“Ustalık dönemi” görevine başlayan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk sözü ve icraatı BDP ile CHP’yi tehdit etmek olmuş. Bunların meclis çalışmalarını boykotunu kastederek, “Eğer anlaşabilirsek yeni anayasayı MHP ile birlikte yapabiliriz” demiş. Baştan sona şantaj kokan bu söze en iyi cevabı, yine Başbakan’ın çok sevdiği şu söz oluşturuyor: Sevsinler seni!
AKP, sadece MHP ile anlaşarak bir anayasa yapabilir mi? Aritmetik olarak elbette mümkündür bu. AKP ile MHP milletvekilleri toplandığında anayasa yapacak sayıya ulaşmakta ve hatta aşmaktadır. İdeolojik olarak da bu kısmen mümkün görünmektedir. Çünkü, seçim boyunca AKP, MHP ile milliyetçilik yarışı yapmıştır.
Fakat siyaseten bunun mümkün olmadığını herhalde en iyi Başbakan Tayyip Erdoğan bilir. Çünkü, AKP’nin MHP ile anlaşarak yapacağı anayasanın 12 Eylül anayasasından pek farkı olmaz. Böyle bir anayasanın ne yeniliği olur, ne de demokratikliği! Dolayısıyla iç ve dış kamuoyunda meşruiyet kazanamaz. Belki hazırlanması ve meclisten geçmesi kolay olur, fakat demokratik meşruiyet kazanması zordur.
Zaten her iki partinin de 12 Eylül rejiminden pek uzak olmadığı biliniyor. AKP’liler 12 Eylül anayasasına 1982’de de “Evet” oyu vermişlerdir. MHP Lideri Alparslan Türkeş ise, 12 Eylül zindanlarında hapis yatarken “Fikirlerimiz iktidarda, ama biz içerdeyiz” demiştir. Böyle iki partinin yalnız başlarına yapacakları bir anayasanın, 12 Eylül anayasasını boyayıp yeniden pazara sürmek olacağı açıktır.
Herhalde 12 Eylül anayasasından sonra meşruiyeti en zayıf olacak anayasa bir AKP-MHP anayasası olur. Böyle bir anayasa 12 Eylül’ün doğrudan devamı sayılacağı için içte ve dışta yoğun bir demokratik muhalefetle karşılaşır. Bu tür bir anayasanın fazla bir ömrü olmaz. Dolayısıyla demokratik güçlerin bundan korkmaması gerekir.
Kaldıki bu durumu en iyi her iki parti bildiği için böyle bir şey yapmazlar. Bu süreçte böyle geleceği olmayan bir şeye ne AKP angaje olur, ne de MHP! Her iki parti de böyle görünmekten uzak durmaya çalışır. Özellikle kendini “demokrat” göstermeye ve bu temelde herkesi aldatmaya çalışan AKP’nin böyle yaptığı açıktır.
O halde siyaseten böyle yanlış olan ve gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir sözü koskoca Başbakan niye söylemiştir? Bu sözün basit bir şantaj olduğu ve BDP ile CHP’yi korkutmayı hedeflediği açıktır. Güya bu biçimde korkutularak BDP ve CHP’nin meclis çalışmalarına katılmaları sağlanmak istenmektedir.
BDP ve CHP bu sözden etkilenerek veya korkarak meclis çalışmalarına katılırlar mı? Tabi şimdi biz bunu bilemeyiz. Siyasetten biraz anlayanların bu sözün bir şantaj olduğunu fark etmeleri zor değildir. Dolayısıyla BDP ile CHP’yi bu sözle korkutmak zor görünmektedir. Eğer onlar meclis çalışmalarına katılırlarsa bu nedenle değil, başka etkenler sonucu bunu yaparlar.
Bizce demokratik güçler bir AKP-MHP ittifakından korkmamalıdır. Böyle bir şey en başta AKP’yi bitirir. Çünkü AKP’nin yüzündeki her türlü dinci ve demokratik maskeyi aşağı indirir. Son seçimde açıkça gösterdi ki, AKP en büyük gücünü sözde MHP karşıtı ve MHP ile mücadele içinde görünmekten almaktadır.
AKP ile MHP’nin açıkça yapılan ittifakı değil, gizli var olan ittifakları korkutucu olmalıdır. Açıktan sözde tüm parti ve sivil toplum örgütleriyle diyalog sürdürülüyor gibi yapılara, gizliden AKP-MHP ittifakının yürütülmesi tehlikelidir. Bu durum en çok da yeni anayasa yapımı açısından tehlike oluşturmaktadır.
Öyle görünüyor ki, AKP yeni anayasa hazırlama çerçevesinde diğer partileri meclise çekmeye çalışacaktır. MHP bile bu noktada siyaset yapmakta ve dışlanmamaya çaba harcamaktadır. Yeni anayasa yapımı tüm partilerin ve 12 Haziran meclisinin olmazsa olmazı durumundadır. Adeta siyasetin yumuşak karnı gibidir. Dolayısıyla hiç kimse dışlanmayı göze alamaz.
Bu nedenle, öyle anlaşılıyorki, yeni bir anayasa hazırlık çalışması başlayacaktır. AKP bu çalışmayı sadece MHP ile değil de, görünüşe göre herkesin katılımıyla yapmak istemektedir. Eğer dürüst yaklaşılsa bu durum elbette en iyisi ve demokratik olanıdır. Fakat gerçekten AKP dürüst yaklaşacak mıdır? Bu noktaya iyi bakmak ve buradan endişe duymak gerekir.
Şunu açıkça belirtelim: Yeni anayasa hazırlanması olayında en ciddi tehlike, AKP’nin sözde herkesi katıyor görünüp de sonuçta kendi bildiğini okumasıdır. Bu durumda diğerleri adeta AKP’nin yaması haline gelir. Zaten seçim ardından yaşanan hukuk darbesi de diğer partileri bu çizgiye çekmek için yapılmıştır. Demokratik güçlerin asıl bu noktada duyarlı olmaları ve bu durumdan korkmaları gerekir.
AKP yeni anayasa hazırlama konusunda güven vermemektedir. Adeta bir nalına bir mıhına vurur durumdadır. AKP’de oyun çoktur, dolayısıyla aldanmamak gerekir. Yeni anayasa hazırlama konusunda görünüşte herkesle diyalog ve tartışma içinde olup, gerçekte ise kendi isteklerini esas alabilir. Veya herkesle tartışırken, gizliden MHP veya CHP’den biriyle anlaşarak iki partinin görüşlerini anayasa metnine yerleştirebilir. Bu durumda görünüşte yeni anayasayı herkes hazırlamış, gerçekte ise AKP’nin isteği olmuş olur.
Yeni anayasa hazırlanmasındaki en büyük tehlike budur. Korkulacak olan AKP-MHP ittifakıyla yapılması değil, herkesin katılımıyla yapılıyor görünüp de sadece AKP’nin veya iki partinin görüşünü içermesidir. AKP bunu gizli ittifaklarla yapabileceği gibi, milletvekili çoğunluğuna dayanarak da yapmak isteyebilir. Zaten AKP’nin çoğunluk demokrasisi anlayışına sahip olduğu bilinmektedir.
Besbelliki demokratik siyasette esas zor sürece şimdi girilmektedir. Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şantajlarından etkilenmeksizin bu zor süreci yürütebilmek gerekir. Anayasa hazırlık çalışmaları çok karmaşık ve oyunlarla dolu geçeceğe benzemektedir. Elbette anayasa herkesin katılımıyla hazırlanmalıdır, demokratik olanı budur. Ancak sonuçta da herkesin ortak çıkarını da içermelidir, gerçek demokrasi bunu gerektirir.
AKP ise birincisine evet deyip ikincisini yok etmek isteyecektir. Yani herkes tartışmalara katılsın, fakat sonucu AKP belirlesin! AKP’nin mantığı budur ve çabası da bu temelde olacaktır. Herkes buna karşı uyanık ve başından itibaren duyarlı ve tedbirli olsun!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Gever de iki kiralık katilin vurulmasından sonra, Türk medyasının yürüttüğü psikolojik savaş yöntemi tavan yaptı.
Her ne hikmetse bir kiralık katil Türk subayı, astsubay, uzman çavuş ile Fetullahçı polis, HPG güçlerinin misilleme eylemiyle vurulunca, Fetullahçı vakanivusçular hepsini melek kılığına sokar.
Ardından şu dramatik cümleleri kurarlar.
“Üç aylık evliydi. Yeni evlenmişti.
Daha eşine doyamamıştı.
Eşi yeni hamile.
Yeni bir coçuğu olmuştu”.
Bununla da yetinmeyen Türk medyası, kiralık katillerin güya mutlu aile fotolarını yayınlar.
Annelerinden, babalarından röportaj alır.
Varsa kız kardeşlerinden, erkek kardeşlerinden, dayılarından ve amcalarındanda bir kaç söz alır.
