Şu gördüğünüz patikalardan 19 yıl önce geçmiştim. Evet, biz hareket olarak ekmek parası bulamayacak günlerden bugünkü düzeye geldik. Ama kanımızı dökerek, canımızı vererek. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık nedir bilmeden, karanlık, kar çamur, fırtına demeden yürüyerek geldik.
Kürtlerin başı sağ olsun! Sarı İbrahim’in (Ramazan Toptaş) haince katledildiğinde duyunca Kürt halkına bu sözü söylemek gerek. Çünkü gerillacılık yapmaya başladığı günden bu yana Kürdistan’da adım basmadık bir karış toprak, kovuğunda yatmamış bir ağaç ve dibinde oturmamış bir kaya bırakmayan Sarı İbrahim’i geçtiği ve kaldığı yerlerde halktan kişilerin tanımadığı kimse kalmamış.
Gerek 80’li yıllarda henüz silahlı propaganda birimindeyken onu görenler olsun, gerek 90’lı yıllarda geçip kaldığı yerlerde onu görenler olsun ve gerekse Amanos, Karadeniz ve Koçgiri’de gerillacılık yaptığı günlerde onu görenler olsun hala ondan sonra giden arkadaşlarına onu soruyorlar. Kimisine gülüşüyle etki bırakan Sarı İbrahim, kimisine de duyarlılığıyla etki bırakmıştır. Gezip gördüğü, gerillacılık yaptığı her yeri adım adım bilirdi. O yüzden oturduğu her gerilla mangasında, çadırında herkes çevresine toplanır pür dikkat onun anlatımlarını dinlemeye başlardı. Çünkü konuştukları yılların gerisinde kalmış güzel, mücadele, arkadaşlık ve yoldaşlık dolu günlerdi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihiydi anlattıkları. Gerillanın moral ve coşku dolu gerçek dünyasıydı. O yüzden girdiği her ortama bir pir havası estirir, yeni eski tüm gerillaları çevresinde toplardı.
Her Kürdistanlı ve onu gören Türkler bile hep onu sorar ve onu anlatırdı arkadaşlarına. Kimisi duyarlılığını anlatırken, kimisi gülüşünü, kimisi bakışını anlatırken, kimi efsane gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’ın silah arkadaşlığını anlatırdı birbirine ve onu tanımayanlara.
Bazen gerilla olarak ya da gerillalarla birlikte bir yerden geçerken bir çay içmek için durduğunuz Kuzey, Güney, Doğu Kürdistan köyü olsun fark etmez yanınıza yaklaşan bir yaşlının Sarı İbrahim’i tanıyor musunuz(?), durumu nasıl acaba diye sorularıyla karşılaşırsınız. Evet o çokça sorulan, tanınan Kürdistan’ın 28 yıllık gerillası Sarı İbrahim bu Sarı İbrahim’di.
İlk karşılaşmamız!
Onunla ilk kez 14 yıl önce Amed Eyaleti’nin Muş Güney’i bölgesi olarak tanımlanan Şen yaylasında karşılaştım. O sırada yine mesleğim gereği yanlarına gitmiştim.
