecik çözülüverecektir dizlerinizin bağı. Biraz kuşkuya düşse kuryelerinizden aklınız, en bilindik yollarda bile çıkarsınız yoldan. Taşımaz sizi bu yollar, taşınmazsınız bu yollardan, tek çaresi var bu yolculukların, bırakacaksınız her şeyle kendinizi yol arkadaşlarınızın maharetli yüreklerine. Ustasıdır onlar, yorgunluk gidermenin acemi yolcuları en sarp yollardan gidilecek yere götürmenin.
Yolculuklarda yaratıyorlar kendilerini. Acıkan bir bebenin el yordamıyla annesinin süt veren memesini araması gibi tırmanıyorlar bütün bilinmezliklere. Ve her seferinde anasının memesinden süt emen bir bebenin huzurluluğunda sona eriyor yolculukları. Çünkü ne kadar çocuk olsa onlar, bir o kadar ana oluyor bu dağlar onlara. Hani biraz erken kesilmek istense biri, bir görev için, bir zorunluluktan, zorunda bırakılmak istense dağlardan ayrılmanın, hemencecik bir bebek, daha dün doğmuş bir bebek, anasının sütüne hemen susamış bir bebek gibi hırçınlaşıyor. Ve ne kadar uzak tutulsalar da annelerinden, aç bir bebek gibi dönüyorlar dağlarına. Sonra tırmanıp gövdelerine dağların, açlıklarını gidermenin telaşı, hazzı ve huzurunda yürüyorlar dağları. İhmal edilmiş bir bebenin açlığında soğuruyorlar analarının sımsıcak ve bereketli memelerini. Ne kadar istekle doyurmak isteseler açlıklarını, bir o kadar sevecen ve mahcup oluyor anaları. Şimdi daha iyi anlıyorum yurdundan koparılmış o sürgün, o mülteci kelebeklerin hırçınlığını. Daha bir anlıyorum her şeye susamış ve acıkmış olarak sözde refah diyarlarında yaşamanın nedenlerini. Doğdukları yerde ve yaşta kalmış bir halkın bütün evlatları gibi doyuramıyor onları bu dünyanın hiçbir nimeti.
Dağdan uzak günlerimi hatırlayıp ne kadar iştahsız ama bir o kadar aç olduğum günleri daha iyi anlıyorum şimdi. Hepsi de markalı ve steril olan o yemeklerin hiç biri kabartmıyordu iştahımı. Neden bu kadar hırçın hallerde olduğuma şaşırıyordu herkes. Hırçınlaşıp kırıp dökme istemlerimin sebebini anlıyorum şimdi büyük bir huzurla. Ne ağaran saçlar yaşlandırıyordu beni, ne de kör hücreler uslandırıyordu beni. İlerledikçe ölçülebilir zaman takvimleri, ben anlam zamanlarımda hep anama yürüyordum. Beni emdireceğinden emin el yordamıyla arıyordum bereketli memelerini. Doygunsam her şeyimle şimdi ve huzurdaysam, sebebi iki lokma atıştırdığım kekikli av eti değildir, ne yesem bu dağlarda anasının sütüne doymuş bir bebeyim eninde sonunda. Ve ne kadar acıksam hep sebebi emeceğim süt değil, huzur bulduğum sıcacık bağrıdır dağ anamın. Bir an uzaklaştırılacağımı hissetsem, üşüme korkusunda hırçınlaşıyor yüreğim. Ondandır bu bitimsiz yürümelerde sadece burada ve yürümede olmak yetiyor bana.