Hepsini manşetten verir.
Öyle bir tablo çizer ki, sanki Türk subayı, astsubayı, uzman çavuşu ile Fetullahçı polisler Kürdistan’a masumane bir geziye çıkmışlar.
Sanki, Kürt halkı, gerillası, annesi, babası ile Mehmet Uytun gibi kundaktaki 18 aylık bebeklerini katletmemişler.
Sanki, para karşılığında kiralık katilliği meslek seçmemişler.
Sanki, hiç kimseyi öldürmemişler.
Sanki, hiç işkence etmemişler.
Sanki, Kürdistan’ı işgal etmemişler.
Sanki, dünyanın en cani yaratıkları değillermiş.
Sanki, hepsi dünyanın en iyi melekriymiş gibi atmosfer yaratıyorlar.
Türk medyası, para karşılığında katilkerliği meslek seçen bu canileri, masum yaratıklar kılıfına sokarken, Türk ordusu ile polisince şehit edilen Kürdistan gerillasını ise canavar katogorisine koyar.
Şöyle manşet atarlar.
“X yerde ölü ele geçirilen terörist 200 kişinin katili”.
“Asker dağ taş terörist avında”.
“10 Terörist silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildi”.
“Polis Katili Öldürüldü”.
Medya bu tür başlıklarla gerillanın şehit düşürülmesini meşrulaştırırken, Türk Ordusu ile Polisinin Kürdistan’a yaptığı canilikleri ise kutsallaştırmaktadır.
Ama şunu da bilmeleri gerekir.
İşgalci her yerde nasıl işgalci ise Türk askeri, polisi ile tüm işgalci memurlar Kürdistan’ın işgalcileridir.
Hepsi soykırımcıdır. insanlık suçunu işlemişlerdir.
Para karşılığında canice Kürdistan’da katliam yapan kiralık katillerdir.
Bu kiralık katillere karşı direnen HPG gerillaları ise, dünyadaki tüm annelerin ak sütleri gibi en zelal, şirin u şerbet ve helal yiğitlerdir.
Bunun dışında başka hakikat varmı ki.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindanında 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı gerçekleşen 14 Temmuz Büyük Ölümorucu Direnişinin 29. yıldönümünü yaşıyoruz. Yirmidokuz yıldır Kürt halkı Mazlum Doğan, Hayri Durmuş ve Kemal Pir öncülüğünde gerçekleşen zindan direnişinin etkisi altında yürüyor. Tarihsel olarak kaybettiği her şeyi bu büyük direnişin izinde yürüyerek kazanıyor.
Çok iyi biliniyor ki, 1982 yılının 14 Temmuz’unda Kürt halkının beyni olan aydın gençlik öncüleri Diyarbakır zindanında tarihi bir karar verdiler. 12 Eylül rejiminin teslim alma ve kimliksiz-kişiliksiz kılma politikalarına karşı tarihi ölümorucu direnişine girdiler. Kenan Evren cuntasının itirafçılaştırma-inançsızlaştırma politikalarını başarısız kılarak, inkar ve imha sistemini ideolojik yenilgiye uğrattılar.
Hiç kuşkusuz bu öyle büyük ve anlamlı bir karardır ki, düşmanında bile saygınlık uyandırmayı sağladı. Bu karar temelinde gelişen direniş karşısında 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren bile “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız bile inançlarından vazgeçiremiyorsunuz” diyerek zindan direnişinin büyüklüğünü itiraf etmek zorunda kaldı. Belki de Kenan Evren’de en ciddi zihniyet değişikliği bu olaydan sonra yaşanmıştır.
Genelde zindan direnişinin, özel olarak da 14 Temmuz ölümorucu direnişinin Kürt halkı üzerindeki etkisi ise, azalmak bir yana, 29 yıldır artarak devam etmiştir. Bugün de etkisi taptaze yaşanmakta ve halkı özgürlük mücadelesine sevkeden en büyük kuvvetlerden biri olmaktadır. 29 yıldır binlerce Mazlum, Hayri, Kemal ve Ferhat doğup büyümüş ve özgürlük mücadelesi saflarına katılmıştır. Halk kimliğini ve kişiliğini, onur ve şerefini, umut ve güvenini, cesaret ve fedakarlığını, kısaca özgür ve demokratik olan her şeyini bu direnişin açtığı yolda elde etmiştir.
Kürdistan özgürlük mücadelesinde fedai çizgisi bu direnişle oluşmuştur. Özgürlük mücadelesinin temel ölçüleri bu direnişle kazanılmıştır. “Mezar taşıma borçlu yazılsın” sözünde dile gelen yüksek sorumluluk, mütevazılık ve özeleştirel yaklaşım, “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” sözünde anlam bulan özgür yaşam tutkusu Kürt Özgürlük Hareketinin en temel ölçüleri olmuştur. En zor anda bile özgür insanın yaşamı yaratan temel ölçü ve özellikleri en iyi bir biçimde bu direnişte ortaya çıkmıştır.
Hiç kuşku yok ki, bu tarihi kararı veren ve büyük direnişi yürütenler son derece bilinçli ve iradeli idiler. Ne yaptıklarını ve neye yol açtıklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar bugünü daha o zamandan görüyorlardı. Kemal Pir, “Ben bu harekette zaferi görüyorum” derken bugünü o zamandan yaşıyor, Apocu çizginin zafer yaratıcı gücünü derinden idrak ediyordu.
Bu konuda gerçeği tam anlamamıza hizmet eden pratik bir formül de şu: Eğer çok derin bir bilinç, çok güçlü bir inan ve geleceği gören öngörü olmasa, hiç elli-altmış gün ölüm orucuna yatılabilir mi? İnsan soyunun yarattığı en zor direniş biçimi açlık grevi ve ölüm orucu olmalı. Çünkü bunlarda her an gerçekleşen hücre ölümüne karşı bir direniş vardır. Bir anda kalbin durması kolaydır, fakat altmış günün her saniyesinde kalp çırpıntısını dinlemek zordur. 14 Temmuz direnişçiliği işte bu zoru başarma direnişçiliğidir.
Kürt halkı aynı düzeyde olmasa da, bugün de yeni bir tarihi karar verme sürecindedir. 14 Temmuz tarihi kararlılığının otuzuncu yılına girerken yeni bir 14 Temmuz kararlılığı yaratmakla yüzyüzedir. Çünkü özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişimi bunu istemektedir. Devletin ve AKP hükümetinin izlediği politikalar bunu gerektirmektedir. Hiç kuşkusuz bunda da en büyük öğretmen 14 Temmuz direnişinin tarihi dersleri olmaktadır. Yirmidokuz yıl önce nasıl böyle büyük tarihi karar verme gücünü gösterdiyse, Kürt halkı elbette bugün de tarihi karar verme gücünü gösterecektir.
Hiç kimse Kürt halkının tarihi karar verme gücünü bir kez daha sınamaya çalışmamalıdır. Bu halkın neler yaratabileceği anlaşılmak isteniyorsa, o zaman dönülüp yakın tarihe bakılması yeter. Eğer AKP’nin Kürt halk gerçeğini anlamakta bir sorunu varsa, o zaman gerçeği görmesi için 12 Eylül rejiminin durumuna bakması yeterlidir. Tarihten ders almayı bilemeyenler asla geleceğin yaratıcısı olamazlar.
Kaldıki Kürt halkı otuz yıl öncesine göre bugün çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kırk yıllık mücadele içinde somutlaşmış bir Önderlik çizgisine, otuz yılın büyük mücadele tecrübesine ve her alandaki örgütsel güce sahiptir. Öncü partisi, yenilmez gerillası ve örgütlenmiş demokratik toplum yapısı vardır. İç ve dış koşullar ise direnişi geliştirmek için otuz yıl öncesine göre çok daha elverişlidir. Bu nedenle özgürlüğü kazanmak için direnmek Kürt halkının yapabileceği en kolay iştir.
Eğer bu konuda ihtiyatlı ve sabırlı davranıyorsa, bu güçsüzlüğünden değil, mücadele çizgisi gereğidir. 14 Temmuz tarihi direnişinin öğretici derslerine sıkı sıkıya bağlı olduğu içindir. Dikkat edilirse, 14 Temmuz tarihi direnişçiliğinde de büyük sabır ve kılı kırk yarma vardır. Tutsaklar kendilerini savunma imkanı bulabilmek için, tarihin en vahşi işkencelerinden birine iki yıl boyunca sabırla katlanmışlardır. Yine direniş eylemlerini siyasi çizgiye sıkı sıkıya bağlamışlardır. Ne zamanki 12 Eylül faşist-askeri rejiminin soykırımcı gerçeği ve dayatması netleşmiş ve başka bir yol kalmamış, işte o zaman tarihin en büyük kararlılığı ve direnişçiliği ortaya çıkmıştır.