O sırada bölgede 500’ün üzerinde gerilla vardı. Henüz tanışmamıştım. Ancak hareketliliği, her üç adımda bir birkaç gerilla tarafından yolu kesilerek bir şeyler sorması, bunun üzerine onun konuşmaya başlaması, konuşurken kafasını sağa-sola sallaması ve çevreyi kolaçan etmesiyle farkı belli oluyordu. Bir de yaşıyla farkı belli oluyordu. Yaşına rağmen koruduğu umutları, gençlik ruhuyla içinde bulunduğu gencecik gerilladan hiçbir farkının olmadığı anlaşılsa da olgunluğu, yüzündeki derin çizgilerden belli oluyordu. Yanımdaki gerilla komutanlarından Muşlu Rêzan’a o kadar ilgiyi üzerine çeken gerillanın kim olduğunu sormuştum. Rêzan Kürtlerin efsane gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’la kalan Kürtlerin Sarı İbrahim adlı gerillasının o olduğunu söyledi. Yanına yaklaşarak Mahsum Korkmazla olan günlerini kendisinden dinlemek istediğimi söylemiştim. Beni “hoş geldin” diyerek güler yüzle karşılamasına rağmen o günleri kendisinden dinlemek istediğimi söylediğimde kafasını eğip ayaklarının altındaki toprağa baktı. Bir süre sonra başını kaldırarak “o ağır ve zor günleri anlatmak da zor. O günleri anlatabilmek için güç gerekir. Çünkü aradan yıllar geçmesine rağmen hala o anın, Yiğit Komutanımız Mahsum Korkmaz’ın aramızdan ayrılış anının ağır etkisinden kurtulabilmiş değilim” diyerek Kürt halk kahramanı Mahsum Korkmaz’a bağlılığını ve şahadetini kabullenemediğini anlatıyordu. Olayın ağırlığını fark ettim. O yüzden fazla üstelemeden yanından ayrıldım.
Yanlarında bir süre daha kalmama rağmen çok fazla göremedim. Ben henüz işimi bitirip ayrılmadan o oradan ayrılıp Kürdistan dağlarının bir başka bölgesinde onu bekleyen görevler için gitmişti. Orada çok az kalmasına rağmen yanlarından ayrılırken uğradığım Kulp’un köylerinde köylüler beni tanımamalarına rağmen onu sordular. Evet belki az kalmıştı orada. Ama az kalmasına rağmen oradaki insanların yüreğinde yer edinmeyi bilmişti. Ve arkasından artık onlarda onu soruyordu.
Yedi yıl aradan sonra…
Yedi yıl sonra bu kez Güney Kürdistan’ın Kandil sahasında yeniden karşılaştık Sarı İbrahim’le. Bu yedi yıl içinde Sarı İbrahim, Amed’i, Dersim’i, Serhat’ı, Garzan’ı, Koçgiri’yi, Amanosları, Akdeniz ve Karadeniz’i bir Kürt gerillası olarak adım adım gezerek gelmişti. Köz başında yine çevresinde toplanmış bir grup gerillaya bir şeyler anlatır şekilde gördüm onu. “Yine mi sen” diyerek yerden kalkıp gülerek bana doğru geldi. Yerinde oturmam için ısrar etti. Eliyle doldurduğu çayı elime tutuşturup bir de tütün sarmam için tabakasını uzattı.
Arkasından kafasını kaldırıp arkamızdaki dağlara bakarak oradan geçen patikaları bize göstererek, “Şu gördüğünüz patikalardan 19 yıl önce geçmiştim. Yani 1980 yılı sonbaharının son günlerinde buralardan geçmiştim. Sırtımda ise kira almak için taşıdığım kaçakçı malları vardı. O zaman partimizin ekonomik durumu iyi değildi. Ve bazen ekmek alacak para bulamıyorduk. İşte ben de o zaman birkaç kuruş kazanmak için birkaç kere kaçakçıların yüklerini taşıyarak bu patikalardan geçmiştim. Şimdi ise buralarda yüzlerce gerilla arkadaşım var yanımda. O patikalara her baktığımda o zorlu günlerimiz geliyor aklıma. Ve dönüp yanımdaki arkadaşlarıma bakın işte nereden nereye geldiğimizi anlatmaya çalışıyorum. Evet biz hareket olarak ekmek parası bulamayacak günlerden bugünkü düzeye geldik. Ama kanımızı dökerek, canımızı vererek. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık nedir bilmeden, karanlık, kar çamur, fırtına demeden yürüyerek geldik” diyerek Kürt özgürlük hareketi, mücadelesi ve savaş tarihini anlatıyordu.
Mahsum Korkmaz’ın emanetiydi!
