Tarihi 15 Ağustos Atılımı’nın yirmisekizinci yılına büyük bir coşku, heyecan, yüksek bir moral, kesin başarı ve zafer inancıyla giriyoruz.
Kürdistan’da son yüzyılda yaşanmış en önemli olaylardan birisi olan ve bugün Kürtler tarafından direniş ve diriliş günü, bayramı olarak kutlanan 15 Ağustos’u Kürt gençliği, kadınları, bir bütün Kürt halkı direnmenin yaşamak olduğunu bilerek daha güçlü bir biçimde sahipleniyorlar.
Elbette Kürtler tarafından bu kadar coşkuyla kutlanılması ve sahiplenilmesi, 15 Ağustos’un Kürtlere kazandırdıklarıyla bağlantılıdır. Bir halkın varlık-yokluk ikilemini yaşadığı, adeta kendisine ait hiçbir şeyin bırakılmak istenmediği, büyük bir baskı ve asimilasyon cenderesine alınarak soykırımdan geçirilmek istendiği bir dönemde, bir halk olarak “bu dünyada ben de varım ve diğer halklar gibi ben de yaşamak istiyorum” isteminin, iddiasının ve iradesinin ilanı, haykırışı 15 Ağustos’ta sıkılan ilk kurşunla gerçekleştirildi.
Bilindiği gibi, 12 Eylül faşist-askeri darbesi ile birlikte Kürdistan'a yönelik tam bir işgal ve istila harekatı başlatıldı. Faşist Türk devleti hem ordusuyla ve hem de diğer devlet kurumlarıyla burada hâkimiyeti sağlamak için bu işgali sürdürürken, diğer yandan ise Kürtlere yönelik büyük bir baskı ve sindirme operasyonu başlattı.
İnkâr ve imha siyaseti olarak da bilinen bu operasyonun amacı Kürtleri değişik yollarla asimile etmek ve bu biçimde bir halk olarak soykırıma uğratmaktı. Daha öncesinden fiziki katliamlarla yapılmak istenen bu soykırım, bu sefer farklı yöntemlerle sonuca ulaştırılmak istendi.
Bu temelde Kürdistan'a yönelik başlatılan inkâr ve imha operasyonunda Kürt halkının örgütlülüğü dağıtılmak, iradesi ve inancı kırılmak, adeta gelecek umutları ortadan kaldırılmak istendi. Bir halk olarak varlığı inkâr edilirken, kendi dilini, kültürünü yaşaması yasaklandı, özgürlük, demokrasi adına geliştirilmek istenen ne varsa hepsi büyük bir şiddet ve baskı temelinde ortadan kaldırılmak ve Kürt halkı bu biçimde kendisi olmaktan çıkarılmak istendi.
Evet, 12 Eylül faşist-askeri rejimi Kürdistan'da Kürtlük adına ne varsa yok etmek isterken, en başta da PKK hareketini hedefledi. Çünkü PKK, Kürdistan'da uygulanan inkâr ve imha siyasetine karşı “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” mücadelesini başlatan, yürüten, bu temelde her türlü çaba ve fedakârlığı gösteren bir hareket olarak Kürt halkı tarafından kabul gören, benimsenen ve sahiplenilen bir hareket haline gelmişti.
PKK, Kürdistan'da insanlık adına ne varsa, Kürtlük adına ne varsa, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik adına ne varsa kendi bağrında taşıyan, bu değerlerin temsilini yapan, bu değerlerin korunması ve Kürdistan'da bunların serpilip gelişmesi için her türlü çabayı veren ve bunun karşısında gelebilecek her türlü saldırıya karşı da hiç tereddüt etmeden karşı koymayı göze alan bir hareket olarak Kürt halkının kalbinde ve beyninde yer alırken, diğer yandan faşist-askeri rejim tarafından da baş düşman olarak ele alınan bir hareket konumuna gelmişti.
İşte 12 Eylül faşist-askeri darbesi Kürdistan'da askeri işgale girişirken esas amacı PKK hareketini ortadan kaldırmak, imha ve tasfiye etmekti. Çünkü biliyordu ki, eğer PKK hareketi yok edilmez ve varlığını korursa, Kürdistan kendi denetiminden çıkacak ve rejimin varlığı tehlikeye düşecektir. Eğer PKK hareketi imha ve tasfiye olursa da, işte o zaman Kürd’ün umudu, inancı, bilinci, iradesi de ortadan kaldırılacak ve bu coğrafyada yaşayan halklar inkâr ve imha sisteminin bir parçası haline gelecekti.
Bu gerçekler temelinde 1980’de Kürdistan'da başlatılan askeri işgal, Kürt halkı üzerinde çok büyük bir terör dalgası temelinde ve çok acımasız yöntemlerle geliştirildi. Diğer yandan PKK hareketine yönelik de geliştirilen operasyonlarla binlerce kadro ve sempatizan yakalanıp cezaevine konuldu. Geri kalan PKK kadrolarının birçoğu da yurtdışına çıkmak zorunda bırakıldı.
Böylece Kürdistan'da kendisine karşı direnebilecek bir güç bırakmayan faşist rejim, bu sefer PKK'yi tasfiye etmek, onun ideolojik çizgisini yenilgiye uğratmak için cezaevlerinde bulunan Önder kadrolara yönelik irade kırma ve teslim alma saldırılarını başlattı. Bu önder kadrolar eğer teslim alınır ise PKK ideolojik olarak yenilgiye uğratılacak ve Kürt halkının son umudu olan Özgürlük Hareketi de tasfiye edilmiş olacaktı.
Fakat faşist rejimin hesapları Diyarbakır zindanında Mazlum’ların, Ferhat’ların ve 14 Temmuz Direnişçilerinin PKK ideolojisini sahiplenme temelinde gösterdikleri büyük direnişle bozuldu. Bu, faşist rejimin Kürt halkının evlatları karşısında aldığı ilk büyük yenilgi oldu. Faşist rejim PKK’nin ruhunu, ideolojisini teslim almak için yaptığı hamlede büyük bir direnişle karşılaştı ve çok ağır bir yara aldı. Diğer yandan ise Diyarbakır zindan direnişi Kürt halkına büyük bir moral, coşku ve direnme azmi ve inancı verdi. Dolayısıyla bu ideolojik duruşun, zaferin kesinlikle siyasi ve askeri boyuta taşınması ve faşist rejimin bu alanlarda da yenilgiye uğratılması artık bir zorunluluk haline gelmişti.
İşte şanlı 15 Ağustos Devrimci Atılımı böylesi bir ortamda başlatıldı. Eruh ve Şemdinli’de faşist Türk devletine yönelik geliştirilen silahlı eylemlerle başlatılan bu atılım, Amed zindan direnişi ve ideolojik zaferin dağlarda yankılanması, buradan selamlanması ve sahiplenilmesi olarak Kürdistan tarihine kanla nakşedildi.
15 Ağustos atılımı, faşist Türk devletinin kendisini yenilmez sandığı, karşısında hiçbir gücün oluşamayacağını, kendisinin tek otorite olduğunu sandığı ve gördüğü bir anda, adeta Devrimci Kawa’nın zalim Dehak’ın beynine indirdiği örsü gibi, gerillanın mavzerinden çıkan kurşunlarla beyninden vurulmuşa döndü. Bu kurşunlar öyle isabetli ve öyle intikam doluydu ki, karşısındaki hedefi tam beyninden vurmuş ve düşmanı çaresiz bir konumda bırakmıştı.
Diğer yandan ise, gerillanın sıktığı bu kurşunlar Kürt insanının geriliğine, köleliğine, işbirlikçiliğine, ihanetine, umutsuzluğuna, iradesizliğine, inançsızlığına, örgütsüzlüğüne sıkılmış bir kurşun oldu. Ve artık Kürdistan'da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da bu eylemlerle ortaya koydu.
Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gerilla mücadelesi temelinde başlattığı bu mücadelesiyle başı dik ve onurlu bir halk olarak dünya insanlığı içindeki yerini aldı ve bugün bunun öncülüğünü de üstlenmiş bulunuyor. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, kendi kız-erkek evlatlarını gerilla olarak bu mücadeleye katarken, Kürdistan dağlarında kendisini savunan bir gerilla örgütlülüğünü yaratmasını bildi ve bunun kendisine verdiği güvenle mücadelesini daha güçlü vermektedir. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gece-gündüz demeden geliştirdiği serhildanlarla hem dağdaki mücadeleyi besleyip destekledi ve hem de demokratik siyasi mücadele alanında -bu uğurda nice bedeller ödeme pahasına olsa da- büyük kazanımlar elde etmesini bildi.
Ve Kürt halkı artık şunu biliyor ki, 15 Ağustos 1984’te büyük komutan Agît yoldaş öncülüğünde geliştirilen “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” hamlesi kendisinin var olması ve insanlık dünyasında eşit ve özgür bir biçimde yer alabilmesi için atılmış çok büyük bir adım, başlatılmış olan bir mücadele ve günümüzde de zafere gitmede mutlaka takip edilmesi ve izlenilmesi gereken bir direniş ve zafer ruhu olmaktadır. İşte Kürt halkı bu direniş ve zafer ruhuyla mücadele edildikçe aşılmayacak engelin, yıkılmayacak hiçbir düşman gücünün olmadığını kendi pratiğiyle her gün görmekte ve tüm insanlığa da göstermektedir. Dolayısıyla içine girdiğimiz yirmisekizinci 15 Ağustos atılım yılında da başarı ve zaferin kesin teminatı olarak bu direniş ve zafer ruhu temelinde mücadeleyi daha da yükseltmek olduğunu çok iyi biliyor ve şimdiden bu mücadeleyi daha da yükselterek zafere kesin adımlarla yürüyor. Elbette bu yürüyüş kutsaldır, onur vericidir, özgürleştiricidir, eşit ve farklılıklara dayalı yaşamın yaratıcı gücüdür ve her şeyden önce de devrimci özüyle dönüştürücü, güzelleştirici, yapıcıdır.
Evet, Kürtler bu gerçeklerin farkındalar ve bu yürüyüşün nasıl başladığını ve bunun başlatıcısının kim olduğunu çok iyi biliyorlar. Evet, Kürtler PKK hareketini ve onun yaratıcısı Önder APO’nun kendileri için ne anlam ifade ettiğini de çok iyi biliyorlar. PKK'nin halk demek olduğunu, Önder APO’nun ise kendilerini bir halk olarak yeniden yaratan kendi öz evladı olduğunu çok iyi biliyorlar ve bunun için de bu gerçekliğin korunması ve özgürlüğüne kavuşması için her türlü fedakârlığı yapmaya kendilerini hazır görüyorlar.
Ve bu yirmisekizinci zafer yılında Önder APO'nun özgürlüğü için Devrimci Halk Savaşı temelinde mücadeleyi daha da yükseltme temelinde Demokratik Özerkliği inşa ederek kendilerini onurlandırmak ve özgür Kürdistan'da Önder APO ile birlikte yaşanacak günleri daha da yakınlaştırmak için büyük bir eylemlilik içine giriyorlar.
İşte böylesi bir halk gerçekliği karşısında da hiçbir zalim, sömürgeci gücün ayakta kalamayacağı ve bu halkın mutlaka başaracağı ve zafere ulaşacağı da kesindir.