Demekki bu durum Kürt halkının ve özgürlük mücadelesinin temel bir özelliği olmaktadır. O nedenle, bugün de Özgürlük Hareketi’nin gösterdiği sabrı ve çözüm arayışını hiç kimse yanlış değerlendirmemeli ve asla hareketin zayıflığı gibi safsatalara bağlamamalıdır. Esas güçlülük nicel birikimde değil, zamana uygun olan doğrulukta hareket edebilmektedir. Kaldıki Kürtler hem nicel güce ve hem de doğru hareket tarzına sahiptir.
Bu konuda en çok dikkat etmesi gereken AKP hükümetidir. Eğer AKP, şimdiye kadar olduğu gibi “Ben yaptım, oldu” mantığıyla hareket ederse, o zaman kendini de Türkiye'yi de tarihi bir tehlikenin içine atar. Şimdiye kadar bu konuları çok değerlendirdik ve artık sürecin sonuna geldik. Artık ne diyelim? Umalım ki AKP de 12 Eylül rejimi gibi tarihi bir hata yapmasın ve Kürt Halk Önderi’nin çözüm çabalarını dikkate alsın!
Kürt halkına gelince, yeni bir tarihi karar gününde olduğunun bilinciyle hareket ettiği ve edeceği kesindir. 29 yıl önce gerçek yolu bulmada nasıl hata yapmadıysa, zindan direniş çizgisinin dersleriyle yürüyerek bugün de hatasız karar verme gücünü gösterecektir. Genciyle kadınıyla yeni bir tarihi adımı atmayı bilecektir.
Herkesin bu duyarlılığı göstereceği inancıyla 14 Temmuz tarihi kararlılığını kutluyor ve zindan direniş şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Çocuklar annelerine yaslanarak büyür. Anneler çocuklarını giydirir, içirir, doyurur ve elinin altında büyütür. Her türlü kötülükten korur. Adeta kanatlarının arasına alıp sıkı sıkıya sarmalar. Gözbebekleri gibi büyütürler, kıyamazlar incitmeye, kırmaya ve dövmeye. Evet, böyleydi annelerimiz. Hepimiz annelerimizin gözbebekleriydik, en sevdikleriydik. Saydıklarım bir annenin çocukları için yaptıklarının çok az bir kısmı. Anneler daha neler yapmaz ki!
Ama ülkemde, büyüdüğüm coğrafyada anne kucağından zorla alınır çocuklar. Dövülür, kolu kırılır, öldürülür, zindanlara atılır, aç bırakılır. Çocuk olduğu unutulur. Ona yapılanlar yaşına bile sığmayacak düzeyde büyük ve kahredici. Çocukların o küçücük yüreğini öfke kaplar onlara yapılanlar karşısında. Onlar akranlarının oynadığı oyuncaklarla oynamaz. Oyun yerine, yaşayabilmek, ölmemek için ona yönelen saldırı karşısında taşı nasıl kavrayacağını, kendisini nasıl koruyacağını öğreniyor. Yaşıtlarıyla sokak aralarında kovalamaca oynamanın yarattığı heyecan ve sevinci birçoğu hiç tadamadı. Çünkü büyüdükleri sokak başları hep tutulu eli silahlı, öfke kusan ADAM’larca. Bu yüzden çocukça mutluluk ve sevinçlerle evlerinin eşiğine hiç atlayamadılar. Ürkerek, korkarak, kapıları yumruklaya yumruklaya, annelerinden kendilerini eli silahlı ADAM’lardan korumanın yakarışıyla atladılar hep. Anneler sıkı sıkıya kucaklasa da çocuklarını, çocukları hep zorla, dövüle dövüle kucaklarından alınıp götürüldü. Anneler el kaldırmaya kıyamazken, polis dayağıyla, işkenceyle tanıştılar. Anne kucağından cezaevlerine götürüldüler ve hala orada birçoğu… Demir parmaklıklar arasında büyüyorlar, çocukça ve rengârenk hayallerini gri duvarlar kesiyor. Uğur’un, Ceylan’ın ve daha birçoğunun başına neler geldiğini gördü birçoğu. Çocuk yaşta birçoğunun belleğine yerleşen ve anımsadıkça tüylerini diken diken eden, kan, ölüm, dayak ve daha birçok uygulama…
Anne kucağının güvenilirliği yok ülkemde. Çünkü çocuklar anne kucağındayken bile vuruluyor, anne kucağından alınıp zindanlara konuluyorlar. Çocuk yaşına rağmen bu gerçekliğin yakıcılığıyla karşılaşan çocuklar büyümek için daha güvenilir yerler bulmanın arayışına giriyorlar. Büyümek ve yaşamak için dağlara sığınıyorlar. Dağın heybetine ve dağın koruyuculuğuna güveniyorlar. Onurlu ve özgür yaşamak, kendini ifade edebilmek ve inkarına düşmemek için dağlara koşuyorlar. Mazlum, Karer, Bahoz, Nucan, Sarya ve adını sayamadığım daha niceleri gibi…
Öyle çetin bir kavganın içinde o kadar erken büyüyorlar ki onlar bile nasıl büyüdüklerini fark etmiyorlar. Hayalini kurdukları özgür ülkeyi ve tüm insanlığı içine alabilecekleri kadar büyüyor yürekleri. Öyle yiğit, cesur ve gözü pek olurlar ki düşmanlarını utandıracak kadar, yoldaşlarını kendilerine hayran bırakacak kadar…
Dağlar Mazlumlarla, Karerlerle, Bahozlarla, Nucan ve Saryalarla dolu. Annelerine, kardeşlerine ve daha sonra doğacak olan Kürdistanlı kardeşlerine özgür bir ülke yaratmak için, onlara özgür bir ülke armağan etmek için dağlardalar, kavganın tam ortasındalar.
Mazlumun dağ kokusunu alanlar, Mazlum’un anısına ve kavgasına sahip çıkacaklardır. Bu çark böyle döndükçe, çocukların öldürüldüğü, dövüldüğü, cezaevine konulduğu, kendisini inkar etmesini istediği bir sistemsel gerçeklik oldukça TAŞ ATAN ÇOCUKLAR hep dağlara koşacaktır…
Rojbin GOLAV
- Ayrıntılar
Mücadele tarihimizde siyasal sürecin bu denli kapsamlı değerlendirilmesi son geçen birkaç aylık zaman diliminde yoğunca yapılmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu Ortadoğu’da olup bitenlerle birebir bağlı bir durumdur.
Ortadoğu devrim süreçlerini yaşıyor. Buna kimisi Ortadoğu baharı diyor. Yaklaşık yüz yıl önce uluslar arası güçlerin eliyle Ortadoğu’da oluşturulan statüko ve biçimlendirme giderek sarsılıyor ve bu beraberinde yeniden bir biçimlendirmeyi ve dizayn etmeyi getiriyor. Bundandır ki, süreç oldukça hızlı ilerliyor. Siyaset biliminin kaos diye tanımladığı, Önderliğimizin ise kaos aralığı diye formüle ettiği durum tam da Ortadoğu için geçerli olan tespit oluyor. Kaos ya da kaos aralıkları karakterleri gereği dar bir zaman sürecinde büyük alt üst oluşların hızla gerçekleştiği süreçleri ifade eder. İşte bu karakterinden dolayı tarih bir nevi sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir halde hızla kendi hükmünü icra etmeye başlamış durumdadır. Bu nazik, kırılgan ve hızlı yaşanan tarihe devrim anları demek çokta yanlış değildir.
Nitekim Önderliğimiz birkaç yıldır Ortadoğu’da olup bitenleri devrim yılları diye tanımlıyor. Devrim yıllarında yapılması gereken; olağanüstü bir çalışma, çaba, örgütlülük ve iradeyle tarihin akışına yön vermek için yüklenmektir.
Ortadoğu baharı birçok gücü yeniden hareketlendirmiştir. Özelde yüz yıl önce kendilerince Sünni sınırlarla param parça ettikleri Ortadoğu’yu dizayn etmişlerdi. Şimdi ise yüz yıl sonra halklar örgütlü olmasalar da kendi kaderlerini ellerine almaya çalışıyorlar. Ve bunun için görkemli bir ayaklanış söz konusudur. Bunu yadırgamak çok anlamlı bir politik tutum elbette olamaz. Yadırganacak olan böylesine tarihi bir anda halkların yanında, halklarla uluslar arası güçlerin kirli oyunlarına karşı ortak bir cephe de karşı durmamak olacaktır.