Sarı İbrahim Kürt halkı içinde olduğu kadar gerilla arkadaşları arasında da çok tanınan, adı, sanı, cesareti, emekçiliği, dürüstlüğü, kahramanlığı ve efsanevi gerillacılığıyla bilinirdi. Gittiği her yerde ilgi odağı ve büyük bir saygıyla karşılanırdı. Çünkü o Kürdistan dağlarındaki gerillaya efsanevi gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’ın bir emanetiydi. O yüzden onu ilk görenler gülüşünde, yüzünde, mimiklerinde, davranışlarında Mahsum Korkmaz’ı göreceklermiş gibi bakarlardı. Gerilla arkadaşları çevresine toplanıp sohbetlerini dinler, onlara Agit’li günlerden aktaracağı birkaç kelimeyi dinlemek için pür dikkat onu dinlerlerdi. Evet o Kürt halkının tanıdığı Sarı İbrahim olduğu kadar gerilla yoldaşlarının, Agit’le kalmış, onunla savaşmış, onunla yürümüş, onunla eylemlere katılmış, onunla özgürlüğe koşmuş bir kavga arkadaşlarıydı. Silah ve kavga arkadaşları şimdi üzgün, kızgın ve intikamını öfkesiyle bileniyorlar. Çünkü kutsal emanet Sarı İbrahim ‘böyle ölmemeliydi’ diyorlar. ‘O çözüm gününe kadar yaşamalı ve gelecek kuşaklara, yarının çocuklarına Mahsum Korkmaz’ı anlatmalıydı’ diyorlar…
Son görüşmemiz olaydan 3 gün önceydi….
Sarı İbrahim’i 1992 yılında ilk kez gördüğümden bu yana sürekli görmek istemiştim. Onu görüp gerilla arkadaşlarının merak ettiği Mahsum Korkmaz’ı bana da anlatmasını istiyordum. Her gördüğümde ‘ilk sorum Heval İbrahim bu sefer anlatacak mısın’ o da her seferinde gülerek, ‘Arkadaşlara sürekli anlatıyorum.
Ama sana da bir gün mutlaka özel olarak anlatırım’ diye cevaplardı. Kürtler için farklı bir anlamı olan Ağustos ayının yaklaştığı günlerde yakınlarında bulunduğum Sarı İbrahim’in kapısını, Ağustos sıcağını anlatması için yine çalacaktım. 1 Ağustos’ta uğradığı silahlı saldırıdan 3 gün önce 4 saatlik bir yolcuğun sonunda yine kapısına dayandım. Beni gördüğünde gülerek ‘yine sen ve bana Agit arkadaşı anlat diyeceksin değil mi?’ dedi. Ben de “evet Heval İbrahim yine ben ve bana Mahsum Korkmaz’ı anlat diyeceğim” diye cevapladım. Ve yine ‘Agit’i anlatmaya daha zaman var. Yani birkaç yıl daha bekleyeceksin’ diyerek gülüyordu. Mahsum Korkmaz üzerine onu bu seferde konuşturmayı başaramamıştım. Ancak ilk kurşunu sıkan gerillaların Hêzên Rizgariya Kürdistan yani HRK’yi bana anlattı. HRK’lilerin ruhunu, mücadeleye tutkuyla bağlı oluşlarını, yoldaşlık sevgi ve saygılarını anlattı. Botan, Amed, Dersim, Koçgiri’yi, Serhat’ı, Amanoslar, Karadeniz ve Akdeniz’i anlattı. Oradaki gerillacılığını anlattı. Hayat boyunca tedbirsiz davranmadığının altını çiziyordu. Ancak son dönemlerde biraz duyarsızlaştığını da vurguluyordu. Yanında kaldığım iki gün boyunca ne yaptıysam bir tane bile fotoğrafını çekmeme izin vermedi. Çünkü “ben sevmem bu tür şeyleri” diyerek “bu halkın o kadar çok adı, sanı, bilinmeyen kahraman evladı var ki, beni çekip yazacağına onları araştırıp yazsan daha iyi edersin” diyordu.