Bu temelde yirmisekizinci yılına girdiğimiz şanlı 15 Ağustos Atılımı başta Önder APO’ya ve tüm halkımıza kutlu olsun diyor, bu atılımın büyük komutanı Agît yoldaş şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, şehitlerimize özlem ve amaçlarını gerçekleştirme temelinde verdiğimiz sözümüzü bir kere daha yineliyoruz.
Yaşasın 15 Ağustos Direniş ve Zafer Ruhu!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Son günlerde Kürt sorununun çözümü önünde tek engelin Kandil olduğunu söyleyip Kandil’i hedef haline getirerek özgürlük hareketimizin öncülerine dönük imha komploları tezgahlamaya çalışmaktadırlar.
Türk devleti ordusuyla ve gelmiş geçmiş hükümetleriyle, kendisini Kürt halkının gerçek iradesi haline getiren özgürlük hareketimize karşı neredeyse 35 yılı bulacak bir mücadele yürütmektedir. Özgürlük hareketimizi parçalayıp dağıtmak, imha ve tasfiye etmek için denenmedik yol bırakmadılar. Silahlı mücadeleden tutalım, özel ve psikolojik savaşa kadar, Kürt halkıyla hareketimizin arasını açmak ve halkımızı hareketimizden koparmak için komplolar düzenlemeye kadar sayısız yol ve yöneteme başvurdular. Ama bütün bu çabalarının boşa kürek sallamaktan ibaret olduğunun hala farkına varmış değiller. PKK’nin Kürt halkını temsil etmediğini, Kürt sorununun ayrı, PKK sorunun ayrı sorunlar olduğunu ısrarla ortaya koymaya, kendileri dahil herkesi bu safsataya inandırmaya çalıştılar. Kürt halkının içinde doğup büyüyen, gelişen ve bugün milyonlarca Kürdü temsil eden, milyonlarca Kürdün de PKK’nin onları temsil ettiğine inanan bir harekete dönüştü. Bırakalım sadece Kürt halkını temsil etmesini, demokratik sosyalizm çizgisiyle, eşitlik, özgürlük ve adalet talebi temelinde yürüttüğü mücadeleyle ezilen tüm halkların hareketi haline gelmiştir. Bu yüzden içinde Türk, Arap, Fars, Ermeni, Asuri, Alman vs. halklardan bir sürü de kadın-erkek bulunmaktadır. İnsanlığın temiz nefesi olarak adlandırdığımız hareketimiz PKK’yi milyonlar bugün kucaklamakta ve sahiplenmektedir. Kapitalist modernitenin ordu ve devlet yapılarına, kurumlarına karşı büyük bir irade, cesaret ve fedakarlıkla halklar adına mücadele eden ve bu mücadelesinden de asla taviz vermeyen bir harekettir.
PKK içerisinde yer alan bütün militan yapı ve PKK’ye gönül veren sempatizan yapıya kadar herkes bu gerçekliğin bilincinde ve bu gerçekliğe inanarak PKK’yle yürümekte, PKK ismi altında mücadele etmenin gururunu yaşamaktadır. Ayrıca terörist diye adlandırdığınız bu hareketin militanlarının hepsi Kürt halkının çocuklarıdır. Birçoğu da inkar, imha ve asimilasyon politikalarınızın farkına varıp bu uygulamalarınıza isyan etti ve PKK’yi tercih etti. Öyle kimsenin akıllarıyla oynadığı, amaçsız ve hedefsiz insanlar topluluğu değillerdir. Ne yaptığını bilen ve niçin dağlarda durduğunun, mücadele ettiğinin bilincini edinmiş insanlar. Eğer öyle olmamış olsalardı zaten şimdiye kadar çoktan yok olup gitmişlerdi, kendi kendilerini tasfiye etmiş, marjinalleşmiş olurlardı. Birçoğunun başını bile kesseniz, inancından ve bağlı olduğu değerlerden taviz vermeyecektir.
Özgürlük bilinci edinmiş ve irade haline gelen bir topluluğun öncülerini imha ederek başarılı olacağınızı, Kürt sorununu bu biçimde çözeceğinizi sanıyorsanız daha önce yapmış olduğunuz gibi yine büyük bir hata yapmış olur ve kendi kendinizi gülünç duruma düşürürsünüz. Kürdistan’ın dört parçasına, Türkiye’nin Amanos dağlarına, Karadeniz dağlarına kadar yerleşen bir gerilla gücünü imha etmenin kolay olacağı yanılgısına kapılanlar ve oturdukları yerden şöyle bitireceğiz, böyle bitireceğiz diyenlere dağın kapıları sonuna kadar açıktır.
Kürt halkının özgürlük mücadelesine her birinin öncülük edebileceği PKK militan yapısı, Kürt halkı asimilasyon, inkar ve imha politikalarına maruz kaldıkça, kimliği yok sayılarak entegrasyona tabi tutuldukça Kürt halkının özgürlük mücadelesine devam edecektir. Dağlarda binlerce değil, parmak sayısı kadar kalsa bile bu kavgadan düşmeyecektir. Kürt sorununu çözmek istiyorsanız, Kandil’i ve PKK’nin öncü yapısını bitirme planlarını kurarak değil, Önderliğimizin çözüm konusunda sunduğu önerilere ve halkımızın meydanlarda özgürlük diye yükselen çığlıklarına, taleplerine kulak verin. Kandil ve PKK’nin öncü yapısına yönelecek herhangi bir saldırı bu kavganın ateşini daha da gürleştirecektir ve Türk devleti bu sorununun çözümünü bir 35 yıla daha yayacaktır. PKK’nin 35 yıl daha mücadele edebilecek kadar gücünün olduğunu ve kendisini bu temelde mevzilendirdiğini de unutmamanızı belirtmek istedim.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Sözde Komutana!
Tüm ülkelerde, halklarda en şerefli ve onurlu meslek olarak gösterilen askerlik ve ordu kurumunu dibe vurduranlardan bir tanesi yine konuşmuş. Görev başındayken yenilgi üzerine yenilgi alan, tüm silah arkadaşlarını satılığa çıkaran bir general, genelkurmay başkanı konuşmuş. PKK’yi nasıl tasfiye edersiniz?” diye akıl vermeye başlamış.
Hiç mi utanmaz insan? Hiç mi onur kalmamış?
Madem yolunu yöntemini biliyordun neden yapmadın?
Yıllarca ‘dağda bayırda’ dolaşan gerillaların peşine düştün de ne elde ettin? Ne başarı kazandın?
Zap’ta ne yaptın? Amed’te ne yaptın? Dersim’de, Serhat’ta, Amanos’ta ne yaptın?
Kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kaçmadın mı? Gerilla korkusundan
Diyor ki “Kandil’i bitirmeden örgütü silah bırakmaya razı edemezsin”
Sen değil miydin “Tüm Türk ordusunu göndersen de Kandil’i alamazsın” diyen. Sen değil miydin gerilla karşısında silahlı girişimlerin etkisi olmaz diyen?
Nedir şimdi seni konuşturan?
Yenilgiyi en çok tadan bir insansın. Ayıptır.
Askerlik mesleğinde şeref ve onur en vazgeçilmez iki unsurdur. Denetimin altındaki on sekizlik gençlere kafalarına vura vura öğrettiğiniz derslerden ilkidir bu. Onur, vatan savunmasının, halk savunmasının vazgeçilmezliğiyle ölçülür. Şeref, senin bu uğurda verebileceğin bedellerin yüceliğiyle belirlenir.
Ne kadar haklı veya haksız olursa olsun vatan savunması adı altında bir örgütlenmeye gittiğinde onun gereklerini yerine getirmeye çalışırsın. Kuyrukçuluk yapmazsın. Yalakalık mı; hiç yapmazsın.
Her günü ölüm riskiyle karşılayan, elde silah çarpışanlar silah çattığı, sırt sırta yattığı, canını emanet ettiği yoldaşlarını, silah arkadaşlarını senin gibi satmaz insan.
Herkesin anlayamayacağı bir şey olsa da senin bunu çok iyi bildiğini biliyoruz.
Bir rant uğruna, “Bana karışmayan yılan bin yaşasın” diyerek yıllarca yeminini ettiğin ocağına tükürdün en sonunda.
Başa gelen önemli değil. Sonuçta hepiniz aynısınız. Kürt halkının onurlu davasını bastırmak, insanlarını katletmek, en barbar, vahşi uygulamaları gerçekleştirmekte tüm ordu komutanları aynısınız. Hiyerarşik düzene tabi olmayla kurtaramazsınız bazı şeyleri. Hepiniz birer katilsiniz.
Ama buna rağmen kimileriniz halen biraz askerlik onuruna sahip. Az da olsa bunu koruyabilmiş. Yenilginin bedelini ödeyebiliyor. Senin uluorta konuşmuyor.
Yenilgiye doymamış, kültürden yoksun, birbirine karşı bu kadar komplo yapan bir askeri örgütlenmenin içinde yetişmiş biri olarak gerçi bunları da anlamazsın ya, yine de söyleyelim dedik.
Bir de fazla yanılma. PKK kültürüyle yetişmiş komutanlar, gerillalar, militanları kendin gibi sanma. PKK’nin tüm komutanları inisiyatif sahibi, direnişte karar kılmış, gerektiğinde bir örgütün yapabileceğini yapacak meziyetlere sahip insanlardır. Öyle yenilir, pes eder, teslim olur sanma. Kuru gürültüye pabuç bırakmaz PKK komutanları. Mertliği, yiğitliği defalarca gösterdiği gibi gösterir. Kürdistan dağlarını sana, senin gibilere zindan yapar.
Bunu anlamak için 84’ten beri değiştirdiğiniz, eskittiğiniz komutanlara, yönetimlere bakmanız yeterlidir.
Kolay kolay yıkamazsınız bu yapıyı. Bir yerde darbe vursan diğeri güçlenir. Gücünü zordan alan, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan söz ediyoruz. Öyle saçma sapan teorilerle yıkamaz, geriletemezsiniz PKK’yi.
Yıllardır savaşıyorsunuz ama halen anlayamıyorsunuz. Yapabiliyorsanız, yiyorsa gelin, Kandil’i alın. Sen, senin gibi binler gelsin. Gelin de ne olacağını görün.
Basın toplantılarıyla, şovlarla, röportajlarla yıkmaya çalışıyorsun PKK’yi. Bu kadar mı gerçeklerden kopmuşsun. Madem yolunu biliyordun da, madem o kadar ustaydın da neden yapmadın? Yapamadın?
Bu kadar biliyordun da savaşı neden kendin savaşmadın? Taşeronlara devretmediniz mi savaşı. İran’a, Güneyli güçlere, Amerika’ya yalvarmakla, onları savaşa katmakla mı başarı elde edeceksiniz. Orada burada ‘terörist’ ilan ederek mi bitireceksiniz. Siyasal alanda mı daraltacaksınız? Askeri alanda yenildiğiniz kadar yenildiniz zaten. Şimdi geçmişi unutturabileceğini mi sanıyorsun? 92’yi, 97’yi, 98’i, 2000’i, 2008’i unuttunuz mu? Yine toplanmadınız mı, hepsini bir araya getirip saldırmadınız mı Kürdistan gerillalarına? Ne geçti elinize yenilgiden başka.