Ancak yüz yıl önce egemen devletler nasıl ki böl, parçala ve yönet politikalarıyla halkları bölmüş, parçalamış ve yönetmesini bilmişlerse, şimdi yeniden özünde bir şey değiştirmeden sadece biçimsel olarak bazı değişikliklere giderek Ortadoğu’yu kendi açılarından dizayn etmeye çalışıyorlar. Uluslar arası güçler Ortadoğu’ya el atmışlardır. Ortadoğu’ya el atarlarken hiç şüphe yoktur ki bölgede kendi işbirlikçilerini de yanına alarak bu kirli oyunu tezgâhlamaya çalışmaktadırlar. Yüz yıl boyunca Ortadoğu’yu birlikte sömürdükleri kimi işbirlikçileri deşifre oldukları için artık onlara çok fazla ihtiyaç duymadan yeni işbirlikçi arayışı içerisine girmişlerdir. Ve yine bölgede kendilerine daha fazla katkı sunacak yeni, daha doğrusu daha derinlikli işbirlikçilik yapacak ajanlar aramaktan geri durmamaktadırlar. Ortadoğu’da klasik işbirlikçilerinin yanı sıra daha derinlikli bir işbirlikçi güç ise Ortadoğu halklarını bölmek için tezgahladıkları ılımlı İslam siyasetinin öncülülüğünü yapan AKP’dir. Ve onun liderliğini yapan Erdoğan’dır.
Bu yeni durumdan dolayı “sıfır sorun politikası” ile ortaya çıkan “stratejik derinlik” teorisi ya da stratejisi iflas etmiştir. Şimdiden direk Libya’ya müdahalede yerini alan bu işbirlikçi güç yakın zamanda Suriye’de benzer bir yaklaşım içerisinde olacaktır. Ve giderek aynı güç Ortadoğu’da emperyalistlerin vurucu gücü olarak, Ortadoğu’nun başka halklarına karşı kullanılacak duruma getirilecektir.
Elbette bunlar, Ortadoğu’da yaşanan alt üst oluşlarla bağlantılı olduğu kadar, Ortadoğu da yaşanan devrimci süreçle de bağlantılı gelişmelerdir. Bu Ortadoğu’da var olan tüm verili siyasetlerin aynı zamanda değişmek zorunda olmasıyla bağlantılı bir durumdur.
Nitekim işbirlikçiler kendi siyasetlerine denk bir değişim içerisine girmişlerdir. Komşularla “sıfır sorun politika”larını terk ederek, halklara karşı uluslar arası sermaye için koçbaşı olarak şimdiden kendilerini kullandırtmaya başlamışlardır. Elbette bunu yaparlarken bunun karşılığında, kendi önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Kürt Özgürlük Hareketine karşı da sınırsız desteği almışa benziyorlar. Aksi durumda son aylarda ABD’nin, yine çeşitli Avrupa devletlerinin Kürt Özgürlük Hareketine bu denli pervasız saldırmalarını izah etmek güç olacaktır.
Özcesi yeni bir tarihi süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan Ortadoğu’da yaşanan halkların baharı diğer yandan halkların baharını soğutmaya ve kara kış ayazıyla teslim almaya çalışan uluslar arası güçler ve onların işbirlikçileri.
Tarih böylesi anlarda en hızlı ve onurluca bir şekilde halkların lehine ya yazılacaktır ya da egemenlerin alışa geldikleri tarih yazımı devam edecektir.
Biz halkların lehine onurluca bir sayfa açmak için üzerimize düşeni yapmakla mükellef olduğumuzu unutmadan tüm gücümüzle bu tarihi ana yüklenmekle görevli olduğumuzun bilincindeyiz.
Tarihi bir momentten geçiyoruz. Tarihe ya altın harflerle halklar lehine bir not düşeceğiz ya da tarih sanki bizi hiç yaşamamış gibi unutulup gideceğiz. Yaşam ya özgür yaşanacak ya da asla yaşanmamış sayılacaktır.
Biz tarihe altın harflerle tüm insanlıkla, halklarla ve ne kadar mağdur edilmiş toplumsal kesim ve tabakalar varsa onlarla birlikte özgürlüğüne düşkün insanlar olarak yazılmak isteniyoruz.
Tarihe not düşmenin bir anı, momenti olarak 15 Temmuz şimdiden anmak çokta yanlış olmayacaktır.
İnsanlık ailesi içerisinde ya barışçıl demokratik siyasetle onurlu yerimizi alacağız ya da tarihte eşine ender rastlanılmış olan kıyamet günlerini bile aratacak bir devrimci halk savaşıyla ismimizi onurluca tarihe yazacağız.
Evet, biz tarihe not düşmek istiyoruz. Ve tarih yazılırken her gün not düşülmez. Not düşmenin momentleri vardır. Şimdi işte tarih yazmanın, tarihe not düşmenin görkemli bir momentini yaşıyoruz.
Tarihe not düşmek isteyen tüm Kürt gençlerini, halkların lehine mücadele eden sosyalistleri, haksızlık ve adaletsizliklere karşı baş koyan tüm antifaşist ve antiemperyalistleri Kürdistan dağlarına bu tarihi anı canlı yaşamaya davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günümüz Türkiye’sinde Alevî toplumunun karşı karşıya bulunduğu sorunlar öylesi bir hal almış ki, bırakalım bu sorunların gerçekçi bir çözüme kavuşturulması, tam tersine bu toplumsal kesimin âdeta kendi gerçekliğine ters düşürülme amaçlı bir siyaset dayatmasıyla yüzyüze bulunması, bu durum üzerine kişiyi ciddî bir sorgulamaya sevk etmektedir.
Biraz aklı olan, vicdanlı olan, demokrat olan, kendisine insanım diyen birisinin günümüzde Alevîlere yönelik uygulanan bu çok yönlü inkâr ve asimilasyon harekâtını görmemesi düşünülemez. Dolayısıyla bu sorunu kendi sorunumuz olarak görmek, sahiplenmek ve çözüm yollarının ne olduğu üzerinde düşünüp görüş belirtmek en doğrusu olacaktır.
Toplumsal sorunların öncelikle nedenlerini bulmak, bunu doğru tespit edip, doğru yöntemlerle çözüme kavuşturmak için her şeyden önce doğru bir tarih bilincine ulaşmak gerekmektedir.
Tarih bilinci olmazsa gerçeklik değil, yalan hüküm sürer insanlığın hayatında. Tarih ve bilinç bu anlamda aydınlığın temel taşlarındandır. Tarih, günün (an’ın) ve geleceğin belirlenmesinde yol göstericidir. Yaşanmış eylem, harcanmış emek, yaratılan değerlerin birikimidir. Aydınlatıcı özü kendisinde taşır. Tarih, geçmişin anda zuhur etmesidir. Dolayısıyla tarih ve gün iç içedir, birdir, birbirinden ayrılmaz bağlarla bağlıdır. Bilinç, tarih ile an’ı birbirine bağlayan bilgi birikimidir, bilmektir, farkında olmaktır. O halde tarih bilinci olmaksızın günümüzü doğru değerlendiremeyeceğimizi, yaşanan olayları kavramada zorlanacağımızı, karar verme süreçlerinde yanlışa düşeceğimizi ve yanlış eylemde bulunacağımızı çok iyi bilmek zorundayız.
İnsan ancak bir toplumsal yapıda var olabilir. Birey için toplumsallıktan kaçmak zannedildiğinden daha zordur. Toplumsallığı onun her şeyidir; söz söyleyen dilidir, gerçekliği gören gözüdür, işleyen elidir, geleceği hayal eden ve an’da onu gerçekleştiren düşüncesi ve eylemidir. Toplumsal gerçeklik insanın kimliğidir. Kimlik tarihseldir, dolayısıyla bütündür. Onu farklı göstermek ya da sadece bir yönüyle ele almak toplumsallığı yok etmek ya da çarpıtmaktır.
Çarpıtmanın en temel yolu ise tarih bilincinden bireyi ve toplumu kopartmaktır. Bu da ancak gerçekliği tersyüz ederek sunmak ve bunu topluma aşılamakla olur. Bu tersyüz etme ve aşılama da zor araçları ve asimilasyoncu yöntemler kullanılarak gerçekleştirilebilir. Kısaca, bir toplumsal kimliği yaşatmak nasıl ki tarih bilincine sahip olmayı gerektiriyorsa, aynı şekilde bir toplumsal kimliği yok etmek, asimile etmek, farklı bir biçime büründürmeye çalışmak ancak bu bilincin çarpıtılmasıyla mümkün olabilmektedir.
Asıl olan toplumsal gerçekliktir. Birey bu toplumsallıkla var olabilir. Bundan uzaklaşmak ya da uzaklaştırılmak asıl olandan, özden kopmak demektir ki, bunun da giderek kendisinden uzaklaşmak, yozlaşmak, yabancılaşmak olduğu açıktır. Aslını değil de yozluğu sahiplenen ise yoz olur, toplumsallığından kopmuş olur; kısacası haramzade olur.