Bu kez ayak izlerini bırakarak sonsuzluğa aktı…
Yanından ayrılıp kaldığım yere doğru yol alırken, bir süre önce gördüğüm Kaniya Tuyê geldi aklıma. Evet Sarı İbrahim de oradan geçmişti ilk kurşun yıllarında. Oraya ayak izlerini bırakanlardan biri de oydu. Kürt gençlerinin peşine takılarak aradığı ayak izlerinden birinin sahibi yanı başlarındaki Sarı İbrahim’di. Belki defalarca oradan geçmişti ancak belirgin olan onun ilk günkü ayak izleriydi. Ama bu kez ayak izlerini bırakarak eski yoldaşlarının izleri üzerinden sonsuzluğa akıyordu. Akıp gitti berrak bir su gibi. Akıp gitti gökyüzündeki yıldızlar gibi. Akıp gitti gökyüzünden süzülen şahinler gibi.
Kürdistan’ın dört parçası ile Türkiye’nin bir çok yerinde gerillacılık yapmasına rağmen tuzağına düşmediği ölüme bir kontranın silahından çıkan mermilerle yakalandı. Kürtlerin ve gerilla arkadaşlarının en çok zoruna giden de bu olsa gerek. Bu yüzden Kürtlerin ve Kürt gerillası ile dostlarının başı sağ olsun. Ancak bu kadar ucuz gitmemeliydi Kürtlerin gerilla komutanı Sarı İbrahim….
Güle güle Sarı İbrahim! Arkanda intikamını alma hırsıyla bilenen gerilla arkadaşlarını bırakarak gittin. Artık kim onlara Efsanevi Komutan Agit’i anlatacak….
Seyit Evran
- Ayrıntılar
Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, İran devlet ordusunun PJAK’ın varlığını bahane göstererek Kandil’e yaptığı operasyon çok farklı gelişmelerin bir toplamı ve de yeni bir sürecin başlangıcını ifade etmektedir. Bunun için Türkiye'nin ve İran’ın içinde bulunduğu durumu irdelemek gerekmektedir. Böylelikle hem İran’ın neden Kandil’e yöneldiğini ve Türkiye'nin de neden bu operasyona destek verdiğini daha iyi görebiliriz.
14 Temmuz’da yaşanan iki olay, adeta Türkiye'nin siyasi-sosyal yapısını sarstı. Türk devletinin kimyasını değiştirecek gelişmelere vesile olacak bu iki olaydan birincisi, Demokratik Toplum Kongresi’nin ilan ettiği Demokratik Özerklik; ikincisi, Silvan kırsalında operasyona çıkan Türk askerlerinin HPG gerillalarınca kuşatmaya alınıp, asker ve kontralardan oluşan 20 kişinin öldürülmesi.
Bundan sonra ne mi oldu? Demokratik Özerklik ilanına karşı neredeyse tüm Türkiye'de resmi siyaset, sözde aydınlar ve medyanın ünlüleri, sözde analistler ve bağımsız köşe yazarları(!) ortak bir söylemle saldırıda bulundu. Kimisi küfür etti, kimisi alaya aldı, kimisi saçmalayarak “böyle bir ilan anayasaya aykırıdır” dedi, kimileri de bu ilan erkendi, parlamentoda çözüm bulunmalıydı, yasalar esas almalıydı diye beyanda bulundu.
Silvan olayına tepkiler ise akıllara durgunluk veren, bu kadar da olmaz dedirten cinsten oldu. Sanki PKK ile Türk devleti arasında otuz yıla yakındır süren bir savaş yokmuş gibi, sanki neredeyse her bahar, yaz ve sonbahar aylarında PKK ile Türk ordusu arasında çatışmalar yaşanmıyor ve kayıplar verilmiyormuş gibi, sanki Türk ordusu kırsalda, Türk polisi ise şehirde hemen hemen her gün askeri ve siyasi operasyon yürütmüyorlarmış gibi, birden bire tek bir merkezden çıkmış gibi “nasıl olur, PKK gerillaları nasıl Türk askerini vurur, bu caniliktir” gibi söylemler tüm medya kanallarında ve resmi siyasi kesimde dillendirildi.