Daha önce de yazdık, anlattık. PKK gerillalarından kurtulmanın yolu yok. Ya kabul edeceksiniz, ya kabul edeceksiniz. PKK gerillalarından kurtulmanın tek bir yolu var. O da Kürt halkının taleplerini kabul etmek, özgürlüğünün önünden çekilmek. Bunun dışında hiçbir şey ama hiçbir şey gerillaları durduramaz. Bunu kafanıza koyun.
Öyle boşa kürek çekme.
Biraz askerlik onuru varsa, kalmışsa sesini kes ve otur oturduğun yerde. Biraz şerefliyim diyorsan dil uzatmayı bırak.
Üniformanı çıkardın diye kurtulduğunu sanma.
Öyle tehdit gibi de alma. PKK’liler tehdit etmez. Yapar…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
İnsan yaşamı değerlidir
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu üç önerme tüm kesimlerin normalde ortaklaşması gereken hususlardır. İnsan eksenli düşüncelerin, tüm dinlerin ve devletlerin sözde anayasalarının da ortaklaştığı bir noktadır. Marjinal düşünceler, liberal yaklaşımlar, anarşist felsefe de bu üç önermeye karşı çıkmaz.
Fakat burası Türkiye. Kendisini demokrasi kalesi olarak adlandıran ve otuz yılı aşkındır bir savaş halinde olan bir ülke. Burada birçok doğru ve gerçekte olduğu gibi bu üç önermeyi içeren durumlarda da işler tersinden işliyor. Söylemler hiçbir zaman gerçeklerle bir olmuyor. Doğru hiçbir zaman gerektiği gibi işlemiyor.
Tarih 14 Temmuz. Yer, Amed’in Farqîn ilçesi kırsalı. Bahar aylarından itibaren yürütülen imha operasyonlarının bir yenisi sürdürülüyor. Öğlen saatleri. Sıcak mı sıcak bir yaz günü. Sabırları taşmış bir grup gerilla operasyona gelen askerlerle çatışmaya giriyor. Sonuçta 20’yi aşkın asker ölüyor. 2 yoldaşımız da şehit düşüyor.
Çatışmanın ilk haberleri ajanslara düştüğünde her zaman olduğu gibi büyük bir yaygara koparılıyor. Tüm Türkiye kamuoyu askerlerine sahip çıkıyor izlenimi yaratmak, toplumda PKK’ye karşı infial yaratmak, Kürtlere karşı linçi örgütlemek için ortaklaşıyor. Tüm zıtlar PKK’ye karşı birleşiyor.
Saatler ilerledikçe bilgi kirliliği de doluşuyor ekranlarda, sayfalarda. 7 PKK’li öldürüldü haberi yayılıyor bir anda etrafa. Kısmi bir tatmin dolaşıyor, avuntu bir de. “13 askerimizi kaybettik ama 7 tanesini de öldürdük” diyebiliyor birçoğu.
Sis çekiliyor, dumanlar dağılıyor ama mantıklı sorular bir türlü gelmiyor.
Neden operasyonlar devam ediyor? Eylemsizlik halinde olan gerillalara karşı neden imha saldırısı düzenleniyordu? Bunu yapan gücün amacı neydi? Tüm Türkiye’yi kucaklayacak (!) bir toplumsal sözleşme hazırlığındaki bir hükümet ve devlet neden oldukça yüksek sayıda bir kesimin desteklediği insanları katletme peşine düşmüştü? İnsan yaşamının korunmasına adalı sözde devlet yasaları neden kategorize edilerek ötekileştirilen insanların avına çıktı? Aydın’da, İstanbul’da, İzmir’de veya herhangi bir Türkiye metropolünde, şehrinde yaşayan bir Kürt neden bu çatışma gerekçe edilerek linç edilmeye çalışılıyor? Bunun kime ne faydası var? Bunun altında yatan düşüncenin, linç toplumuna gidişi tetikleyen bu yaklaşımın örgütlenmesinde kimler nasıl çıkar bekliyor?
Ve yüzlerce soru daha.
Ama bir şey hep göz ardı ediliyor. Yeni ‘stratejik’ yaklaşımların da temelinde yatan özel, paralı orduyla ilintili bir şey.
Çatışmada ilk başta 7 PKK’linin öldürüldüğü söylendi. 2 cenaze morgda bulundu, aileleri aldı ve toprağa verdi. Peki, o geriye kalan 5 cenaze nerede? Ne oldu onlara?
Cevap verildi aslında. O 5 cenaze aynı operasyon içinde askerlerin yanında operasyona çıkan ve gerillalarımıza tuzak kurmaya çalışan sözde akıllıların gerilla kıyafeti giydirdiği kontralara aitti. Yani onlar da TC ordusu bünyesinde operasyona katılan askerlerdi. Neden o kıyafetleri giydiler, bilmiyoruz. En azından şimdilik. Ama yılların savaş tecrübesiyle söyleyebiliriz ki sıcak çatışma öncesinde o birlik o arazide gerillalarımıza yönelik faaliyet yürütüyordu ve operasyon esnasında hedef olmamak için askeri güçle hareket etmeye başladılar.
Aslında neden giydikleri çok önemli değil. Kime bağlı güçler olduğu ve neden öldürülmelerine rağmen sahip çıkılmadığı daha önemli.
Olayla ilgili açıklamamızda bu beş gerilla kıyafetli kontra birliğin (net sayısı bilinmediğinden beşten de çok olabilirler) arkadaşlarımızla girilen çatışmada imha edildiği belirtilmişti. Sonrasında birkaç küçük itiraz dışında ses eden olmadı.
Şimdi bu birliğin ordu bünyesinde olduğunu biliyoruz. İhtimaller şöyle;
Bunlar kontralaştırılmış, kayıt dışı bir pozisyon sahibi olan suçlular.
Bunlar özel görevlendirilmiş, görev icabı bu pozisyona ulaşmış devlet görevlileri (jitem de diyebilirsiniz)
Bunlar Erdoğan’ın yeni örgütlediği ‘özel ordu’nun elemanları.
Ama sonuçta ne olurlarsa olsunlar sahiplenilmeyen, kayıt dışı görünen hayalet bir birliğin üyeleri. Aldığımız bilgilere göre Erdoğan’ın oluşturmaya çalıştığı hayalet ordudaki sözleşmede böylesi bir madde var. “Operasyonlarda, çatışma anlarında öldürülürseniz haber yapmama, yayımlamama, resmi çatışma kayıtlarına girmeme durumu ortaya çıkabilir.” Deniliyor. Yani ölecekler ama kimse bilmeyecek. Böylelikle PKK ile mücadele edecek kayıt dışı, kamuoyunu rahatsız etmeyecek bir hayalet ordu yaratılabilecek. Hatta kayıpların yükselmesi durumunda bunları PKK’ye mal edebilecek, PKK’nin kaybı gibi yansıtabilecek de. Bu tabii ki istatistik yaklaşım gösterenlerde de bir rahatlık yaratacak. Tıpkı bu çatışmada olduğu gibi.
Bu amacı, stratejiyi çözmeyi denemiyoruz. Bu çok önemsiz. Biraz daha insani yönüne dönelim.
Yukarıdaki üç önermeye geri dönelim.
İnsan yaşamı değerlidir.
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu özel ordu içinde yer almaya çalışan kesimleredir sözlerimiz.
Sözde sizleri düşünen devletiniz ince politikalarla önce işsizliği körükledi, en iyi eğitimlerden geçseniz bile iş kapılarını kapattı. Sizleri öyle bir çaresizliğin içine itti ki yılana dahi sarılmaya kabulsünüz. En sonunda ya paralı asker, ya da kirli bir sopa halini almış polis gücü içine dahil edilmek için uygulanan bu oyunu hepiniz yuttunuz (kene ısırması sonucu ölen polis memuru gibi. Ziraat mezunu polis!). Şimdi hem de para karşılığında insan öldürmeye, avlamaya çıkıyorsunuz. Savunduğunuzu düşündüğünüz toplumla aranızda kocaman bir duvar örüyorsunuz. İncinmiş bir ruh dünyası, kararmış bir vicdan duvarını kendi ellerinizle örüyorsunuz.
Aslında size göre karlı bir iş bu. Hem bozulmuş psikolojinizi düzeltecek, hem toplumda aşılanan linç havasına denk yaşayacak hem de buna rağmen para kazanacaksınız.
Toplumu koruduğunuzu söylüyorsunuz ama o toplumun umurunda bile olmayacak kayıt dışı insanlar topluluğusunuz. Korumaya, kollamaya yemin ettiğiniz devlet sizi insanlığınızdan ederken bunun farkında bile değilsiniz. Bir bayrağa sarılı tabut sizi bekleyen en olumlu seçenek.
Değer mi buna?
Gözü kapalı atlayacağınıza durun da düşünün. Yaşamınız değerli mi gerçekten? Doğru ve yanlışı birbirinden ayırabiliyor musunuz? Yaptığınız tercihin sizi götüreceği yere hazırlıklı mısınız? Yaptığınız tercihin sorumluluğunu kaldırabilecek misiniz?
Aman ha, iyi düşünün.
Sonuçta olan ailelerinize, sevenlerinize olacak. Ve bilinçli bir şekilde yükseltilmeye çalışılan ırkçı, faşist hava ile havasını soluduğunuz ülkenizin insanları birbirini boğazlar duruma gelecek. Kazanan sizi işsizliğe iten, sizi cinnet psikolojisine iten, yaşamınızı sizden çalan devlet olacak.
Tablo bu. Güvenmeyebilirsiniz, propaganda yapıyor diyebilirsiniz. Siz bilirsiniz. İnanın hiçbir şeyi kaybetmekten korkmayan insanların en yapmayacakları şey yalan söylemektir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Polislere açık çağrıda bulunuyoruz; ülkemizi terk edin, aksi taktirde başınıza geleceklerin tümünde siz kendiniz sorumlu olacaksınız.
Geçmiş yazılarımızın birkaçında Japonların:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” bağışlamam diye söylediklerini çokça dile getirmiştik.
Yukarıda dile getirilen bu söz polisleri çok sevdikleri için dile getirilmemiştir. Büyük kirli çıkarlarını savunmak için oluşturdukları bu özel savunma gücü egemenlerin, iktidarların, sömürgecilerin, hırsızların, tahakkümcülerin, hiyerarşik yapıların olmazsa olmaz kurumlarından bir tanesi olduğu için devletin göz bebekleri olarak korunmuşlar ve böyle sözleri polisler için sarf etmişlerdir.
Devlet dedikleri insanın kanı üzerinde şekillenen aygıtın en güçlü savunucu bekçileri-geçmişte bunlara hangi isim takılmış olursa olsun-polislerdir. Denilecek ki ordularda vardır. Elbette ordularda vardır. Bu ordular hem içe hem de dışa karşı bu sömürge, kan emmici ve insan emeğini çalan aygıtı korumak için oluşturulmuşlardır. Ve de başka halkların değerlerini gaspı için de bu vurucu ordu güçleri oluşturulmuşlardır. “Şiddet araçlarının kullanımının örgütlü hale gelmesine ordu diyoruz. Devleti ordu etrafında örgütlenmiş bir kurumlaşma olarak görmek daha doğrudur. Devletleri bir iç savaş kurumu olarak kabul etmek lazım” diyor bir yoldaşımız. Bu bağlamda devleti sürekli şiddet üreten bir kurum olarak görmek yanlış olmayacaktır. “Örgütlendirilmiş, sistem kazandırılmış haline de savaş diyoruz. Savaş tamamen bir başkasının ürettiği değerlere el koymak için geliştirilen baskı eylemi oluyor. Savaşın iki karakteri net bir biçimde ortaya çıkıyor: Bir; karşıdakini yok etme, imha etme, öldürme, böylece onun değerlerine el koyma, gasp ve talan etme. İki; iradesini kırma, teslim alma, böylece haraca bağlama değerlerinin bir kısmını alma, onu sürekli kendine hizmet ettirecek, artı değer üretecek bir konuma getirme Savaşın kökeninde gasp, sömürü ve talan vardır. Ürettikleri değerleri sömürmek, talan etmek, gasp etmek kadar, değer üreten, emek gücünü, varlığını gasp etme, teslim etmeyi de ifade ediyor.” Savaşı böyle tanımlamak her halde yanlış olmayacaktır.