Nereye gidecek, ne zaman bitecek bu yolculuk, hiç mi hiç bilmek istemiyorum. En usta yürüyücülerle, en güzel oyunlarımı oynuyorum bu yolculuklarda. Dilsiz bırakılmak istenmelerine inat, şiir konuşuyorlar hep. Her kelimesi çağrışım deryası bir imge oluyor ve her cümlesi şiir tınısında kuruluyor dillerinde, şiir gibi yaşıyorlar. Şair değilim ben ama ne zaman bahsetsem yolculuklarımdan, uzun cümleler ve paragraflı metinler tınısını bulup kısacık mısralara dönüşüyor. Daha çok yürüyeceğim bu yolculuklarda. Daha çok şey taşırmak isteyeceğim sizlere. Siz de bu kar beyazı zeminlerde karınca izleri bırakan kapkara harflerde daha çok katılabilesiniz diye gözlerinizle ve yüreğinizle, bu yolculuklara bazen kalem mürekkeplerine bulaşmayı sevmeyen ama hep kulaklarıma fısıldanan sözlerini getireceğim size. O yüzden şiirle başlamak ve şiirle bitmek zorunda şiir yaşayanların yol yazıları.
Hangi formatta yazılmış diye sorgulamayın bu yazıları. Yürek formatında yaşanıyor her şey bu dağlarda. Ve gerilla diye adlandırmak keyif verse de bana, sihirli kelimeler rast gele savrulmamalı ortalıklara. Yüreğimizi en çok ısıtan bu kelime yerleşti mi bir kere yüreğinize, zaten gerilla kesiliyor yüreğiniz. Ve öyle bir şey ki bu gerilla, ne söylense ona dair, ne kadar farklı sesle ve kelimeyle dile gelse de onların rengini alıyor. Kim düşse hangi sesle, hangi renkle bu dağlara, gerilla şimdi. Bütün sesler, bütün renkler, bütün yürekler kendini arayan, aldırmadan sözcüklere gerilladır hepsi yurdumda.
Özgür bırakmışlar her şeyi. Biçimlere takılmıyor yürekleri. Gerilla yüreğindeyim. Uçuşuyor her şey orada başı boş kelebekler ve yörüngesiz yıldızlar gibi. Ne zaman başlasam buralarda bir yazıya, serbest bırakıyorum parmaklarımı. Şu kelime eksik oldu, şu cümle uzun oldu, makale formatından çıktı yazı, zayıf oldu kurgusu, siyasi denge hassasiyetlerine uymuyor vurgular, şu kesim ne mesaj alacak, şu kişi ne tepki verecek, velhasıl bildiğiniz yazarların kumkumalığından sıyrılıyorum büsbütün. Yazar değilim çünkü. Yazıcıyım sadece. Ne görsem ve hangi izi bıraksa aklımda ve yüreğimde onu yazmanın peşindeyim. Ekmek kapısı değil yazılarım, bir mecburiyet hiç değil, sadece bana ulaşmış sesleri yüreğimde yankılandırmanın, parmaklarımda uçuşturmanın ve bir de gözlerimde görmenin keyfindeyim. ‘Yazsan iyi olur’ dedikleri için çiziktiriliyor bu yazı. Ötesi yolculuk keyiflerindeyim. Hani anlatsam her şeyi, yurdumun komşusu kardeşlerimin dilinde usta çocuğuna. Ötesi ‘iyilik, güzellik’ diye bitireceğim anlattığım güzelliklerin.
Her şey bu dağlarda yeniden yaratılıyor her şeyiyle. Ve benzeşmek istemiyorlar hiç bir şeyleriyle bu tepeden baktıkları ve içine tükürdükleri dünyalara. Farklılıklarda uyum yaratmanın zenginliğindeler, sonuna kadar esnek ve ucu açık yüreklerinin ve akıllarının. Doğa analarının yaratıcılığında yaratıyorlar her şeylerini. Nasıl ki kilometreler ölçemiyorsa onların yol uzunluklarını, nasıl ki en modern saatler ve en hassas takvimler son teknoloji ürünü, ölçemiyorsa zamanlarını onların, onlara dair yazıların da olamıyor bir türlü bilinen biçimleri. Zorlasam, şu formatta olsun desem yazı, içinde boğulacaklar biliyorum bu kelimelerin.