Milletin gözünün içine baka baka ve onları ahmak yerine koyarcasına “Asker operasyona çıkmıştı, PKK’li teröristleri öldürecekti, ama nasıl olurda teröristler kendini savunur ve bizim askerlerimizi öldürür” gibi sözler kullanılmaya başlandı. Bununla birlikte ve bu bahane edilerek Türk toplumuna yönelik faşist zihniyetli söylemler aracılığıyla bir propaganda bombardımanı yapıldı, Kürtlere yönelik siyasi ve fiziki linç girişimleri tekrardan başlatıldı.
Fakat olay sadece bununla izah edilecek kadar basit değil. Olayın hem Türkiye, hem de Türkiye dışındaki gelişmelere bağlı olarak bu kadar gündem yapıldığı, bilinçli bir şekilde abartılarak, çarpıtarak sunulduğu görülmelidir. Çünkü 14 Temmuz ardından gelişen bazı olaylar gerçekliğe daha geniş bir pencereden bakmamız gerektiğini gösterdi.
Her şeyden önce, Türkiye devleti ve hükümeti bu iki olayı, yeniden özel savaş sistemine geçmek için bir vesile yaptı. 15 Temmuz’da Türkiye'nin bazı kentlerinde yeniden “Kürtlere yönelik linç” girişimleri başlatıldı. Faşist-ırkçı ve dinci kesimler tarafından polis destekli bir biçimde Kürtlere yönelik saldırılar oldu. Toplumda faşist-ırkçı duygular temelinde bir saldırı dalgası başlatıldı. Bu saldırıda Ergenekoncular, milliyetçi faşistler ve dinci faşistler kolkola girerek Kürtlere karşı saldırıya geçtiler. Böylece Kürtler Türkiye metropollerinde sindirilmek istendi. Halen de bu durum devam etmektedir.
İkinci olarak, Kuzey Kürdistan'ın hemen hemen her yerinde askeri operasyonlar başlatıldı ve bu operasyonlar giderek de yayılmaktadır. Adeta Kürdistan'ın tüm alanları işgal edilmek istenmektedir. Aynı biçimde Kürdistan'ın bütün şehir ve kasabalarında Kürtlere karşı faşist polis saldırıları çok azgın bir biçimde ve çeşitli bahanelerle sürdürülmektedir. Bu saldırılarda çocuklar, gençler, yaşlı insanlar yaralanmakta, hatta gaz bombalarının direk insanlar hedef alınarak atılması sonucu ölümler yaşanmaktadır.
Üçüncüsü, öyle anlaşılıyor ki, AKP hükümeti ve onun ABD destekli ortağı Gülen Cemaati, PKK'yi imha ve tasfiye etme konseptini başarıya götürmek için büyük bir gayret içine girmiş ve PKK'yi tasfiye edeceklerine o kadar inanmışlar ki, bunu açıkça dillendirmekten de hiç çekinmiyorlar. Yeniden özel hareket polislerini, yani katliam yapan, kaçakçılıkta nam salan, her türlü hukuk dışı faaliyette bulunan, cinayetler işleyen ve daha nice kirli işleri yapan bu güçleri, Çiller döneminin kirli özel savaş gücünü “PKK'ye karşı mücadelede” kullanacaklarını açıkladılar. Ve beklenildiği gibi Türkiye toplumundan, aydınlarından, çeşitli “insancıl” örgütlerden bu duruma karşı-birkaç kişi dışında- en ufak bir itiraz bile gelmedi. Hatta bunun gerekli olduğunu ve özel hareket polisinin bu süreçte temel güç olduğunu ifade eden, bunu yüzü kızarmadan teorileştiren yazarların sayısında da bir artış dahi gözlenebildi.