Savaşla, şiddetle, baskıyla, zorla, cebren elde edilen bu değerleri daha doğrusu bu gaspı ve talanı koruyan, kollayan, egemenlerce oluşturulmuş olan bu kurumlaşmış yapı polis gücüdür. Her şeyi af edebileceğini ancak; “polisime el kaldıranı asla” etmem sözü böyle anlam kazanan bir sözdür.
Özcesi polisler kirle, kanla, zulümle, insan ölümleri üzerinde oluşturulmuş bir yapının bekçiliği yapan kurumsal bir yapıyı teşkil ediyorlar. Her polis bunu bilerek polislik yapacaktır. Her polis bunun farkında olarak bu “kirli baskı düzenini koruma görevini” yapacaktır.
Bu “kirli baskı düzenini koruma görevi” Kürdistan’da başka ülkelerde icra edildiği gibi zaten yürütülmüyor. Başka ülkelerde daha doğrusu devletlerde bu polis gücü iktidarları, egemenleri ve onların değerlerini korumakla görevli olduğunu yukarıda yazdıklarımızdan anlaşılıyordur. Ancak Kürdistan’da polis bu kirli çıkarları beklemenin ve kollamanın da ötesinde başka görevler üstlenmiştir. Kürdistan’da polislik yapan güç ve güçler öncelikli olarak bir halkın kimliğini eritmenin, kişiliklerini rencide etmenin, onurlarını çiğnemenin de güçleridirler. Polisin bu bakımdan Kürdistan’da öncelikli olarak ilk görevi bir halkı iğdişleştirmenin yani sindirmenin, ürkütmenin, kişiliksizleştirmenin ve de ruhen çökertmenin de adı oluyor. Bu mana da başka devletlerden çok daha ileri düzeyde halkları hiçleştirmenin gücü rolünü oynuyorlar.
Böylesi bir güç Kürdistan’da kabul göremez. Böylesi bir güç ezen ve sömüren iktidarcı güçler için resmi ve hatta hukuki olabilir ama Kürdistan halkı için bu güç gayri meşrudur. Kendi varlığına kasteden bir güç asla ama asla kabul göremez.
İşte Kürdistan’da görev yapacak polisler birde bunu bilerek Kürdistan’da polislik yapacaklardır. Bu bilinçle polislik yapacaklara söyleyeceklerimiz yoktur. Bu türden olanlar zaten faşist, tekelci, tekçi bir devletin bekçi k’leridirler. Ne var ki bunun bilincinde olmadan Kürdistan’a para için, “vatanseverlik” için ya da başka bir amaç uğruna gelenleri uyarıyoruz.
Kürdistan’a gelmeyin.
Kürdistan’da görev yapmayın.
Kürdistan’ı terk edin.
Kürdistan’a tayininizi yapmayın ya da bu görevden ayrılın.
Yok mutlaka Kürdistan’da yaşamak istiyorsanız polislikten istifa edin. Halkımıza zulüm etmemek için bu işe bulaşmayın.
Son zamanlarda polislere özel yöneldiğimizi söyleyenler var. Kendilerini akıllı bilen kimi emniyetçi polis gazetecilerde güya “artık polislere yöneleceğimizin” öngörüsünü yaparak ne kadar analist olduklarını söylüyorlar. Böyle analizcilere ihtiyaç yoktur. Biz alenen, açıkça, herkesin duyacağı bir şekilde söylüyoruz: polisler ülkemizi terk edin. Aksi taktirde olacaklarda, yaşanacaklarda kendiniz sorumlu olacaksınız.
Şimdiye kadar hedef alınan polis eylemleri sadece uyarı amaçlı yapılan eylemlerdi. Bundan böyle uyarmayacağız. Bundan böyle uyarılarımızı sadece ve sadece pratikleştireceğiz. Gerilla söylediğini yerine getiren bir güç olarak söylediklerine bağlı kalacağına inanın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk hemen adını koydu: Kimyasal Necdet! Kürtler bu konuda oldukça yaratıcı. Çok acı örnekler yaşamışlar çünkü. Örneğin Halepçe’yi yaşamışlar. Kimyasal gazla beş bin evlatlarını kaybetmişler. Saddam Hüseyin’in kuzeni Kimyasal Ali’yi tanımışlar.
Şimdi yeni Genelkurmay Başkanı yapılan Necdet Özel’in geçmişini öğrenince hemen Kimyasal Ali’yi hatırlıyorlar. Başta Roj TV olmak üzere bazı basın organları ay başından beri Necdet Özel’in marifetlerini anlatıyor. Cudi’de, Muş’ta, Hakkari’de neler yaptığını ortaya koyuyor. Nasıl kimyasal gaz kullandığını ve ne kadar insanı öldürdüğünü belgeliyor. Bu durum yani Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in çıktığı kürsüde neden özellikle “Hukuk içinde savaştım” vurgusunu yapmaya ihtiyaç duyduğunu da anlaşılır kılıyor.
Necdet Özel gerçeği konusunda aydınlanan halkta infial duyguları gittikçe yayılıyor. Kürtler Kimyasal Ali’den kurtulduklarını sanırken meğer Kimyasal Necdet’le de karşı karşıya geliyorlarmış! Birine zorla bıraktırılan mesleği bu kez diğeri devralıyormuş. Elbette bunu öğrenmek halkı öfkelendiriyor. Bu öfkenin nereye varacağı da henüz bilinmiyor.
Ülkemizde bir kişinin Genelkurmay Başkanı olurken böyle halk tepkisiyle karşılanması herhalde ilk kez yaşanıyor. Şimdiye kadar hep övgü dolu veya ihtiyatlı sözler sarf edilirdi. Paşa’da çoğunlukla olmayan bazı önemli meziyetler bulunmaya çalışılırdı. Fakat şimdi olumsuz özellikler bir bir ortaya konuyor. İlk defa bir genelkurmay başkanı böyle eleştiriliyor.
Bu duruma bakarak insan “Ülkemizde iyi şeylerin olduğunu, demokrasinin geliştiğin, genelkurmay başkanının bile açıkça eleştirildiğini” söyleyebilir. Nitekim böyle değerlendiren, mevcut durumu “Askeri vesayetin aşılması” olarak görenler de var. Fakat Necdet Özel’in şimdiye kadar yaptıklarına bakınca insan bu görüşlere katılamıyor. Toplumda “kendini savunacak bir kişi” değil, “kendini düşman gören bir kişi” algısı gittikçe yayılıyor.
O halde gerçek böyleyken böyle bir kişi neden Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirildi? Şimdi herkes bu soruyu soruyor ve cevabını anlamaya çalışıyor. Sorunun muhatabı olan hükümetten ise, şimdiye kadar tatmin edici herhangi bir yanıt gelmemiş bulunuyor. Bu da mevcut soruyu daha yakıcı kılıyor. Öyle ya, orduda başka general mi yoktu? Neden Necdet Özel tercih edildi? Toplumun başına nasıl bir askeri yönetim getirildi? Benzer soruların hepsi AKP hükümeti tarafından cevaplandırılmayı bekliyor.
Bunlara bir de Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirilmesinin normal yollarla olmadığını eklememiz lazım. 2010 Ağustosunda çatışmalı geçen Yüksek Askeri Şura toplantısında son anda Jandarma Genel Komutanı yapılmıştı. Şimdi Kara kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirken, bir anda paraşütle atlar gibi Genelkurmay Başkanı oluverdi. Daha görevde iki yılı bulunan eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve diğer kuvvet komutanlarının toplu istifası sonucunda bu durum gerçekleşti.
Şimdi haklı olarak herkes şunları soruyor: Ordunun içinde ve üst yönetiminde ne oluyor? Birbiriyle kavgalı olduğu bilinen ordu-hükümet arasındaki ilişkiler nasıl seyrediyor? Işık Koşaner ve diğerleri neden böyle toplu bir şekilde istifa etti? Necdet Özel niye istifa etmedi de Genelkurmay Başkanı oldu? Bunu generaller mi istedi, yoksa hükümet mi?
Benzer sorular daha da çoğaltılabilir. Çok soru sormak da normaldir. Çünkü, çoğu ordu mensubu olan “Ergenekon davası” adında toplu bir yargılama yapılıyor. Yine çok sayıda başarısız kalmış darbe girişimlerine dair yargılamalar var. Emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları, generaller tutuklu. Dahası halâ görev başında olan bir çok general ve subay da tutuklanmış durumda. Kısaca olağan normal bir durum yok. Son derece olağanüstü ve çatışmalı bir süreç yaşanıyor. Necdet Özel işte böyle çatışmalı bir süreç içinden sıyrılarak Genelkurmay Başkanı oluyor.
Yakın tarihimizde benzer olaylar var mı? Anlatıldığına göre Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olması buna benziyor. Kenan Evren Ege Ordu Komutanı olarak emekliliğini beklerken, genelkurmay ile hükümet arsındaki çelişkiler sonucunda diğer aday generaller peş peşe emekli olunca, Kenan Evren birden bire kendini Kara Kuvvetleri Komutanlığında buluyor. Sonrası da malum! Ardından Genelkurmay Başkanlığı, onun ardından da cunta şefliği geliyor. Belliki böyle tırmanışlar tehlikeli oluyor. Çünkü, sahibi “Ne oldum delisi” hastalığına tutuluyor.
Bir başka benzer olay da Doğan Güreş’in genelkurmay başkanı oluşudur. O da 1990 başında dönemin genelkurmay başkanı Necip Toruntay istifa edince genelkurmay başkanı olmuştu. Yani Necdet Özel’inkine çok benziyor. Körfez krizinde genelkurmay ile Cumhurbaşkanlığı görüş ayrılığına düşünce Necip Toruntay istifa etmişti! Tabi bu, resmi açıklamaydı. Gayrı resmi görüşler ise, Doğan Güreş’in önünü açmak için planlı bir girişim olduğu yönündeydi. Yüksek Askeri Şura’ya kalsa Doğan Güreş genelkurmay başkanı yapılmayabilirdi. Buna da bir tür yumuşak darbe diyenler oldu. Bunun da sonucu malum! Kendini “kurtarıcı” yapan Doğan Güreş, hükümeti denetime alarak topyekûn savaş konsepti temelinde ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birini yürüttü.