Bilinen dünyalara ait her şeyi reddediyorlar. Hani bir makale sıkışmışlığında anlatsam onları bir yazıda, gözleriyle okusalar, ağızlarıyla tükürecekler biliyorum yazılarımı. Güveniyorum yolculuk yazılarında usta kuryelerin yol göstericiliğine. Ne kadar üst üste yığılsa da kelimeler, gerillaya kesmiş yediden yetmişe halkımın yüreğinde yerli yerini bulacaktır, biliyorum. Güveniyorum kendime bütün mütevazılığımla. Çünkü dünyanın karşısında kendisinden başka, dağlarından başka hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenmiyor onlar. Tükürüp içine bilindik dünyaların, nasıl güvenle bakıyorlarsa yıldızlara ve üzerinde yıllarca çalışılmış bir şiir kesinliğinde, keskinliğinde ve tamamlanmışlığında söylüyorlarsa sözlerini, en mütevazı kendine güvenleriyle öyle anlatmak zorundayım onları kendi dillerinde.
Devam edeceğim yazıcılık görevimden azledilmedikçe onlar tarafından. Bir yazar olarak değil, biçimi belli yazı formatları belli, söyleyecekleri kelimeler belirlenmiş olarak değil, onları kendi seslerinden ulaştırmaya çalışacağım sizlere. Ve en çok şiir onların dilleri. Bir şiir molası vereceğim şimdi yolculuklara dair devam edecek bu yazıya. Yolculuklara dair bir şiir molasına davet ediyorum sizi. Nefeslenin ve keyfini çıkarın alışık olmadığınız bu uzun yazının mola yerinde. Bir dağlıdan, bütün dağlılardan bir şiir sunuyorum size. Her şeyiyle anonim, her şeyiyle yolculara…
Gidilecekse bir gün yola
Zaman yitirmemeli insan
Yönünü yıldızlara ayarlamalı
Toprağa ayağını sağlam basmalı
Ve hayallerini suya salmalıdır
Gidilecekse bir yola, illa
Hemen çıkılmalı yola
Yolcu yolunda gerek
Yolun zamanına ve kuralına titizce uyulmalı…
Yürürken toprağı incitmemeli insan
Suyu kirletmemeli, yıldızları ürkütmemelidir
Yolu yapan değildir iyi yolcu
Kendini yola verendir
Bütün yollarda ve yolculuklarda
Toprağa, suya ve yıldızlara erendir.
Yolları sahiplenmemeli yolcu
Yolculuğun bir misafirlik hali olduğunu iyi bilmelidir
Yıldızlarla çizmeli ve karıncalarla paylaşabilmelidir yollarını
Dikenlere basmamayı, çiçekleri koparmadan koklamayı
Ve öğrenmelidir sevgiyle bütün kertenkeleleri selamlamayı
Yolların tozuna bulanmayı
Taşlarına yaslanmayı
Ve ufkunda kaybolmayı sevmelidir
Usta yolcusu yolların
Yol olmayı becerenlerdir
Basılınca üzerine toprak olmayı bilendir
Hep içilebilen temiz bir su ve yön gösteren yıldız olmuşsa
Orada durmalı ve yolu uzatmamalıdır yolcu…
JÊHAT BÊRTÎ
- Ayrıntılar
Erken baharda henüz yerler karla kaplıyken, en dikkat çekici bir şeyde uğur böcekleridir. Allı, kırmızılı, siyahi benekli, halkalı uğurböceklerine hemen her adımda rastlamak mümkündür. Nasıl üreyip, büyümüşler, nasıl bu kadar çoğalmışlar, hangi uzaklıkları geri de bırakıp gelmişler bilmiyorum. Bildiğim tek şey karşılaştığım bu uğur böceklerinin beni alıp hep çocukluğuma götürdükleridir. Xalxalok ismini sonradan öğrendim. Çocukluğumun kıyılarında biz Semasorik diyorduk.