Hazreti Ali’nin “Aslını inkâr eden haramzadedir” sözü günümüzde her türlü çarpıtmaya, yalana, siyasi ve sosyal alanda yaşanan yozluklara karşı özelde Alevilerin, genelde ise tüm toplumsal kesimlerin kendilerine esas alması gereken temel bir ilkedir. Çünkü özünü inkâr etmek doğrudan, güzelden, iyiden, yani haktan yana olmaktan uzaklaşmak, yalana, çirkine, kötü olana yönelmektir. Dolayısıyla her koşulda öze sahip çıkmak, bunu korumak için çaba vermek, mücadele etmek insan olmanın en temel ilkesidir. Elbette ki devrimci, demokrat, aydın olmanın temel kıstası da bu ilkeyle bağlantılıdır.
“Kendi kimliğinin bütünlüklü olarak farkına varmayan, kendi kimliğinin ve toplumunun özgürlük ve demokrasi birikimini ortaya çıkaramayan, kendi üzerindeki baskılara karşı mücadele edemeyen bir toplumun özgürlükçü ve demokrat olması, özgürlük ve demokrasi mücadelesini doğru ve yeterli bir biçimde vermesi düşünülemez” belirlemesi günümüzde genelde Alevîler, özelde Kürt Alevîler için yerinde ve doğru bir tespit olma özelliği taşımaktadır.
Bunları niye belirtiyoruz? Çünkü Kürdistan ve Türkiye'de 12 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan bazı gerçekler, bu coğrafyada yaşayan ve toplumsal yapının temel bileşenlerinden olan inanç topluluklarının ve değişik etnik yapıların resmi ideoloji ya da resmi tarih anlayışı temelinde bilinç çarpıtmasıyla yüzyüze kılındığı ve bir nevi bu gerçeklik tarafından yönlendirilir olduğu hususunun apaçık ortaya çıkmış olmasıdır.
Konuya giriş yapıp, meramımızı şöyle ifade edelim: Türkiye ve Kürdistan'da CHP ve AKP’nin temsil ettikleri ve özünde devletin varlığını esas alan, onu koruyan ve yaşatma çabası veren ulusalcı, milliyetçi, Türk-İslâm sentezci faşist zihniyetin Alevî toplumunda taraftar buluyor olması insanı düşündüren, hayıflandıran ve bir o kadar da ürküten bir gerçek olmaktadır. Nasıl oluyor da insanlar kendi katillerini sevebiliyor, onları kendilerine yakın bulabiliyor ve onların sözlerinin peşine takılıp kendilerinden uzaklaşabiliyor? Düşündüren ve cevap verilmesi gereken soru budur. Elbette CHP ve AKP’den bahsederken, bu oluşumların dayandığı zihniyetten, ideoloji ve siyasetten bahsediyoruz. Yoksa tek tek insanları töhmet altında tutma gibi bir yaklaşım içinde değiliz.
Alevîlik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevîlik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlâkî ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.
Dolayısıyla Alevilik özünde egemenliğe, baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, bir bütün toplumsallığa karşı olan ne varsa buna karşı bir duruş, tarihsel temelleri güçlü olan ve tarihi an’da yaşatan bir toplumsal gerçekliktir.
Fakat şimdi bu gerçeklik öyle bir çarpıtmayla yüzyüze kalmaktadır ki, neredeyse Alevîlerin temel sorunlarının çözümünün devlet içine girmekle, devletli olmakla çözülebileceği yalanına inanır bir hale gelinir olmaktadır. Âdeta kendi katili olanın ardına takılıp ölüme sürüklenmeyle karşı karşıya bırakılmaktadır. Çarpıtma budur işte. Yanlış, yalan buradadır. Oysaki Alevi toplumunun karşı karşıya bulunduğu sorunların temel kaynağı devlettir. Yaşanan katliamların, baskı ve sömürünün kaynağı devlettir. İdamın, cayır cayır yakılmanın, kurşunlanmanın, katliamlardan geçirilmenin tek nedeninin bu devlet denilen sömürü aracı olduğu gerçeği âdeta unutturulmak istenmektedir.
Evet, ortada bir çarpıtma var, bilinç çarpıtması var ve bu çarpıtma da çeşitli yollarla yapılmaktadır. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde Alevîlerin karşı karşıya bulunduğu sorunların nedenini ve çözümünün ne olabileceği hususu üzerine birkaç söz söylemek gerekmektedir. Bunu da gelecek yazımızda işleyeceğiz…
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Başbakan’ın mantığına göre hareket edecek olsak bütün AKP’lilere şu soruyu sormamız gerekiyor: Başka adam yokmuydu da Tayyip Erdoğan’ı kendinize genel başkan seçtiniz? Kritik mücadeleler vererek onu milletvekili ve başbakan yaptınız!
Şimdi biz böyle bir soru sorabilir miyiz? Sorsak da bir anlamı olabilir mi? Olmayacağı ve dolayısıyla bizim de sormayacağımız açık. Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan sorabiliyor, hem de çok rahat sorabiliyor!
Basının karşısına geçip “Hatip Dicle’den başkası yokmuydu ki onu aday gösterdiler” diyebiliyor. Hatip Dicle’yi aday göstermiş olduğu için BDP’yi, milletvekili seçmiş olduğu için de Diyarbakır halkını suçlayabiliyor.
Güya Tayyip Erdoğan’a göre, yaşanan krizin sebebi Hatip Dicle’nin aday gösterilip milletvekili seçilmesiymiş! Eğer böyle olmasaymış bu kriz yaşanmazmış! İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan zihniyet bu! Açık ki bu zihniyet çok benmerkezci, çok bencil ve kendine göredir. Kendisi için her şeyi hak görürken, başkaları için aday olmayı veya gösterilmeyi bile hak görmemektedir. Bu mantık bencil, antidemokratik ve diktatöryaldır.
“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye bir söz vardır. Bu sözleri söyleyen, bari kendisi bu durumlardan geçmemiş olsa! Oysa Tayyip Erdoğan’ın nasıl milletvekili ve başbakan olduğunu herkes çok iyi biliyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde adaylığı veto edildiğinde Tayyip Erdoğan ne yapmıştı? CHP ile gizliden nasıl uzlaşmış, Abdullah Gül hükümeti üzerinde ne kadar baskı yapmıştı? Özel yasal düzenlemeler yaptırarak kendisi için milletvekili ve başbakan olmanın kapısını açmıştı.
Şimdi açığa çıkıyor ki, bu tür şeylerin hepsi Tayyip Erdoğan için doğal ve uygundur, yani olabilir; fakat sıra Hatip Dicle’ye gelince olmaz, böyle davranmak bireye özel çalışmak ve “yargıya talimat vermek” olur! Dolayısıyla Hatip Dicle’yi aday gösterip de milletvekili seçmek, bilinçli ve planlı olarak kriz çıkarmayı ifade eder! İşte Tayyip Erdoğan’ın mantığı bu! Bu mantık ne kadar bencil ve korkunç değil mi?
Bu mantık Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ruhuna işlemiştir ve ülkeyi bu mantıkla yönetmeye çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın anlayışına göre, demokrasi seçime girmek ve kazanmaktır. Seçime girer de hükümet olmayı kazanırsan, o zaman her istediğini yapabilirsin! Ne yapsan da hepsi demokrasi kapsamında olur!
Belliki Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı çarpıktır, tarihin gerilerinde kalan bir demokrasi anlayışıdır. Bu anlayışa günümüzde demokrasi demiyorlar, tersine “çoğunluk diktatörlüğü” diyorlar. Dolayısıyla sadece seçilmiş olmak demokrasi için yeterli değildir. Yine sadece çoğunluk olmak birilerine her istediğini yapma hakkını vermemektedir.
Kaldiki Hitler’in de başlangıçta seçimle işbaşına geldiğini hepimiz biliyoruz. Yine Saddam Hüseyin’in de belli ararlıklarla seçildiği biliniyor. Fakat sadece seçilmiş olmak bu kişileri faşist diktatör olmaktan çıkarmadı. Tersine faşist diktatörlükler bunların adıyla özdeşleşti. Yine sandıktan çıkan oyların çoğunluğunu elde etmek bir kişi veya partiye istediğini yapmak hakkını vermiyor. Kaldıki Kenan Evren de, Saddam Hüseyin de kendilerini en yüksek oy oranıyla seçtirmişlerdi. Fakat buna dayanarak yaptıkları demokratik olmadı.
Sandıktan oyların çoğunu alarak çıkmak, iktidar olmak, gücü ele geçirmek demektir. Gücün hangi yöntemle ele geçirildiği kısmen önemlidir. Elbette bir askeri darbe veya hukuk darbesiyle gücü ele geçirmekten sandıktan çıkarak ele geçirmek demokrasiye daha yakındır. Fakat yalnız başına bu demokratikliği belirleyici değildir.