Kuşkusuz Necdet Özel de böyle yapar demiyoruz. Dahası elbette bunlar gibi yapmasını istemiyoruz. Fakat hamhayalci de olmamız gerekiyor. Besbelliki, Necdet Özel’in geçmişi kirli. Hem de savaş suçlusu sayılabilecek kadar kirli. Nitekim Avrupa’dan bu yönlü sesler yükseliyor. Genelkurmay Başkanlığına gelişi Kenan Evren ile Doğan Güreş’inkine benziyor. Kenan Evren ile Doğan Güreş’in yaptıkları da ortada. Toplum bu iki kişinin kirlettiği tarihi nasıl temizleyeceğinin arayışı içinde. Böyle bir ortamda yeni bir tarih kirletici olmasın diyoruz. Sütten ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyiyoruz. Ülke ve toplumun yeni bir Evren veya Güreş’i kaldırması mümkün değil!
Geçen yıldan beri bir çok general emekli edilirken Necdet Özel Genelkurmay Başkanı yapıldığına göre, burada bir seçimin ve tercihin olduğu açık. Doğan Güreş örneğinde olduğu gibi ordu içinden mi yapıldı bu? Yoksa AKP hükümetinin tercihi mi bu yönlü oldu? Bunu şimdilik bilemiyoruz. Fakat sonunda hükümet kararnamesiyle Necdet Özel görevlendirildiğine göre, o halde sorumlu hükümettir, hükümet tercih etmiş ve benimsemiştir. Dolayısıyla Necdet Özel’in yapacağı her şeyden AKP hükümeti sorumlu olacaktır.
AKP hükümeti, o kadar general içinden niye Necdet Özel’i tercih etti. Kimyasal silah kullanacak kadar gözükara ve tehlikeli bir kişi olduğunu bilmiyor muydu? Elbetteki biliyordu ve her şeyi bilerek yaptı. AKP toplumun hissiyatını ve Kürtlerin kaygısını hiçe saydı. AKP bu biçimde hukuku da hiçe saydı. Her şeyiyle savaştan yana, hem de kirli savaştan yana tutum koydu. Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan, çağrı yaptığı özel harekatçıları, kendisi eski bir kontrgerillacı olan Necdet Özel yönetiminde eğitip harekete geçirmeyi düşünüyor.
Nereden bakılırsa bakılsın Usta Tayyip’in yönetiminde ülkemiz bir felâketin içine sürükleniyor. Bu tehlikeli gidişe “Dur” diyenler olmayacak mı?!..
Adil BAYRAM
- Ayrıntılar
Geçtiğimiz hafta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü yine yaptırılmadı. Böyle kritik bir süreçte siyasal tutum olduğu netçe görülen bir şekilde bu görüşmenin engellenmiş olması elbette önemlidir. Bu önem Kürt Halk Önderi’nin durumundan çok Türkiye siyaseti açısından geçerlidir. Çünkü Önder Abdullah Öcalan şimdiye kadar barışçıl çözüm için mevcut koşullarda yapabileceğinin hepsini yapmıştır, hem de fazlasıyla yapmıştır. Bu nedenle de en son görüşmede avukatlarına “Görüşe gelmeyebilirsiniz” demiştir.
Bu açıdan, dikkat edilirse avukat görüşünün engellenmesinin Kürt Halk Önderi açısından ciddi bir önemi ve etkisi yoktur. Fakat Türkiye siyaseti açısından önemi çoktur. Türkiye’nin bir demokrasi ve hukuk devleti olduğunu söyleyenleri yalanlayan somut bir kanıttır. Dahası İmralı sisteminin nasıl bir rehine sistemi olduğunu da gösteren açık bir olaydır. Çünkü “Demokratik Çözüm” ve “Adil Barış” protokollerini hazırlayıp sunan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu temelde sürecin ilerletilememesi nedeniyle hem PKK’yi hem de devleti eleştirmiş, son avukat görüşmesinde “Bu koşullarda artık yapabileceği bir şeyin kalmadığını” belirtmiştir. Hükümet tarafından avukat görüşünün engellenmesi işte bu tutuma bir cevap olmaktadır. Açıkça Kürt Halk Önderi’ne yönelik “Barış için değil, PKK’nin tasfiyesi için çalışacaksın” baskısı yapılmaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hukuk gereği olan avukat görüşünün siyasi bir kararla engellendiği aynı hafta içinde oldukça dikkat çekici başka bir olay daha yaşanmıştır. Kürdistan’da reformist-teslimiyetçi çizginin kuramcısı olarak tanınan Kemal Burkay, yani başka bir Kürt Lider otuzbir yıldır yaşadığı İsveç’ten Türkiye’ye dönmüştür. Elbette bu dönüş bir bakıma normal görülebilir ve “Bunda ne var” denilebilir. Fakat bu dönüş öyle normal ve kendiliğinden bir dönüş değildir. Bir yıl önce bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çağrısı ve yardımcısı Bülent Arınç’ın özel çabası sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Burakay’ı İstanbul hava alanında Vali yardımcısı karşılamış, polis tarafından sıkı korunan bir otele yerleştirilmiş, kendisine emniyet tarafından özel bir güvenlik tahsis edilmiştir. Dahası bir düzen içinde özel kabuller yaptırılmakta, stüdyo stüdyo dolaştırılıp TV ekranlarında canlı özel yayınlara çıkartılmaktadır.
Bütün bunları görünce insanın “Devletin ve basının Kemal Burkay aşkı ne kadar da fazlaymış” diyesi geliyor. Ama elbette gerçek böyle değil, ortada Kemal Burkay aşkı falan yok. Eğer olsaydı otuzbir yıldır sürgünde sürünmek zorunda kalmazdı. Peki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşünün bile engellendiği hafta devleti ve hükümeti Kemal Burkay ile bu denli birleştiren şey ne? İşte bunu sağlayan iki husus var: Birincisi AKP hükümetinin yeni stratejisi, ikincisi ise âdeta bir kuyruk acısı haline gelmiş olan PKK karşıtlığı! İşte görünüşte aşk düzeyinde olan bu birlikteliği sağlayan şeyler bunlar.
Kim ne derse desin, Türkiye ve Kürdistan’da devlette ve bazı çevreler içinde ciddi bir Apo ve PKK karşıtlığı var. Öyleki bu karşıtlık bazen akıl sınırlarını da zorlayan ve ideolojik-politik farklılığı tümden aşan bir noktaya varıyor. Hikâyedeki kuyruk acısı gibi yani! Yeminli bir düşmanlık gibi yaşanıyor. Her şeyi ile reddetme olarak ortaya çıkıyor. Üslûpta çoğunlukla küfür ve hakarete varıyor. Birbiriyle en düşman ve kavgalı olanları bile birleştiriyor. Örneğin son Kandil saldırısında İran ile ABD’nin aynı cephede yer alması gibi!
Kemal Burkay’ın geliştirdiği ideolojik-politik çizginin temel bir özelliği de böyle. Zaman zaman bu özelliği giderici tutumlar içine girmeye çalışsa da, bir bütün olarak kendini bundan kurtarabilmiş değil. Herkes biliyor ki, PKK’ye ilk olarak “Terörist” diyen Kemal Burakay’dır. Bu tutumu Türkiye’nin özel savaş yönetimlerine önemli destek sağladığı gibi, uluslararası alanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin “Terörist” olarak nitelenmesinde de âdeta yol gösterici olmuştur. Bu nedenle, eğer yeninden başlayacaksa Kemal Burakay’ın bu tür konularda özeleştiri yapma borcu vardır.
Belliki “PKK karşıtlığı” hastalığına tutulmuş olanlardan biri de AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. Bu bir kompleks gibi bir şeydir. Elbette bunun kaynağı Kürtlere ve Kürdistan’a dayatılan soykırım ve sömürgeciliktir. Kendisini Kürt soykırımından sorumlu gören herkeste bu hastalık bir biçimde vardır. Örneğini TC Devleti böyle bir hastalık kompleksle muzdariptir. Şoven Türk milliyetçiği de özü itibarîyle böyledir. Öyle anlaşılıyor ki, devletle bütünleştikçe ve devletleştikçe AKP ve Tayyip Erdoğan da aynı hastalıkla bulaşık hale geliyor. Bugün AKP siyasetini tümüyle PKK karşıtlığı belirliyor. PKK’ye karşı olan neyse onu yapıyor, kim PKK’ye karşıysa onunla birleşiyor. Geçmişte PKK’ye karşı savaşan özel savaş hükümetleri gibi yani. Günümüzde AKP ile Kemal Burkay’ı birleştiren de işte bu hastalık oluyor. Kemal Burkay ne derse desin, devletin ve AKP hükümetinin yaklaşımı kesinlikle böyledir. Eğer Kemal Burkay böyle olmasını istemiyorsa, o zaman bu gerçeği görerek buna karşı mücadele eder.
AKP hükümetinin yeni stratejisine gelince, aslında ortada yeni bir strateji de yok. AKP 2009 Mayısında ortaya attığı “Açılım” oyununu devam ettirmeye çalışıyor. Neydi bu oyunun temel özelliği? İçi boş demokratikleşme söylemiyle âlemi aldatmak ve beklenti yaratmak, hukuku ve silahı kullanarak başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere tüm gerçek demokrasi hareketin tasfiye etmek! İşte gerçek AKP stratejisi budur. Baştan beri olduğu gibi, özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden bu yana bu stratejiyi uyguluyor. İki yılı aşkın süredir uygulanan bu stratejinin sonuçları da ortada.
AKP hükümeti şimdi de bu stratejiyi daha da derinleştirerek uygulamaya çalışıyor. İkinci komplo düzeyindeki yeni saldırı planı da bu çerçevededir. ABD ve AB ile bu çerçevede anlaşmıştır. İran, Suriye ve Irak siyasetlerini buna göre yürütmektedir. KDP ve YNK ile ilişkilerini buna göre düzenlemektedir. İşte Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönüşünü âdeta devlet töreniyle karşılarken, 12 Haziran seçimi öncesi oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu bölmeye çalışması da bu amaçladır. TSK karargahındaki dizayn ile yeni “Özel Harekat Birlikleri” örgütleme çabası da bunun bir parçasıdır.
AKP’nin yeni politik planı netleşmiştir. Siyasî ve askeri operasyonları en üst düzeyde yoğunlaştırmaya çalışmaktadır. Zaten siyasî soykırım operasyonları devam etmektedir. İran ve YNK ile anlaşarak Kandil üzerinden PKK’ye yönelik bir stratejik askeri saldırı başlatmıştır. Ramazan’dan sonra da Behdinan’a, Medya Savunma Alanlarına yönelik daha kapsamlı bir askeri saldırı yapacaktır. Yeni genelkurmay ve özel harekât ordusu bunun hazırlığıdır. İşte Kürt soykırımını gerçekleştirmek için böyle topyekûn bir stratejik saldırı yaparken, Kemal Burkay ve benzerlerini de iç ve dış kamuoyunu aldatmak için bir vitrin olarak kullanmak istemektedir. “Biz Kürtlere değil, teröre karşıyız” demek istemektedir. Şiddetle ezilen Kürtlerin Kemal Burkay etrafında toplanmasını planlamaktadır. Taki PKK yok edildikten sonra da sıra Kemal Burkay’a gelecektir.
Kemal Burkay bütün bunlara karşı olduğunu söyleyebilir. Devlet ve hükümetle herhangi bir anlaşmasının olmadığını belirtebilir. Nitekim bunları ifade de ediyor. Kemal Burkay’ın niyet ve hesaplarında bunlar olmayabilir. Zaten biz de olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat devlet ve AKP gerçeği de böyle, belirttiğimiz gibidir. Kemal Burkay’ın niyet ve hesapları dışında böyledir. Eğer gerçekten hükümetle bir anlaşması yoksa, o halde hükümetin bu gerçeğini görmeli ve bu yaştan sonra da hata yapmamalıdır, AKP’nin sinsice geliştirdiği soykırıma alet olmamalıdır. Hatta mümkünse oluşmuş Kürt demokratik birliğine katılarak, AKP’nin bu oyunlarının bozulmasına katkı sunmalıdır.