Semasorik, Xalxalok, yani Uğurböceği çocukluğumun kutsal böceğiydi. Ezmez, incitmezdik. Bütün ruhumuzu ellerimize, parmaklarımıza akıtıp narin, itinalı, sevgi ve mutluluktan titreyen hareketlerle avuçlarımıza alırdık. Uğurböceğimiz durmaz yükseklere çıkarak kanatlanmak isterdi. Bazen bir elin parmak uçlarına ulaştığında, önüne ikinci elimizi bırakıp yeniden avuçlarımızdaki o yürüyen küçük dünyamıza bakardık. Renklerin canlılığı, halka halka desenler, parlak kaplumbağa sırtı, küçük siyah bacakları, seri adımları küçücük ve ilginç başı ve gözleri. Çocukluğumuzun tüm umut ve hayallerini ona yükledik. Uçmak isteyen ruhumuzu onun kanatlarında uçururduk.
Bir de tekerlememiz vardı. Uğurböceğimize okuduğumuz sonuna dileklerimizi ekleyerek ondan dilerdik. Bir nohut kadar bile büyük olmayan bu böceğin umut dilencileriyiz. Bu nedenle kimseyi yadırgayamaz ve kimsece yadırganmazdık.
Semasorik
Mata xorik
Ape Horik
Bifire biçe İstanbole
Ji minra cizmaka sorik bine
Semasorik
Mata xorik
Ape Horik
Bifire biçe İstanbole
Ji xwenga mınra
Çîzmak sorik bine
Uğurböceğim
Xane halam
Horik amcam
Uç İstanbul’a git
Bana kırmızı bir çizme getir…
Nedense tüm dileklerimizin rengi kırmızıya çalıyordu. Nadiren yeşil, sarı vardı. Sadece kendimiz için değil, sevdiklerimiz içinde dilekte bulunmayı ihmal etmiyorduk. Hayallerimizde, umutlarımızda, dileklerimizde hep ortaklık, hep paylaşım vardı. Çocukça aklımız başka türlüsünü düşünecek yetenekten yoksundu.
Uğur böceğimiz yukarı uzattığımız elimizden tırmanarak parmak uçlarına ulaşır, etrafında yarım veya tam bazen birçok defa döndükten sonra tek parça gibi görünen, hiç kanada benzemeyen o sert kabuğunu karpuz dilimleri gibi ikiye ayırır, hafifçe yukarı çıkarır. Altında incecik yaprak gibi kanatlarını çıkarır. Bazen uçmaktan vazgeçmiş gibi kendini bir daha kapatır ve sonra hızla kanat açıp “işte gidiyorum” dercesine uçmaya başlar. Uğurböceği dileklerimizi duymuştur. Sadece ve sadece bizim dileklerimizi yerine getirmek için uçmaktadır. Ve biz bundan asla şüphe duymazdık.
Bazen uğurböceğimiz gözden kaybolmadan çakılır gibi bir yerlere konar. Gider onu bulur ve ayrı heyecan aynı inançla bir kez daha uçururduk.
Uğur böceklerimiz o güne kadar, ne de o günden sonra, ne bana ne başkasına hiçbir zaman bir kerecikte olsa bir kırmızı çizme getirmedi. Ve biz neden getirmedin diye hiçbir böceğe sitem etmedik. Çünkü o bizim umut taşıyıcımızdı. Dileklerimizin küçüğüne büyüğüne, imkanlı ve imkansız olmasına bakmadan sevgiyle, istekle, inançla- gerçekleştirmek için- uçuyorlardı. Ve biz bunun tanıklarıydık. Daha ne diyebilirdik. Bu kadarı bize yeter de artardı.
Ve şimdi biz olduk uğurböceği. Halkımız tüm dileklerini kulağımıza fısıldayarak bizi dağlara uçurdu. Umut yüklendi, her yanımıza kandan kanatlar yaptık, kendimize halkımızın özlemlerine, umutlarına, dileklerine cevap olamazsak da vazgeçmedi, bizden. Sevgisini esirgemedi çünkü halkımız biliyor. Bir kırmızı çizme getiremezsek de, kendimizi çizme yapıp ayaklarına giydireceğiz, sonsuza dek çocukların parmaklarında mavi göklere uçan uğurböcekleri olarak yaşamaya devam edeceğiz. Ve biz hoşça kal demeden onlar güle güle uçan böceklerimiz diyecekler.