İktidarı seçim çoğunluğuyla ele geçirmek demokrasiye kısmen yakındır. Fakat gücün nasıl ele geçirildiğinden çok, nasıl kullanıldığı daha önemlidir. Demokrasi esas burada, yani gücün veya iktidarın kullanımında ortaya çıkar. Başbakan Tayyip Erdoğan bilmeli ki, seçimde çoğunluğu ele geçirip hükümet olmak, bir kişi ve partiye istediği her şeyi yapmak hakkını vermez.
Eğer bir kişi veya parti oy çokluğuna dayanarak istediği her şeyi yapmaya kalkarsa, buna demokrasi değil, çoğunluk diktatörlüğü denir. Demokratik olmak yönetime başkalarını da katmayı, azınlık olanlarıN haklarını da koruyup gözetmeyi gerektirir. Herkesin özgürce örgütlenip kendi iradesiyle katılmasını ister. Hatta çoğunluk zaten egemendir, dolayısıyla çıkarlarını bir biçimde yürütebilir; bu nedenle demokraside esas olan çoğunluk olmayanların haklarının savunulmasıdır.
Buradan baktığımızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın zihniyetinin demokratik olmadığını, tersine hegemonik ve diktatoryal olduğunu açıkça görüyoruz. Ona mevcut söz ve davranış içinde olmayı bu zihniyet yaptırıyor. Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için “Başka adam yok muydu da bunları aday gösterdiler” dedirten işte bu zihniyet oluyor. Meclis ve yemin boykotu yapan milletvekilleri için “Gelmezlerse gelmesinler” dedirten işte budur. Kendisi 326 milletvekili çıkardığı halde “neden 400 milletvekili çıkaramadım” diye şok geçirirken, BDP için “30 milletvekilleri var, daha ne istiyorlar” dedirten mantık işte böyle oluşuyor.
Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan mantık tehlikelidir. Bu mantık en az bir askeri diktatörlük kadar faşist ve baskıcı iken, tersinden bir de kendini demokratik sanır. Onun için de çok daha pervasız veya AKP deyimiyle çılgınca hareket eder. Nitekim AKP’nin polis devleti oluşturma pratiği işte bu noktaya varmıştır. Başbakan’a “çocukta olsa, kadın da olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacaktır” dedirten işte bu zihniyeti olmuştur.
Şimdi bu zihniyet 12 Haziran seçiminde hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca adeta şoke olmuş ve çılgına dönmüştür. Seksenbeş bin oyla seçilmiş olan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi için YSK’ya başvuruda bulunmak işte bu çılgınlığın pratikleşmesi olmuştur. Tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemesi karşısındaki tavrı AKP gerçeğini bir kez daha ele vermiştir.
AKP bu tür saldırı ve hukuk darbeleriyle rakiplerinin iradesini kırıp meclisin tek hakimi olmak istemektedir. Bunu başarırsa seçimde ulaşamadığı sonuca ulaşacak, başta yeni anayasa yapımı olmak üzere her şeyi tek başına yapmaya çalışacaktır. Bu temelde de çoğunluk diktatörlüğünü inşa edecektir.
AKP’nin mevcut söz ve davranışlarla ulaşmak istediği sonuç budur. Belliki bu sonuç demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü açısından tehlikelidir. AKP’nin dayattığı bu tehlikeli gidişe izin ve fırsat vermemek gerekir.
Adil Bayram
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar
12 Haziran seçimleri sonuçlandı. Seçim sonrası temel gündemin yeni anayasa olacağı üzerinde bir görüş birliği oluşturulmaya çalışıldığı da gözleniyor. Peki, bunun böyle olduğunu belirleyenler kimler? Yeni anayasa referandumu dokuz ay önce yapıldı ve hâlâ bu anayasanın ne olduğu anlaşılmamışken, o dönemde söylenenlerin hiçbirisinden (AKP dışında) kimse bir fayda görmezken, şimdi kalkıp “temel gündem yeni anayasadır” demek ne anlama geliyor?
Kuşkusuz Türkiye siyasetinden bîhaber değiliz, fakat esas gündemin bu olmadığını da iyi biliyoruz. Oysa daha derinlikli ve cesur bakılsa temel gündemin Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye amaçlı sistemli ve çok yönlü bir saldırının seçim öncesinden başlatılıp seçim sonrasında ise çok daha derinleştirilerek sürdürüldüğü ve sürdürüleceği gerçeği olduğu görülecektir.
Elbette bu görüşe nerden vardığımız sorulabilir, hatta tuhaf bile karşılanabilir. Fakat bu görüşün dayandığı sadece üç hususu dile getirmek bile sanırız belli bir fikir verir ve bu görüşün doğruluğuna en azından kişiyi meylettirebilir.
Her şeyden önce, 14 Haziran’da Sivas’ın İmranlı ilçesinde 3 HPG gerillasının katledilmesi olayı sizce ne anlama geliyor? Biraz gerilere gidin ve 1920’de gerçekleşen Koçgîrî isyanında durun ve düşünün: Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı ilk isyan nerde oldu ve isyanın merkezi neresiydi? Bu isyan nasıl bastırıldı? Kim tarafından bastırıldı? Ve en önemlisi, nasıl bir yöntemle bastırıldı? İşte o zaman İmranlı’nın bilinçli bir şekilde seçildiğini görür ve 3 HPG gerillasının böylesi bir süreçte burada katledilmesinin nedenini daha iyi anlarız.
İmranlı, Koçgîrî Aşireti’nin yaşadığı coğrafyanın merkeziydi. Özerk bir yönetime sahip bir Kürt bölgesiydi. 1920’lerde şimdiki Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı bu bölgede bir halk hareketi gelişti. Programı belli olan ve çok bilinçli bir şekilde gelişen ilk Kürt halk hareketi olma özelliğine sahipti. Bu hareket Mustafa Kemal’e bağlı güçlerce tasfiye edilmek üzere bir askeri saldırıya maruz kaldı. İşin ilginci, bu askeri harekâtta ordunun başında olan kişinin halk arasında Topal Osman denilen Laz kökenli bir kişi olmasıydı. Bugün ise aynı coğrafyada bir askeri harekât başlatılmış ve bu sefer ordunun başında Gürcü kökenli Tayyip Erdoğan var. Ve öyle gözüküyor ki, bu harekâtın sınırları Tokat ve Çorum başta olmak üzere Alevi inancına sahip Türk ve Kürtlerin yaşadığı alanların hepsini kapsayacak. Bu nedenledir ki 3 HPG gerillasının katledilmesi, tarihin tekerrür ettirileceğinin açık bir ifadesi olmaktadır.
Hatırlanacağı gibi, 1993’te Sivas Madımak Oteli katliamında da dönemin özel savaş sistemi yapacağı katliamların ne düzeyde ve vahşice olacağını ortaya koymuştu. Sivas boşuna seçilmemişti. Çünkü hem Alevi Kürtlere ve hem de Türkmenlere ya da Alevi Türklere en iyi mesaj buradan verilebilirdi. Pir Sultan Abdal’ın ve Alîşêr’in mekanında gerçekleştirilen bu katliam, faşizmin kendisini tüm Türkiye ve Kürdistan'a nasıl taşıracağını ve neler yapacağını açıkça gösterir nitelikteydi. Buradan baktığımızda 3 HPG gerillasının katledilmesi, AKP hükümeti ve Türk devlet yönetiminin seçim sonrasında yapacağı temel çalışmanın bir imha ve tasfiye saldırısı olacağını açıkça ortaya koymaktadır.
İkincisi, KCK davası adı altında rehin tutulan Kürt siyasetçilerine yönelik 14 Haziran’da verilen hapis cezaları sizce neyi ifade ediyor?
Üçüncüsü, Kürdistan'a yönelik geliştirilen bu askeri, siyasi, hukuki, sosyal vb. alanlardaki harekâtın Türkiye toplumunun yarısı tarafından onaylanmış olması gerçekliğidir. Düşünün ki, bırakalım faşizme doğru yürümeyi, artık onu kurumlaştırmayı ifade eden bir parti üçüncü kez iktidara geliyor ve karşısında muhalefet olabilecek (Kürt Özgürlük Hareketi dışında) fazla da bir güç ve örgütlülük yok.
Peki, AKP’nin ve tabi Tayyip Erdoğan’ın faşizmi kurumlaştırırken toplum tarafından benimsenmesi acaba neyi ifade ediyor? Bu soruya soruyla karşılık verelim. Peki, sizce Hitler Almanya’da neden iktidar oldu? Elbette buna birçok neden sayabilirsiniz, fakat bizce Almanya’da Hitler’in iktidar olmasının en önemli nedeni toplumda var olan “umutsuzluk”tu. “Umut olmayan yerde Faşizm vardır” gerçeği Türkiye'de de kendisini-hem de çağdaş olduğunu söyleyen, Ortadoğu'ya model olduğunu iddia eden Türkiye'de-açık bir şekilde gösteriyor; göstermekle de kalmıyor, ağır bir biçimde üstümüze çörekleniyor. Dolayısıyla AKP ve Tayyip Erdoğan’ı en iyi Hitler Almanya’sının o dönemde içinde bulunduğu durum açıklıyor.