Halk açısından da şunları belirtelim: Kim ne derse desin, son derece kritik bir sürece girmiş durumdayız. AKP’nin niyet ve planları tehlikelidir. Yeni bir uluslararası komplo saldırısı başlamıştır. Herkes bu gerçeği iyi görmeli ve bu tehlikeli AKP saldırı ve oyunlarına karşı uyanık olarak gereken direnişi göstermelidir. Kürt halkının geleceğini ve özgürlüğünü bu kutsal direniş belirleyecektir!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Kürt Özgürlük Hareketini imha ve tasfiye etme amacıyla geliştirilen siyasi ve askeri operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. AKP hükümeti hem içte hem de dışta bu amacı gerçekleştirmek için çok çeşitli ittifaklar geliştirmekte, çeşitli siyasi hamleler yapmakta, askeri alanda ise yeni bir sistem geliştirmek için çaba harcamaktadır.
12 Haziran seçimlerinde istediği başarıyı elde edemeyen AKP, şimdi kendi hegemonik iktidarını sağlamlaştırmak için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. Bir yandan sistem içini dizayn etmekte, diğer yandan ise Kürt Özgürlük Hareketine yönelik geniş bir ittifak oluşturmaktadır.
Kürt sorununun demokratik siyasi mücadele temelinde çözümü için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile devlet arasında süren görüşmelerden herkes haberdar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürt sorununun çözümü için devlete üç protokol sunduğunu, bu protokollerin KCK tarafından da onaylandığını ve artık cevap vermesi gerekenin devlet olduğunu, avukatlarıyla yaptığı haftalık görüşmesinde dile getirmişti. Bu protokollerin devlet tarafından dikkate alınması gerektiğini, aksi takdirde kendisinin yapacak bir şeyinin kalmayacağını vurgulamıştı.
Fakat ilerleyen süreçlerde görüldü ki, devlet tarafından görevlendirilen ve Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşen heyetin amacı, Kürt hareketini oyalamak, PKK hareketini ve Kürt halkını önderliğinden koparmak ve aralarında çelişki yaratarak hareketi parçalamak olduğu ortaya çıktı. Çünkü Abdullah Öcalan çözüm için çok makul öneriler sunduğunu ve bu önerilerin mutlaka dikkate alınması gerektiğini belirtmişti.
Buna rağmen devlet ve hükümet kanadından bir cevap verilmedi. AKP’nin niyetinin Kürt sorununa siyasi çözüm bulmak değil; tam tersine, hem siyasi alanda Kürt hareketini oyalamak, çeşitli hukuki ve siyasi oyunlarla üzerine gidip zayıflatmak, hem de gerillaya yönelik kapsamlı bir operasyon geliştirmek için hazırlık yapmak olduğu anlaşıldı.
AKP’nin bu oyunlarına karşı siyasi hamle ya da cevap 14 Temmuz günü Amed’de DTK tarafından demokratik özerklik ilanıyla geldi. Bu hem AKP’nin siyasi oyunlarına karşı bir cevap oldu, hem de çokça bahsedilen yeni anayasanın içerisinde yer alması gereken hususların demokratik özerklik projesini de kapsaması gerektiğini ortaya koydu. Dolayısıyla Türkiye'de yeni bir anayasanın meşru olabilmesi için mutlaka demokratik özerklik kriterlerini kapsaması gerektiğini AKP’ye dayatmış oldu.
Elbette ki böyle bir durum AKP’yi çok zorladı. Bir anlamda var olan siyasi hesaplarını altüst etti. Artık Kürtleri oyalamanın mümkün olmadığını, Kürt sorununun ya demokratik yollarla ya da savaş temelinde mutlaka çözülmesi gerektiğini ve bundan kaçamayacağını gördü. İşte 14 Temmuz günü Tayyip Erdoğan’ın “yeni stratejiler gelişecek” dediği husus buradan kaynaklandı.
Siyasi alanda yaşananlar bunlar olurken, bir de işin askeri boyutunda yaşananlar var.
Gerçektende TSK’nın içinde bulunduğu şu anki durum içler acısı. Yani Türkiye cumhuriyeti devletinin o şanlı ordusunun bu hallere düşeceğini kim hayal edebilirdi ki? Anlı şanlı ordusuyla övünen Türkler, şimdi o ordusundan utanç duyar hale getirildi. Ergenekon Davası, Balyoz Davası adı altında yürütülen davalarla ordu bu hale düşürüldü. Bunu da yapan yine AKP iktidarı oldu. 2002’yılından beri ordu ile PKK çatışmasından rant elde ederek güçlenen AKP, şimdi son bir hamleyle Türk ordu kademesinde kendisine karşı olanları uzaklaştırarak, kendisine bağlı yeni bir ordu yönetim kademesi oluşturdu.
Ancak orduya yönelik Ergenekon, vb. davalar adı altında yürütülen bu operasyonların gerçek nedeni daha başka olmaktadır. Şunu hiç unutmamak gerekir: Eğer PKK hareketi Türk devleti karşısında bu kadar mücadele etmeseydi, bu orduyu bu kadar zorlamasaydı, ne AKP’nin, ne Tayyip Erdoğan’ın, ne de AKP’nin tek bir üyesinin orduya laf söylemeye ne gücü yeterdi, ne buna yeltenebilirdi. Şimdi görünürde AKP ile ordu arasında bir çatışma varmış gibi gözükse de, aslında yapılan şey, PKK karşısında başarısız kalmış olan ordunun o üyelerinin bir biçimde tasfiye edilmesi ve yargılanması olmaktadır. Türk ordusu PKK karşısında başarısız kaldı ve bu ordunun başarısız olan komuta kademesi hesabını veriyor. Yoksa öyle çokça söylendiği gibi, ne AKP askeri vesayeti ortadan kaldırıyor, ne ortada bir demokratikleşme olduğundan ordunu gücü sınırlandırılıyor, ne de AKP’nin gücü ve kudretiyle bu işler yapılıyor.
Dikkat edilirse, Ergenekon davasında yargılanan o komutanların hepsinin PKK karşısında oldukça kararlı bir biçimde mücadele ettikleri, her türlü çabayı harcadıkları, fakat tüm bunlara rağmen başarı elde edemedikleri görülecektir. Bu kişilerin büyük bir çoğunluğu PKK'nin askeri yöntemlerle imha ve tasfiye edilemeyeceğini kendi pratikleriyle yaşayan ve buna inanan kişiler olduğu görülecektir. Eğer bu kişiler PKK'yi tasfiye etmeyi başarmış olsalardı, şimdi Silivri cezaevinde değil, devletin önemli kademelerinde yer alacaklardı. Ulusal kahraman olarak tanıtılacaklardı.
Bu nedenle son olarak dört komutanının istifasını AKP iktidarının bir başarısı, demokratikleşmede büyük bir adım olarak görmek, bunu böyle anlamak ve bu biçimde propaganda etmek en hafif deyimle karşıdakini ahmak yerine koymak olur. Bu istifaların nedenleri farklı yerde aranmalıdır.
Her şeyden önce, AKP hükümeti ordu-PKK çatışmasından nemalanarak bugüne kadar geldi. En son olarak PKK'ye karşı bir sınır ötesi operasyonu yapma görevini ordunun önüne koydu. Fakat var olan komuta kademesi bunu kabul etmedi. Çünkü PKK ile savaştıkça hem kendi gücü zayıflamaktaydı, hem yaşanan yenilgilerden dolayı fatura kendisine yazılmaktaydı, hem de bu başarısızlık durumu AKP tarafından kendisine karşı kullanılarak, toplum nezdinde ordunun itibarı zedelenmekteydi. İşte kuvvet komutanları bunu gördüklerinden, bu oyuna girmeyi reddettiler. Hem PKK karşısında başarılı olamayacaklarını gördüklerinden, artık PKK'yi operasyonlarla imha ve tasfiye edemeyeceklerini bildiklerinden, hem de AKP’nin daha fazla kendi üzerlerinden güç kazanmasına fırsat vermemek için bu konumlarını terk ettiler.
Aslında ordunun komuta kademesindeki bu istifalarla AKP kendisi önünde engel olabilecek bir güç bırakmamıştır. Her şey onun omuzlarına yüklenmiş olmaktadır. Bu nedenle kendi önünde engel olarak gösterdiği ordu, artık AKP iktidarı önünde bir engel değildir. Tam tersine AKP tarafından yeniden örgütlendirilmeye müsait bir konum arz etmektedir. Dolayısıyla tüm yetkiler AKP ya da Tayyip Erdoğan’ın eline geçmiş bulunmaktadır. Şimdi yaşanacak tüm gelişmelerden artık birinci dereceden sorumlu olacak kişi Tayyip Erdoğan’dır. Yine PKK’ye karşı mücadelede yaşanacak bir başarıdan da, başarısızlıktan da birinci dereceden sorumlu kişi yine Tayyip Erdoğan olacaktır. Kısacası artık sığınacak bir gerekçe kalmadı. Şimdi sıra Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa bir çözüm bulmaya gelmiştir.
Bu konuda Tayyip Erdoğan’ın bir planı var mı diye çokça tartışmalar yapıldı. Birçok kişi seçim sonrası temel gündemin anayasa çalışması olacağını, bu temelde Türkiye'nin sorunlarına demokratik siyasi mücadeleyle çözüm bulunacağına inanıyor ve bunu dillendiriyorlardı. Meclis çözüm yeri olacak, tüm sorunlar burda çözülecek, Kürt sorunu da yine diyalog yöntemiyle anayasal temelde çözüme kavuşacaktı.
Fakat temenniler ile gerçeklik bir ve aynı şey değil. İstemek ayrıdır, yapılan ayrı olmaktadır. 14 Temmuz tarihinde DTK’nin ilan ettiği demokratik özerklik, Kürt tarafının Kürt sorununun çözüm projesini ortaya koymasının ilanı oldu. Yani Kürtler, biz demokratik siyasal alanda mücadele edeceğiz, anayasal çalışmalara katılacağız, bu temelde mecliste sorunlarımızı gündeme getireceğiz, dediler. Demokratik özerklik projesi Kürtlerin çözüm projesiydi ve Türkiye devletine, kamuoyuna bu biçimde deklare de edildi. Amaç bu proje üzerinde Kürt sorununu ciddi temellere dayalı olarak gündeme almak, tartışmak ve bir çözüm yaratmaktı.
Fakat Tayyip Erdoğan’ın buna verdiği cevap “yeni stratejiler gelişecek” oldu. Bu stratejinin ne olduğu ise 15 Temmuz günü İran ordusunun Kandil’e operasyonuyla anlaşıldı. İran operasyonunun Türkiye-İran ittifakı temelinde yapıldığı, bunun içinde Irak devletinin bizzat, YNK ve KDP’nin de kısmi olarak içinde yer aldığı, esas olarak da ABD tarafından bu operasyona onay verildiği birçok yerde yazıldı, bazı belgelerle de bu ittifak açıkça ortaya konuldu.