Şehit Zerdeşt Dersimi-Ali Gezer
- Ayrıntılar
Sabah uyandık. Rojbaş’ı kaçırmışız. Son bir yıldır olduğu gibi her uyanışımda hala bulunduğum mekânı algılamakta zorlanıyorum. Kendime sorduğum ilk soru, hep nerdeyim oluyor. O kadar çok bekledim. O kadar uzun ve yorucuydu ki yolculuk. Bittiğine inanamıyorum. Mavi ile çepeçevre çevrelenmişim. Sırt üstü uzanmışım. Altımda incecik bir minder. Üzerimde uzun tüylü bir battaniye. Yanı başımda bir battaniyenin altında koskoca bir tepe horulduyor.
Tünelden ince bir ışık sızıyor. Bu mavinin altında, bu sırtımı yasladığım mavide güneş bu kadar kısık olmamalı diyorum. Uzak olmamalı diyorum. Hadi taban gök mavisi ama bu sırtımı dayadığım mavi neyin mavisi. Sırtını maviye dayamak ne demek? Hangi maviye dayar insan sırtını? Nesneleri algılamakta zorlansam da içimden sırtımı dayadığım maviye gök mavisi, deniz mavisi diyesim geliyor. Her şey neden bu kadar mavi? Sonra dağların diline iyice yerleşmiş yeni bir söz gelip dağıtıyor bütün bilinmezlikleri. Nedenlere takılma, bütün halklar baharda şimdi. Üstelik dağdaysan böyle bir halklar zamanında keyfini çıkar her şeyin.
Kollarımı çıkarıp battaniyenin altından gerinip esniyorum. Ayaklarımın ucuna yerleşen ve bedeninin sıcaklığını ayaklarımda hissettiğim, birbirimize iyice alışmaya başladığımız Nazê de aynı şeyi yapıyor. Keyifle geriniyor. Yanımdaki tepe kımıldıyor yerinden. Tepenin üzerindeki battaniye hafifçe aşağı kayıyor. Benim keçel, onun tarama sıkıntılı dediği kafası çıkıyor battaniyenin altından. Çatışmadan çıkmış gibi hemen dağılıyor mahmurluğu ve yüzüne yerleşmiş tanımlayamadığım her şey.
Ne yok ki! Acı, sıkıntı, hüzün, özlem, hasret, ironi ve bütün bunlara hep bulaşık duran, o dünyalar yıkan ve yaratan tebessüm. O da koroya katılıyor. Esniyor, geriniyor. Gözaltından bana bakıyor mavi loşluktan. Uzatılmış bir rojbaş çekiyor. Ben de rojbaş diyorum. ‘İyi uyumadın galiba’ diyor. ‘Yok fena değildi’ diyorum. Gülümsüyor. Lafı değiştirmeye çalışıyorum. Bir sigara yakıyor. ‘Yıllar sonra bu sigarayı iyice bırakmayı düşünüyorum’ deyince derin bir nefes çıkarıyor sigarasından, gülümsemesinin kattığı dumanını üzerimden mavilere doğru savuruyor. ‘Hi hi… Anlıyorum’ diyor. ‘Bu yokuşlara kendini vuranların nefes nefese kaldıklarında akıllarına gelen ilk şey oluyor. Doğrusu da bu ya’ diyor.