Yerin gelmişken bir hususu da belirtmek gerekir. Tayyip Erdoğan seçim sonrası konuşmasında “Adnan Menderes ve arkadaşlarının intikamını aldık, onların yapmak istediklerini şimdi biz yapıyor ve onları yaşatıyoruz, onları idam edenlerden de hesap soruyoruz” anlamında bir konuşma yaptı ve bu konuşma esnasında adeta kendinde geçer gibi davranışlarda bulundu. Tabi ki bu idamların hesabı sorulmalı, ama Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının hesabının da sorulması gerekmiyor mu? Oysaki Tayyip Erdoğan seçim öncesinde, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın neden idam edilmediğini sorarak, o süreçte kendileri iktidarda ya da koalisyon hükümetinde olsalardı idamı onaylayacaklarını söyledi. Bunu diyen Tayyip Erdoğan, şimdi Kürt halkının idam fermanının altına imza atmış ve bunu pratikleştirmeye de başlamış. O halde Adnan Menderes’in idamının hesabının da onu asan zihniyet ve sistemden değil de(ki Tayyip Erdoğan bu sistemin merkezine yerleşti), Kürtlerden, devrimci-demokratlardan ve Türkiye'de yaşayan diğer halklardan sorulacağını da görmek gerekecek.
Tüm bunları dile getirirken, karamsar olduğumuzdan değil, tam tersine faşizme karşı mücadele ede ede bugünlere gelen Kürt halkının gerçekliğini derinden tanıdığımız, bunun yarattığı umudu ve yaşam sevincini derinden yaşadığımız için dile getiriyoruz. Ama Türkiye toplumunun bu kadar umutsuz olmasını ya da umutsuz kılınmasını da doğrusu kabul edemiyoruz.
Umut devrimci-demokratların en temel güç kaynağıdır; ama aynı zamanda umut yaratmak da yine devrimci-demokratların en temel özelliği ve görevidir. Eğer bugün Türkiye'de faşizm kurumlaşıyor ve bir halkın imhası için sistemli bir saldırıya geçiyorsa, devrimci-demokrat güçler kendilerini ciddi olarak sorgulamalılar. Tabi sorgulamakla beraber, pratik adımlar atarak örgütlenmelerini yaratmalılar. Bu da elbette Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun bir çatı örgütlenmesine dönüştürülmesi temelinde taçlandırılması olacaktır. Bunun başka bir yolu yok!
Neden mi? Çünkü gidecek başka bir Türkiye yok! Ya hep beraber özgürce yaşayacağımız demokratik bir Türkiye yaratacağız ya da faşizmin şefkatli kollarında toplumsallığımızla birlikte can vereceğiz!
Edip Koçgîrî
- Ayrıntılar
Hiç kuşku yok ki, Türkiye’de yaşanan son siyasal kriz bir AKP ürünüdür. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ile başlayıp meclis boykotuna kadar uzanan ve adına “yemin krizi” denen olayların yaratıcısı AKP’dir. Herkes şimdi bu gerçeği çok daha açık olarak görüyor. Başlangıçta biraz YSK ve mahkemelerin marifeti gibi görünmüş olsa da, kısa sürede bunun arkasındaki AKP siyaseti açığa çıktı ve herkes baş sorumluyu rahatlıkla görür hale geldi.
Peki AKP, çok yüksek bir oyla kazanmış olduğu bir seçim ardından böyle bir siyasal krizi neden ortaya çıkartıyor? Bu sorunun cevabı basit ve açık: Karşıtlarının siyasal iradesini kırmak istiyor da ondan. Yani BDP, CHP ve MHP’yi iradesiz kılmak istiyor. Muhalefeti rehin almaya çalışıyor. Özellikle BDP’yi, yani Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu tümden iradesiz ve etkisiz duruma düşürmek istiyor.
Peki, niye kendi dışındaki herkesi adeta bir siyasal rehine düzeyinde etkisiz hale getirmek istiyor? Bu sorunun cevabı da basit ve açık: AKP yeni anayasayı kendi başına ve istediği gibi yapmak istiyor da ondan. AKP Türkiye siyasetini kendi iktidar hegemonyasına dayalı olarak yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Aklında “iki partili başkanlık sistemi”, yani ABD düzeni var. Dahası kendinin uzun vadeli iktidar olduğu, bir de asma yaprağı türünden muhalefet partisinin bulunduğu bir düzeni arzuluyor. Eğer yapılacaksa yeni anayasanın bu temelde yapılmasını istiyor. Onun için de, bunun önündeki engelleri temizlemeye çalışıyor.
AKP, bu sonuca 12 Haziran seçim sonuçlarıyla ulaşacağını hesaplıyordu. AKP hesabına göre, nasıl olsa yüzde on baraj korkusu nedeniyle BDP seçime girmeye cesaret edememiş, seçim dışı kalmıştı. Bağımsız aday yöntemiyle de en fazla yirmi veya yirmibeş milletvekili çıkarabilir, en çok küçük bir meclis grubu olabilirdi. Kaset skandalları ve teşhirle de MHP yıpratılıp seçimde barajın altına düşürülürse, o zaman AKP dört yüze yakın milletvekili çıkararak meclisin esası haline gelirdi. Böyle bir grupla da anayasayı istediği gibi yapar, yasaları istediği gibi düzenler, padişahlık devri gibi iktidarını tesis ederdi.
Bazılarına bir hayal gibi gelebilir ve mantıksız bulunabilir, fakat bu bir gerçektir. AKP’nin 12 Haziran seçim stratejisi buydu ve bütün hesaplarını bu temelde yapmıştı. Sonucun böyle olacağına da kendini epeyce inandırmıştı. Bütün politikalarını buna göre oluşturmuş, adeta bu sonuç bir gerçekmiş gibi plan ve hesap yapmıştı. Neredeyse farklı bir ihtimali hiç düşünmez ve ona yer vermez hale gelmişti.
İşte 12 Haziran seçim sonuçları AKP’nin bu hayallerini yıktı, hesaplarını bozdu. AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı adeta şoke etti. Bazıları diyor, AKP de seçimin kazananı oldu! Peki, nerede AKP’nin kazancı? Onlara göre, AKP yüzde elliye yakın oy almış, bu çok önemliymiş, dolayısıyla AKP seçimi kazanmış! AKP’nin yüzde elli oy aldığı doğru da, ne yapsın AKP yöneticileri ve Tayyip Erdoğan yüzde elli oyu? Onlara milletvekili lazım, meclis grubu lazım, mecliste üçyüzaltmışyediyi geçmek lazım! İktidar hegemonyası kurabilmek bunu gerektiriyor.
AKP 12 Haziran seçiminde bu sonuca ulaşacağına dair kendini çok, ama çok inandırmıştı. Bunun için tatlı iktidar hayalleri kurmuş, hesaplar yapmıştı. Oysa seçim sonuçları farklı çıktı ve AKP’nin bütün hesaplarını bozdu. Şimdi AKP ve Tayyip Erdoğan bu sonuca çok öfkeli. Bu sonucun ortaya çıkmasında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku belirleyici rol oynadı. Dolayısıyla AKP, her şeyden çok Blok’a öfkeli. AKP’nin tatlı hayallerinin kursağında kalmasında Kürtler belirleyici konumda oldular. O nedenle Kürtlere öfkeli. AKP’ye bu yenilgiyi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan yaşattı, dolayısıyla Kürt Halk Önderi’ne öfkeli.
Bu nedenledir ki hepsine saldırıyor. Önce tüm seçim sonuçlarına saldırıyor. Muhalefetin iradesini kırmayı hedefleyen bu siyasal kriz buradan oluştu. Yine en çok Blok’a saldırıyor. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinden tutuklu vekillerin tahliye edilmemesine kadar varan olaylar bunu ifade ediyor. Tayyip Erdoğan o kadar öfkeli ki, bağırarak “Gelmezlerse gelmesinler” diyor. AKP polisi Kürtlere saldırıyor. Ölüm döşeğinde çırpınan birçok insan var. Kürt halkı üzerindeki polis terörü doruğa çıktı. AKP ve Tayyip Erdoğan Kürt Halk Önderi’ne saldırıyor. Sudan gerekçelerle İmralı görüşmesi engellendiği gibi Tayyip Erdoğan her fırsatta Kürt Halk Önderi’ne cevap vermeye ve siyasi etkisini kırmaya çalışıyor.
Buradan başa, yani AKP’nin mevcut siyasi krizi neden yarattığına dönüyoruz. İşte seçimle ulaşmayı hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca, AKP bu kez aynı sonuca hukuk komplolarıyla ulaşmak istiyor. Saldırılarla rakiplerinin siyasal iradesini kırıp yama durumuna düşürerek hayal ettiği hegemonik iktidarını bu temelde kurmayı arzuluyor.