Bu ittifakın içeriğine bakıldığında, 1998 yılında başlatılan ve 1999 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kenya’da kaçırılarak Türkiye'ye teslim edilerek bir aşamaya getirilen uluslararası komploya çok benzediği görülmektedir. Anlaşılan o ki, Kürtlerin inkâr ve imha edilmesi için geliştirilen bu komplonun başarısız kılınması ardından, bu sefer ikinci bir uluslararası komplo bu biçimde devreye sokulmuş bulunmaktadır.
Uluslararası komploda hedef; Kürt Özgürlük Hareketini, PKK'yi önderliğinden koparmak, önderliğini imha etme temelinde PKK'yi tasfiye etmek ve Kürtlerin imhasını tamamlamaktı. Bu temelde birinci dereceden hedef hareketin komuta gücü olan Abdullah Öcalan oldu. Eğer PKK önderliksiz bırakılırsa fazla dayanamaz ve dağılır biçiminde hesaplar yapıldı ve bu temelde bir yönelime girildi.
Şimdi de Kandil’e yapılan İran operasyonun hedefi de benzer olmaktadır. PKK Hareketi’nin yönetim kademesi Kandil’de bulunuyor denilerek öncelikle oraya saldırı yapıldı ve burası ele geçirilmek istendi. Burası ele geçirilir ve PKK yönetimi, komutası imha edilirse, geriye kalan gerilla gücünü imha etmek kolay olacak ve böylece PKK'ye büyük bir darbe vurulmuş olacak. Şimdiki hesap budur. Bu hesap veya plan AKP çevresinde, ona yakın medyada çokça işlenmekteydi. Özellikle bu çevrenin Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanları’na yönelik yaptığı askeri operasyonun bir benzerinin Türk devleti tarafından PKK'ye yönelik yapılması gerektiği hususunda yaptıkları yayınları bilmeyen kalmadı. Dolayısıyla Kandil saldırısı böylesi bir planın ilk aşaması olmakta ve bunun devamı da ilerleyen zamanda hayata geçirilmeye çalışılacaktır.
Buradan bakıldığında böylesi bir sonuç ortaya çıkıyor: AKP hükümeti Kürt sorununun çözümünde demokratik siyasi yöntemleri değil de, savaş yöntemini esas almaya karar verdi ve şimdi bu savaşı 15 Temmuz günü itibariyle Kandil’de başlattı. Bu nedenle artık süreç yeni bir savaş süreci olmaktadır. AKP hükümeti ve Türk devleti Kürtlerin siyasi taleplerine savaşla cevap verdi. Bu savaş ilerleyen zamanda Kandil’den başlamak üzere tüm Medya Savunma Alanlarını kapsayacak ve Kürdistan'ın dört parçasına yayılarak sürecek.
O halde AKP hükümetinin yönlendirdiği günümüz Türkiye siyasetinin temel gündemi de belirlenmiş olmaktadır. Barış gelişecek, demokratik siyasetle sorunlar çözülecek, yeni anayasa temelinde yeni bir Türkiye oluşacak söylemleri artık hikâye olmaktadır. Bu hususların hepsi artık gündemden düştü ve Türkiye gündemi değişti. Türkiye'nin gündemi artık savaş olmaktadır. Demokratik özerklik temelinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlatmış olduğu siyasi hamleye karşılık AKP’nin hamlesi imha ve tasfiye operasyonu olarak gerçekleşti. Bu operasyonun temel hedefi de Sri Lanka devletinin Tamillere karşı yaptığı katliamın bir biçimini PKK'ye karşı gerçekleştirmek olmaktadır.
Evet, Tayyip Erdoğan bir yandan siyasi oyunlarla kendisine rakip olacakları bertaraf ederken, ordu içinde kendisine muhalifleri bir biçimde görevden uzaklaştırarak kendisine yakın isimleri yönetime getirerek devlet içindeki konumunu güçlendirirken, diğer yandan da Kürt Özgürlük Hareketine karşı topyekûn savaş konsepti temelinde büyük bir askeri ve siyasi savaşı başlatmış ve bunu giderek daha da geliştirmenin hazırlıklarını sürdürmektedir.
Türkiye cumhuriyeti devletinin tarihinde Tansu Çiller diye bir kadın başbakan vardı. Bu zat askeri elbiseler giyer, kışlalarda dolaşır, siyasi alanda nutuklar atar, PKK'nin mutlaka kökünün kazınacağından bahseder, ya bitecek ya bitecek naralarıyla Türkiye toplumuna değişik heyecanlar yaşatırdı. Bu kadın başbakanın zamanında 17 bin faili meçhul cinayet işlendi, dört binden fazla köy boşaltıldı, milyonlarca insan köyünden, yurdundan göç ettirildi, Kürtler ve Türkler akla sığmayan acılarla tanıştırıldı, ülkenin coğrafyası, insanı, kardeşlik ruhu tahrifata uğradı. En sonunda ise bu kadının bir CIA ajanı olduğu ve ABD’nin çıkarları temelinde her türlü çalışmayı yürüttüğü ortaya çıktı. Şimdi ise bunun esamisi bile okunmuyor, o dönemler lanetli bir dönem olarak anılıyor.
Ne diyelim, Tayyip Erdoğan’ın performansına bakınca insan Tansu Çilleri hatırlıyor. Bakalım, Tayyip Erdoğan bu hızla nereye kadar gidecek, nerelere doğru yol alacak?!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Karanlık bir geceydi. Sis çökmüştü dağların başına. Ağaçlar bir masalın içinden başlarını uzatmış gibi duruyordu. Renkler birbirine karışmıştı. Bu karışmada bir bütünleşme vardı. Sessizlik hakim olmuştu geceye. Gecenin bu sessizliğinin sesini hepimiz iliklerimize kadar hissediyorduk. Baykuşların geceyi delen sesi ayak seslerimize karışıyordu.
Yürüdüğümüz patikalar usta bir ressamın ince fırça darbeleriyle hesaplanarak bu masalsı orman içinde açılmış gibiydi. Birbirimizin ayak izlerini görmeden ama hissederek ilerliyorduk. Önümüzdeki yol arkadaşlarımızdan birinin rüzgârla burnumuza ulaşan kokusu yolumuzun menzilini belirliyordu. Gecenin kokusu, yürüyüşün kokusu, ağaçların kokusu ve hatta baykuşun kokusu bile bir gece yürüyüşünün temposunu belirliyordu.
On kadın ormanın kuytuluğunda, uçurumların kıyısında ve karanlığın kucağında ilerliyorduk. Sağımıza solumuza bakarak gördüklerimizden çok görmek istediklerimizi bu karanlığın içinden çekip çıkararak ilerliyorduk. Hepsi inci tanesi gibi dizilmiş sırayı bozmadan ilerliyor. Ben en sondayım ve en baştaki arkadaşın “ilerde oturacağız. Kısa bir mola veriyoruz.” sözü geliyor sırayla.
Dört adımdan sonra sırtımı bir taşa dayayarak oturdum. Benden önce yetişenler sırtını çantalarına ve ağaçlara dayayarak oturmuşlardı. Kefiyenin altında gizlice sigarasını yakan arkadaş sırayla avucunun içinde tuttuğu sigarayı dolaştırıyor. Sigara bana ulaşınca içmediğimi hatırlayan arkadan birden elini geri çekiyor.
“ Ben de bırakacağım bunu. Nefesimi kesiyor. Sigarayı eskiden devrimcilikle çok özdeşleştirmişlerdi. Belki bu bende bir özenti yarattı. Ama şimdi bu bağımlılığın devrimcilikle uyuşmadığını daha iyi anlıyorum. Devrimci dediğin tüm alışkanlıklara karşı koymayı bilen ve onlara yenilmeyen kişidir.”
Sonra gülümseyerek:
“sigara içen biri olarak bu kadar teori yapmam pek yerini bulmadı. Değil mi?”
Ona gülümseyerek baktım. Başımı söylediklerini onaylar biçimde salladım.
Benim de eskiden sahip olduğum alışkanlıklarımı ve şu anda da bana hala hâkim olan şeyleri düşündüm. Sessiz bir anlaşma oldu aramızda. O sigarayı hala bırakmamıştı ve ben de hala aşamadığım alışkanlıklarım nedeniyle çok fazla konuşmayı uzatmaktan yana değildik. O, avucuna sakladığı sigarasından son bir nefes alırken öncünün sesini duyduk. Arkadaşı öne çağırdı.
Bense sırtımı taşa yaslayıp gözlerimi gökyüzünde sıralanmış yıldızlara dikerek dağlarda yıldızlara bakmanın güzelliğinin tadını çıkarmaya başladım. Yıldızların parlayıp sönen ışıkların altında gözlerime çöken yorgunluğun beni sarmaya başladığını hissettim. Gözkapaklarım yavaş yavaş kapanırken arkadaşların sesini hayal meyal duyar gibi oldum.
Bana birkaç saniye gibi gelmişti ama saate baktığımda yarım saat geçtiğini anladım. Arkadaşlar gitmişlerdi. Aklıma ilk gelen çok zaman geçmediği için patikadan ilerleyerek onlara ulaşabileceğimdi. Hızla kalkarak yürümeye başladım. Biraz sonra patikalar ayrılmaya başladığında ayak izlerini inceleyerek ilerlemeye çalıştım. Bir süreden sonra ise artık izleri takip edemiyordum. Bu şekilde onları bulamayacağımı anlamıştım. Bir gerilla kuralına göre birbirimizi kaybettiğimiz yerde kalmalıydık ve fark eden arkadaşlar gelip alırlardı. Bu ilk öğrendiğim gerilla kuralı olmasına rağmen ben patikalar içine dalarak kaybolmuştum. Ve eski yerime de dönemiyordum. Etrafıma baktığımda ağaçlar gözümde büyümeye, her kayalık ve karartı ürkütücü bir şekil almaya başladı.
“hayır korkmamalıyım. Silahım yanımda. Arkadaşlar beni mutlaka bulacaktır.” Diye kendimi teselli etmeye çalışırken bir yandan da bu dalgınlığıma ve kuralsızlığıma kızmaya başlamıştım. İçimden bir ses:
“ya geri gelir de beni bulamazlarsa. Ben onlara ulaşamazsam…” diye tedirginliğini dile getiriyordu. Kendimle savaşımım sürerken aklıma askerlerle karşılaşırsam ne yapacağım geldi. Hemen silahımın namlusunda mermi olup olmadığını kontrol ettim. Sonra kendi halime güldüm. Eminim yanımda biri olsaydı o da bu halime gülerdi. Zaten yürüyüşe çıkarken mermiyi önüne vermiştik. Emniyeti açtım ve bulunduğum yerin çok iyi olmadığını düşünerek biraz ilerdeki tepeye doğru tırmanmayı düşündüm. Gerilla için yüksek yerler her zaman güvenlik demekti. Yukarıya doğru tırmanırken sürekli arkadaşların sesini duyar gibi oluyordum. Etrafımda ise ağaçlardan başka bir şey yoktu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Artık yönler iyice karışmaya başlamıştı. En iyisi yukarıda uygun bir yere çıkıp havanın aydınlanmasını beklemekti. Bu araziyi hiç tanımıyordum. Ama hava aydınlanırsa mutlaka birbirimizi bulabilirdik. Bu dağlar bizim yurdumuzdu. Bizim mekânlarımızda kaybolmak uzun vadeli olmazdı. Mutlaka patikalar bizi birbirimize ulaştırırdı.