‘Ben de bırakmak istiyorum ama kırk yıllık bir dostu, üstelik bu tepelerden dünyaya bakarken ve üstelik bulutlara karışırken dumanı bırakamıyorum bir türlü. Merak etme, tiryakiler için uzun bir süre böyle devam ediyor bu. Zağros yokuşları en tutkulu tiryakiyi bile kararsız bırakır tiryakiliğinde. Zirvelerdeyse ve karışıyorsa dumanı bulutlara, vallahi bırakmak zor oluyor bu meretin keyfini. Onun için bırakmayı düşünüyorsan en iyi yer inişlerdir. İnerken tekrar düşünürsün’ diyor.
Ne muhabbet ama… Yıllardır sinsice gelip bütün sohbetlerimize yerleşiyor bu meret. Gerçi dağlıların çoğu bırakmış sigarayı. Tek sıkıntıları doçka kalibreli sigaralar saramamak değil artık. Bir alışkanlıkla yaptıkları mücadeleyi örgütsel karara dönüştürmenin arifesindeler. Alışkanlıklarını kolay kolay aşamayan yenilerin sıkıntıya düşmemesi için erteliyorlar ha bire. Ama bu arada bir ADA’dan gelen eleştirilere de asla kayıtsız kalamıyorlar. Zaten örgüt yönetiminin çoğu bırakmış bile. Herkesi de hazırlıyorlar yavaş yavaş. Uzun sürmez bu meretin idam fermanı. Nikotin cephesinde durumlar hiç iyi değil anlayacağınız. Karşı-nikotin cephesi ise iyice örgütlenmiş ve kararlı bu sefer. Hızlı cephe değiştirmenin utangaçlığı olmasa, ben de hemen değiştireceğim cepheyi. Azınlıktayım şimdi. Bir sürü de sınırlama gelmiş. Kapalı yerde içilmiyor. Gece tümden yasak. İçmeyenler çoğunlukta olduğu için, etrafa yayılan dumanı elleriyle bir düşman tepesini düşüren saldırı grubu gibi savurup duruyorlar.
Bu arada aldığım soğuğun da etkisiyle ta ciğerlerimden öksürüyorum. Nikotin cephesinin lider takımından olan yanımdaki yaşlı olanı iyice gülümsüyor. ‘Tüh! Bir mevzimiz düşmüş bile. Bütün gerekçelerini de oluşturmuşsun. Üstelik bu cephe yanlış ve yenilgiye mahkum bir cephe. Utanma, değiştir cepheyi. Bu dağların güzel havasına hasret kalmışsın. Bir kapitalizm hastalığı olan nikotin dumanını bulaştırmadan solu bu havayı’ Biraz şaşırıyorum. Galiba sadece zayıflamamış nikotin-cephesi, çökmenin eşiğinde. Yanımdaki, nikotin-cephesi yazılarını bildiği için ve cephenin eskiden en sıkı elemanlarından olduğu için ‘ya çaktırma ama ben bile bu kavgada yenilginin eşiğindeyim. Her şey bize karşı. Ciğerlerimiz bile isyandaysa yenilgi kaçınılmaz gibi görünüyor’ diyor. Gülüşüyoruz.
Çok alışık olduğum bu nikotin muhabbeti etrafımı biraz daha iyi algılamama neden oluyor. Mavi bir mağaradayım şimdi. Uzun tünellerden geçilerek girilen mağara odaların vazgeçilmez rengi mavi. Hiç kimse ve hiçbir şey onları koparamıyor mavilerden. Bir biçimde mavileşmenin ve dünyayı mavileştirmenin yolunu buluyorlar. Sadece gökyüzü ve denizlerin maviliğiyle yetinmiyor gibiler. Yerin altını bile mavileştiriyorlar. Hem de çepeçevre mavileştiriyorlar. Bütün, ‘dağdan insinler’ çağrılarına inat ha bire yerleşme ve güzelleştirme çabasındalar dağları. Bu bazılarını ürkütüyor galiba. Bu deniz mavisi, gök mavisi yerin altında inşa edilmiş masmavi dünyalarda, masmavi çocuklarla mavileşiyor yüreğim. Mavinin ışıltısı ürkütebilir Orta Doğu’nun karanlık politika labirentlerinde gözleri karanlığa alışmış olanları. Ama yüreği maviliklere hasret olanlar için her şeyi mavileştirmek sadece bir duygusal mesele değil, romantizm bulaşsa da tamamen yeni dünyalar inşa etme projesi.