AKP eğer bunu başarırsa, yani başta BDP olmak üzere rakiplerini teslim alıp kendine yama haline getirirse, o zaman bu temelde arzu ettiği iktidar sistemini kuracak. Yeni anayasayı buna göre yapacak. Yasaları bu çerçevede düzenleyecek. Bürokrasiyi kendi isteğine göre şekillendirecek. Zaten Cemil Çiçek’i de bunun için meclis başkanı yapıyor. Bu dönemin en stratejik çalışmasının başına getiriyor. Yalnız başına bu bile AKP’nin hesaplarını açıkça gösteriyor. Bunlar gerçekleşirse, o zaman Türkiye bir AKP hanedanlığına dönüşecek. Hesap budur ve bunu herkes görmelidir.
Yok, eğer AKP rakiplerini teslim alamazsa o zaman ne olur? Öyle anlaşılıyor ki sert bir mücadele yaşanır. O durumda büyük ihtimalle AKP yeni bir anayasa yapmaktan vazgeçer. Zaten yarattığı bu krizin bir amacı da, yeni anayasa yapmaktan vazgeçmenin gerekçesini hazırlamaktır. Nitekim 12 Eylül 2010 referandumu ardından söz vermesine rağmen, çok kısa bir sürede yeni anayasa yapımından vazgeçmiştir. Şimdi de böyle yapabilir ve “mevcut anayasa demokratiktir, yeterlidir” diyebilir.
AKP oyun ve saldırıları karşısında doğru tutum alıp etkili politika izleyebilmek için, önce onun amaçlarını bilmek gerekir. Dikkat edilirse, son krizi yaratmada AKP’nin tehlikeli amaçları vardır. Herkes bu gerçeği görerek, AKP’nin bu sinsi ve tehlikeli amaçlarının aleti olmamalıdır. Özellikle halkın seçtiği vekillerin çok dikkatli hareket etmeleri gerekiyor. AKP oyunlarına karşı halkın çıkarını gözetecek tutumu her zaman göstermeleri zorunludur. Kısaca herkesin bu AKP oyununu bozmak için direnmesi lazımdır. Zaten şimdiye kadarki direniş AKP oyununu büyük ölçüde bozmuştur. Fakat gevşememek, aldanmamak, oyunu tümden bozana kadar mücadele etmek önem taşımaktadır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Che’nin teslim alınmayan ruhunda bahsettik. Che’nin teslim alınmayan ruhu öncelikli olarak özgürlüğü olan aşk düzeyindeki tutkusudur. Che’nin teslim alınmayan ruhu onun halkların özgürlüğüne olan sevdası ve de dünyada yaşanan her türden adaletsizliğe karşı baş koyuşudur.
Ve o bu sevdası için boşuna:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” dememiştir.
Ve boşuna çocuklarına bıraktığı mektubunda: “Babanız düşündüğü gibi hareket eden bir adamdı ve kesinlikle inançlarına bağlıydı. Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” dememiştir.
Özgürlük ruhuyla yanıp tutuşanlar, yeni bir dünya yaratmak isteyenler ve her zaman güzel bir şeylerin yapılabilineceğine inançları tam olanlar asla ama asla hayallerinden vazgeçmezler. Ütopyaları onları her zaman yeni kıtalara sürükler, arayışları asla ama asla tükenmez. Çünkü onlar güzel ve iyi yarınların elçileridirler. Onlara doğrunun ve adaletin şaşmaz takipçileri ve savaşçılarıdırlar. Bundandır ki onlar asla ama asla yerlerinde duramazlar.
Hani derler ya Che çok sevdiği güzel annesine Küba’da Afrika yollarına düştüğünde yazdığı mektubunda ”Rosinante’nin kaburgaları yine batıyor bana ve yollara düşmeliyim.” Cümleler belki tam böyle olmayabilir. Ama her halükarda Che en çok sevdiği insana yani annesine bıraktığı mektubunda boşuna bunlarda bahsetmemiştir.
Rosinante biliniyor İspanya’nın büyük yazarlarında Cervantes’in Donkişot adlı kahramanın at’ının adıdır. Donkişot ve atı nerede bir haksızlık varsa oraya koşuşturur. Bu gelişmiş kapitalist vahşete karşı feodalizmin zihniyeti ve araçlarıyla da olsa inancından bir şey yitirmeden sürdürülen bir kavgadır. Ve bu kavganın içerisinde inanç vardır, sevda vardır, romantizm vardır, hayal vardır, gelecek yarınların daha iyi olması için kavga vardır, ahlaki değerleri koruma vardır ve her şeyden önce adalet arayışı vardır. Ve bunların hepsi hiç şüphe yoktur ki Che’de vardır.
Ve bugün bu ruh Che’nin takipçileri olan gerillalarda vardır. Aynı Che gibi yollara düşen Kürdistan gerillalarında vardır.
Ve bu Che gibi olan yoldaşlarımızın bir tanesi de aynen Che’nin izinden yürüyen Seyit Rıza yoldaşımızdı.
Onunla kalanlar bize seyit Rıza yoldaşı anlatırlarken: “Seyit Rıza arkadaş aydın bir aileden geldiği için, ciddi anlamda kişiliğinde devrimci düşüncelere ve sosyalist inanca dair bir altyapı vardı. Fakat tüm bunları tam olarak yorumlayamıyor, çelişkilerini tam anlamıyla şekillendiremiyordu. Bunlar da onun gençliğinden ve tecrübesizliğinden ileri gelen durumlar oluyordu. Kendisi bu konular üzerinde bütün arkadaşlarla tek tek tartışıyor, okuyor ve düşünsel derinliğe ulaşmaya çalışıyordu. Birçok sosyalist örgütle, PKK arasındaki ayrımı görüyor ve anlıyordu. Fakat tam olarak bunların nerede ayrıştığını ve nasıl mücadele yürüttüklerini kestiremiyordu. Kendisini dağlara getiren temel nedenin de bu olduğunu biliyordu. Hatta “beni buraya getiren PKK’nin sosyalizm anlayışı, fakat bu tam olarak nedir?” diye soran gözlerle, hayatın her alanına bakmaya, okumaya, düşünmeye çalışarak onu bir an önce bulmak istiyordu” diyeceklerdir.
Başka bir yoldaş ise: “geldiği ilk anlarda sürekli okuyan, çok soru soran bir arkadaştı Seyit Rıza. Yaşına ve toyluğuna bakıp, onun bu kadar öğrenme istemi karşısında bütün arkadaşlar hayrete düşüyordu. Fakat o bunların hiçbirini göz önünde bulundurmuyor ve daha çok kendisini geliştirmek-eğitmek için bütün çabasıyla uğraşıyordu” diyecektir.
Ve işte Che geleneği budur. Yeni ve güzeli bulmak için adeta sürekli aramak, aramak ve aramaktır. Ve bu aramayı ise insanlık tarihinin derinliğinde aradığı gibi içerisinde çıktığı, yaşadığı toplumun acılarını hüzünlerini görerek adaleti aramaktır. Haksızlıklara karşı başkaldırarak aramaktır. Bunun içinde gerillaya geldiği 2004 yılından başlayarak: “Aslında Seyit Rıza, gerillacılık kurallarını ve disiplinini, kendi kişiliğinde o kadar güçlü şekillendirmişti ki, pratik sahada yaşayacağı her türlü duruma, zihinsel anlamda kendini her zaman hazırlamıştı” denilecektir.
Ve o Rosinante'sine binerek yola çıkarken yoldaşları onun için:”Karadeniz önerisi olduğunu söyledi ve ısrarla gideceğini belirtti. Kendisine “yerelden katılmışsın, gençsin örgütün eğitim sahalarında bir eğitim alsan iyi olmaz mı?” dediğimde, belki bu görüşü ona oradaki her arkadaş da söylemiş olabilir. Onun verdiği cevap “heval önderliğin savunmalarını okudum. Burada da üzerinde eğitim gördüm. Çıkardığım sonuçlara göre sürece katılmak, pratik yapmak gerektiğine inanıyorum. Hem gelişmenin de bundan geçtiğini biliyorum. Gençliğim dezavantaj değil benim için avantajdır” dedi. Gerçekten inanarak açılım alanlarında pratiğe gitme kararlılığındaydı. Ve onu vazgeçirecek bir şeyde yoktu” diye de ekleyecektir.
Evet, gencecik bir beden, gencecik bir özgürlük ruhu yollara bir çıkmaya başlasın artık onu tutacak ve durduracak hiçbir güç ama hiçbir güç olamaz. Ve bu seçkin özgürlük ruhunu tüm yüreğinde, bedeninde, zihninde yaşayarak taşımış olan bir özgürlük savaşçısı da hiç şüphe yoktur ki Seyit Rıza yoldaşımız olmuştur.
Devam edecektir.
K.Nurnak
- Ayrıntılar