Kulağıma su sesi geldi. Biraz ilerde bir taşın dibinden çıkan su taşlara çarpa çarpa iniyor ve suyun kokusu bana kadar ulaşıyordu. Ormanda telaşla ilerlerken çok terlemiş ve susamıştım. Suya doğru ilerledim. Boşalmış şaşal şişesini çantamın yan gözünden çıkarıp kaynağa daldırdım. Çantamda biraz limon tuzu ve tuz vardı. Bunları karıştırarak bir gerilla serumu yaptım. Susuzluğuma ve bitkinlikten adım atamayan dizlerime çok iyi geldi. Günlerdir yürüyorduk. Herkes çok yorgundu ama en çok ben yorulmuştum. Çünkü grup içindeki en yeni kişi bendim. Dağlara, yollara ve yolculuklara hala yabancıydım. En azından onlar kadar tecrübeli değildim. Onları düşünürken:
“acaba beni fark etmişler midir? Geri dönüp de beni bulamayınca ne yapmışlardır?” dedim kendi kendime. Onları düşünmek bile içimi ısıtmıştı. Mutlaka beni arıyordular. Onlarsız kalmak ne kadar da zordu. Bu yolları ve karanlıkları defalarca onlarla aşmıştım. Ama böyle bir ıssızlık çökmemişti içime.
Arkadaşlarla naylon altında geçirdiğimiz o yağışlı sonbahar günü geldi aklıma. Hava çok soğuktu. Odun toplamaya ve göreve gidenlerin hepsi sırılsıklam olmuştu. İçerde yakılan çarber etrafında toplanan altı kadın neşeli kahkahalar atarak ve gök gürültüsüne, yağmura aldırmayarak hayatın tadını çıkarıyorlardı. Bir arkadaş korkunç bir gürültüyle çakan şimşek sesine sevinerek:
“bu şimşekten sonra kesin birkaç mantar fırlamıştır yerden. Yarın erkenden gidip aramalıyız.”
Bense her şimşek sesiyle birlikte yanımdaki arkadaşa biraz daha sokuluyordum.
“kimin ayağında mantar var?” dedim merakla. Kahkaha sesleri çoğaldı ve:
“ayak mantarı değil Kürdistan mantarı…” dediler. O soğuk havada herkes kurunduktan sonra tek battaniyemizi üstümüze atarak ve birbirimize iyice sokularak uyumaya başladık. Öyle sıcaktılar ki. Naylona çarpan yağmur damlalarının sesi bazılarına işkence gibi gelse de yoldaşlarımın koynunda bana bir ninni gibi geldi o gece. Islanmayı da çarber başında kurunmayı da, tek battaniye altında uyumayı da en çok o gece sevmiştim. Bir süre sonra bir arkadaşın seslenmesiyle hepimiz diğer tarafa dönerek uykumuza devam ettik.
Şimdi yanıbaşımdaylarmış gibi bir sıcaklık yayıldı içime. Sonra bir rüzgar yüzüme çarpıp geçince yalnız olduğumu ve arkadaşlardan koptuğumu tekrar hatırladım. İçimi bir sıkıntı kapladı ve keşke bir rüya olsaydı dedim.
Ümitsizliğim daha da büyüdü. Onları bir daha görememe korkusu iyice çoğaldı. Birden onlara karşı bir kızgınlık yükseldi içimde.
“neden beni bıraktınız?” diye bağırdım.
“sessiz ol yoldaş. Düşman yakın. Ne oldu?” dedi bir ses. Sırtım kayada, mola verdiğimiz yerde duruyordum. Aynı yıldızlar başımda parlıyordu. Arkadaşım bana gülümseyerek:
“uyudun mu yoksa? dedi.
“hem de ne uyuma. Sizlerden kopup kayboldum bile.”
“hadi be! Bravo sana. Çok yeteneklisin. Beş dakika içinde bu kadar şey mi yaptın?”
Sonra bana bakarak:
“mola bitti. Hadi gidelim yoksa gerçekten kaybolacaksın.” dedi.
Kucağımdaki silahımı elime aldım. Arkadaşımın uzattığı eli tutarak ayağa kalktım. Bu elin sıcaklığı ne kadar da güzeldi. Bu eli hiç bırakmayacaktım.
Raperin- Zin
- Ayrıntılar
Özel savaş ismi üzerinde özel bir savaş türüdür. Klasik savaş türlerinin yetmediği, başarmadığını başarmak için devreye sokulan bir savaş türü.
İsim olarak ikinci dünya savaşından sonra gündeme girmiş ve ardından da dünyanın her yerinde emperyal merkezler başta olmak üzere tüm sömürgeciler, kolonyalistler, baskıcılar derken cümle cemaat ezenler tarafından inceltilerek kullanmış olan savaş türüdür.
ABD’li general Eisenhower, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, "Askerî bilimlerde yaşadığımız en büyük değişim, psikolojik savaşın belirli ve tesirli bir silah olarak gelişmesidir" diyecek ve giderek işgal edecekleri, vuracakları yerleri savaş öncesi ocak başı sohbetleri düzenleyerek Amerikan toplumunu bu kirli olan savaşa zihinsel olarak hazırlamaya çalışacaklardır.
Özel savaşın en etkili kullanıldığı ve etkilemeyi esas aldığı saha ise insanın ruh sahasıdır. Yani psikolojisidir. Bunun için özel savaşı ağırlıklı olarak psikolojik bir savaş olarak da görmek herhalde tam ifade etmese de yine de çok yanlış olmayacaktır.
Psikolojik savaşı ise “hem savaşta hem barışta, insanların duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmek maksadıyla bilginin kullanılması” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Özcesi özel savaşın hedefi insan duygularını etkilemek üzere belirli yönlere doğru yönlendirmektir. Kişileri birey olmaktan çıkararak egemenlerin kendi emelleri doğrultusunda biçimlendirmektir.
Denilecek ki bunu her ideoloji, kendisini esas alarak yapar. Ancak ideolojiler bu etkilemeyi yalan üstüne bina inşa ederek yapmazlar. İnsanları etkilemek için her ideoloji, mücadele yürütür. Ne var ki insanları denek yerine koyarak adeta dünyanın en büyük yalanlarıyla, korku araçlarıyla, zoruyla, parasıyla puluyla kandıracak ve bireyi bireyden çalacak yöntemler ancak özel savaş ya da dediğimiz gibi psikolojik savaş uzmanlarının işidir.
Toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş gerçeklikler olduğunu bilerek, ezenlerin, insan üzerinde her türlü deneyi yaparak, insanı birey olmaktan çıkarmak için her şeyi yapmaya çalıştıklarını da görebilmeliyiz. Öyle ki esasta birey ya da toplum tasfiye edilerek her bireyin içine devleti yeniden yaratılmaya çalışır.
Bir yoldaşımızın dediği gibi:
“Özel savaşla devlet, birey ve toplum haline geliyor. Birey devletleşip insan olmaktan çıkıyor. Toplum, toplum olmaktan çıkıyor, yok oluyor. Geriye sadece devlet kalıyor. İşte özel savaş bu savaş demektir.”
Kürt halk Önderliği bu duruma: “Savaşın toplumsallaşması, ulus devletin kendini toplum haline getirmesi” demektedir.
Başka bir deyimle insan bitiyor, insan tasfiye ediliyor ve insan kocaman yalan üstüne kurulu olan devletin piyonu, hizmetçisi ve hatta kendisi oluyor. Öyle ki egemen, hegemonik güç toplumu ve bireyi kendisinin kılmak için hiçbir masraftan kaçınmıyor. Hiçbir yalandan kaçınmıyor. Hiçbir ahlaksızlıktan kaçınmıyor.
“Savaşı dayatırken, barış yapıyor, barışı getiriyormuş gibi ifade ediyor. Savaşı barış adına yapmayı içeriyor. Ekonomik alanı savaş alanına dönüştürüyor. Sömürüyü arttırıyor ve “kalkındırıyorum, mali destek veriyorum, IMF’ye, Dünya Bankasına bağlı krediler veriyorum, sanayiye destek veriyorum” diyor. Halbuki soyup soğana çeviriyor. Aldığı halde veriyormuş gibi gösteriyor. Savaş yaparken, barış yapıyormuş gibi gösteriyor. Faşizmi dayatırken, “demokrasi getirdim” diyor. Her şeyi barış, demokrasi, kalkınma, sosyal adalet uğruna yaptığını ifade ediyor. Kendisini bu kelimelerle gizliyor, örtüyor ve maskeliyor.”
İşte bu maskenin, gizin ardınki özel savaşın ta kendisidir.
Kürdistan’da operasyon yapan devlettir, saldıran devlettir daha doğrusu Akepe’dir. Ancak sanki biz savaş başlatıyoruz diye herkesi ikna etmeye çalışıyorlar. Biz kendi mekanlarımızda dururken her gün operasyonlar, saldırı üstüne saldırı yapılıyor. Durum böyleyken, sanki biz eylem yapıyoruz gibi lanse etmenin becerisini de gerçekten iyi gösteriyorlar. Halbuki Kürdistan’da tek taraflı ateşkes sürecimizde yüzlerce operasyon yapılmıştır. Sadece ortam gerilmesin diye operasyonları bile vermemişizdir.
Yine Kürdistan’da tutuklanmayan bir tek insan bırakmamaya yemin etmiş gibi siyasi operasyonlara girişmiştir. Ama biz, halkımıza, ülkemize kast eden, el uzatan, ihanet eden birkaç kişiyi tutuklayınca “bakın teröristler adam kaçırdı” diye kıyameti koparıyorlar. Dediğimiz gibi Kürdistan’da her gün onlarca, yüzlerce ve bugüne kadar da binlerce insanımızı uyduruk gerekçelerle tutuklayacaksın sonra da biz gerçekten halkımıza karşı suç işlemiş birkaç tane suçluyu yakaladık mı da kıyameti koparacaksın. İşte bu özel savaşın en kirlisi, en aşağılık olanıdır.
Kürdistan’da binlerce hatta yüz binlerce polis ve asker tutacaksın ama biz öz savunma güçlerinden bahsettik mi? Pol Pot’tan, yerel otoriter yapılardan, egemenlik kurmak istememizden bahsedeceksin. Haydi, polisinizin ve askerininiz sicili temiz olsa yine neyse, dünyanın en kirli sicile sahip olan polis gücü sizin polisiniz ve dünyanın en kirli işlerini yapan ordu da sizin ordunuz değil mi? Sonra da bakın öz savunma oluşturuyorlar demeye hakkınız var mı? Kürt toplumunu baskılamak için bunu oluşturuyorlar diyerek dünyanın en sahte, üç kağıtçı, ahlaksız ithamlarında bulunuyorlar. İşte bu özel savaşın en kirlisi ve en ahlaksız olandır.
Artık özel savaş yöntemleriniz ancak kendi cenahınızı ikna edecektir. Ve artık Kürt toplumunu ve özgürlüğe adım atmış Kürdü bu kirli senaryolarınız inandıramayacaktır.
Ve ekleyelim: halkımıza karşı suç işleyenleri tutuklamaya devam edeceğiz. Operasyona çıkan her gücü, gücümüz yettiğince ülkemizde dolaştırmayacağız. Ve de öz savunmamızı oluşturarak halkımızın savunmasını sonuna kadar üstleneceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