Projeyi tamamlamışlar. Çizilmiş ve tamamlanmış bir projenin inşaat sahasındayım şimdi.
Parmaklarım tuşlarda koşuştururken, tüneldeki ışıkta kaybolup beyazlara karışıyor bir tepe. Birazdan koşarcasına dalıyor içeri. Saçlarında ve sakallarında kar taneleri. Gülümsüyorum. ‘Kar mı yağıyor?’ diyorum. ‘Yok! Bırakmıyorsun ki uyuyalım. Sabahlara kadar sohbete tutarsan bizi, rojbaş’ı kaçırıyoruz. Üstelik rüyalarıma da siniyor bu sohbetler. Uyuşuklaşıyorum. Yüzümü kar şokunda temizlemek zorunda kalıyorum tembel uykulardan’ diyor.
Hepsi çocuk. Hep çocuk. Bir ‘Brr’ çekip yine yerleşiyor yanımdaki battaniyenin altına. ‘Eh nasıl buldun bizim fakirhaneyi! Rahat uyuyabiliyor musun? Üşümüyorsun değil mi?’ diyor. ‘Yo, gayet rahatım’ diyorum. ‘Biliyor musun, geç kaldık’ diyor. ‘Hi hi…’ diyorum. ‘Yok yok, rojbaş için demiyorum’ diyor. Anlamaya başlıyorum.
‘Daha yirmi yıl önce böyle mekânlar inşa etmemizi istemişti bizden kırk yıllık dağ hayalini hiç yitirmeyen. Geç kaldık. Ama geç de olsa başladık bu işe. Yeni yeni yerleşiyoruz. Zorla koparıldığımız, uzaklaştırıldığımız, yabancılaştırıldığımız dağlarımıza. Eskiden göçebe gibiydik biraz. Onun hep eleştirdiği naylon çadırlarda ve köy evleri gibi mangalarda ilişmiş gibiydik dağa. Şimdi iyice yerleşiyoruz. Kıyamete hazırlanıyoruz. Karşımızdakilerin teknik imkanlarını biliyoruz. Onlar bizi buradan sökmek, atmak istiyorlar. Biz ise iyice gömülüyoruz. Bak, yaptığımız bu şkeft bin yıllarca kalacak burada. Yaptığımız mevziler kayalara oyulu. Varsın atom bombası kullansınlar ki biz bunu da bekliyoruz onlardan. Ama hazırlanıyoruz işte. Onların sistemi çatırdıyor. Halklar ise bütün heyecanıyla bahardalar şimdi coğrafyamızda. Mümkün mü baharın yaşlı çocuklarının bu bahar bayramı isyanlarından paysız bırakılmaları. Biz bahar inşa ediyoruz dağın kalbinde. Koparılmak istendikçe bu dağlardan, biz ha bire daha derinlere gömüyoruz kendimizi. Bahara hazırlanmıyoruz. Asıl büyük baharı hazırlıyoruz biz’ diyor.
Gözlerim maviliklerde dolaşıyor. Kim maviliklere gömülmek istenmez ki! Yanımdaki iyice alıştığım hallerinde. Kucağımdaki ekrana bir göz atıyor. Son cümleyi gösteriyorum. Bir kahkaha patlıyor kulaklarımda. Kahretsin, yine şaşkınlık şoklarının uçurumuna düşüyorum. Dönüp bakıyorum. Ben şaşkın, o kahkahada. ‘Harika’ diyor. ‘Ama keşke o tuşlara dokunabilip iki laf da ben edebilseydim. Görürdün senin o güzel metaforunun başına ne getirirdim’ diyor. İyice şaşırıyorum. ‘Buyurun, sen söyle ben yazayım’ diyorum kendimden emin ve şaşkınlığımı gidermenin çabasında. ‘Tamam, ruhun mavilere gömülmüş ve gözlerin mavileşmiş ama niye şu üzerindeki asıl gömülü olduğun kahverengi battaniyeyi yazmıyorsun? Üstelik de sen daha kahvaltı yapmadan millet öğlen yemeğine çağırıyor bizi’ diyor.
Nazê içeri giriyor. Gelip yanımdaki tepenin iyice tepeleşmiş olan göbeğinin üzerine usulca yerleşiyor. Beni bırakıp Nazê ile konuşmaya başlıyor. ‘Bak, Nazê yemeğini yemiş bile. Şimdi tek rakibi sensin biliyor musun? Bu şkeftin en büyük keyfiyetçisi olduğu için seviyoruz hepimiz Nazê’yi. Keyif almadığın bir yerde yaşayacak kadar ahmak sanıp dağdan inmemizi istiyor bazı…’ Ağız dolusu yine. Allah var, bu ağız dolusu ve galiz küfürleri düşmanım duysun istemezdim. Sonra biraz sakinleşip Nazê’nin başını okşuyor. Nazê’ye, ‘Bak bu Jêhat’la sakın ahbap çavuşluk yapma’ diyor. ‘Adam üç gündür burada, hemen öyle bir yerleşti ki keyfiyette ve keyfiyetçilikte rakibin olmaya aday. Biliyorsun, kıskancız biz mesele dağlar olunca. Her şeyini paylaşırız dağların ama keyfini kaptırmayız kimseye. Bizden daha çok keyif alan birini görünce hem kıskanır, hem seviniriz yeni bir dağlı bulduğumuz için’ diyor.
Bana dönüyor, ‘Galiba seni uyandırmanın yolunu biliyorum. Çık o gömüldüğün battaniyeden. Git, biraz kara göm kendini. Yüzünü karla yıka. Gözlerindeki maviliği daha bir ışıltılı yapar kar’ın beyazı’ diyor. Ben kucağımdan indirip siyah karlar düşmüş beyaz ekranı tünele yöneliyorum. ‘Nereye?’ diyor. ‘Dışarıya açılan tünel diğeri’ Bu sefer ben patlatıyorum kahkahayı. ‘Yaw heval bırak gözlerimi, önce burnuma sinen bu kekik ve soryaz kokusuyla ve közde yanmış iki ekmekle midemi ışıtayım da sonra icabına bakarız gözlerin’ diyorum. O da patlatıyor bir kahkaha.
Dağların kalbindeki mavi dünyamızı masmavi kahkahalar dolduruyor. Mavilerdeyim şimdi. Dokunmayın keyfime… Üstelik silikon yığınından Kazancı Bedih’in sesi yükseliyor. Yarı Farsça, yarı Türkçe ‘gökyüzünden cevher yağsa, bir parça düşmez fakirin evine’ diyor. Ama kusura bakmasın Kazancı Bedih hemşerimiz bu gökten yağan bütün güzellikler ve cevherler bizim ‘fakirhane’ye yağıyor. Sadece yağanlar değil, masmavi gök, masmavi okyanuslar yağıyor gözlerimize, yüreğimize ve tenimize.
Dedim ya, dağda ve maviliklerin ışıltısındayım şimdi. Bırakın keyfini çıkarayım. Belki bu kara puntolarda fakir olan halkımın fakirhanelerine de bir katre düşürebilirim heyecanında parmaklarım. Ulaştırabildiysem, keyfime keyif kattınız. Bir katre de olsa mavilikler düşmüşse fakirhanenize siz de keyfini çıkarın. Mavi bir bahar geliyor. Keyifli halaylarına katılmamazlık etmeyin. Bablekan oyunundaki ayaklarınızın çıkaracağı toz, dünyayı maviye kessin. Bu mavi dünyanın keyfini bütün dünyalılar çıkarsın. Keyfinize bakın. Her şey mavi olacak…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