Buraya kadar Türkiye'nin iç sorunu olarak algılayabileceğimiz gelişmelerden bahsettik. Dolayısıyla bu durumun pek de anormal görünmediğini dahi söyleyebiliriz. Ancak başka gelişmeler daha var ki, insan onlara bakınca bir filmi yeniden seyrediyormuş gibi bir hisse kapılıyor ve olayların Türkiye'yi aşan bir boyutta olduğunu görüyor.
Bilindiği gibi, 15 Temmuz günü-Türkiye'deki linç girişimlerinin başladığı günde- İran ordusu Medya Savunma Alanlarına yönelik bir askeri operasyon başlattı ve bu operasyon halen devam etmekte. PJAK’ın varlığı bahane edilerek Kandil, Xınêrê ve Xakurkê alanlarını kapsayacak şekilde geliştirilen bu operasyon, giderek PKK’nin bulunduğu alanların kuşatılması ve buraların ele geçirilmesi hedefinde olduğunu göstermektedir. İran-Irak savaşından sonra, ilk defa İran devleti direk olarak kendisi bir coğrafyaya müdahalede bulunuyor. Bu ise olayın çok daha farklı olduğunu, farklı hesap ve kaygıların iç içe geçtiğini gösteriyor.
Ortadoğu'da İran devletinin çok büyük bir etkinliği var. Hemen her yerde İran’ın etkisi altında olan hükümetler, devletler, siyasi oluşumlar var. İran her zaman kendi devlet çıkarlarını bu oluşumlar eliyle korumakta, kendi düşmanlarına karşı da bunları kullanmaktadır. Örneğin, İsrail’le çelişkileri olmasına rağmen hiçbir zaman askeri olarak karşı karşıya gelmediler. Fakat İran destekli Hizbullah örgütü İsrail’le bir savaş içindedir. Yine 2000 yılında YNK-PKK savaşında görünürde YNK PKK’yle savaşıyordu, ama esasta YNK’nin arkasında olan güç İran’dı ve YNK İran’ın taşeronluğunu yapmaktaydı.
Ancak şimdiki durum çok farklıdır. İnsan istemeden şu soruları kendine soruyor: Ne oldu da Ortadoğu siyasetinde bu kadar etkili olan bir devlet, PJAK gibi bir örgüte direk saldırdı? Kendisi bir savaş içine girdi? Onu bu kadar zor durumda bırakan ne oldu? Ya da ne gibi bir çıkar gördü ki, adeta Türkiye'nin taşeronluğunu yaparcasına PJAK ve esas olarak da Kürt Özgürlük Hareketine bu kadar azgınca saldırı içine girdi?
Buna vereceğimiz cevap: Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler, Arap alemindeki halk hareketinin geldiği düzey Kürtlerin bir halk olarak etkin bir güç olma ve belli kazanımlar elde etme imkanını ortaya çıkardı. Dolayısıyla Kürtlerin Ortadoğu'da bir güç olmasını engellemek, Kürtlerin kazanımlarını yok etmek için uluslararası güçler Kürtler hakkında imha ve tasfiye temelinde bir ittifak yaptılar. Bu ittifakın temel yürütücü güçleri ise Türk ve İran devletleri olmaktadır.
Fakat İran’ın durumu ve şu andaki girişimi çok daha değişik nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenler iki boyutludur. Birincisi, İran her şeyden önce Kürtleri inkar eden, imha etmek isteyen bir devlettir. Yani Kürt düşmanıdır. Kürtleri ezmek, bastırmak, kendi çıkarları temelinde kullanmak, asimile etmek için çok açıktan bir siyaset yürütmektedir. Bu siyasetini de “Kürt vardır” söylemiyle yapmaktadır. Yani kaba bir biçimde inkar etme yoktur, onu kabul ediyor gibi gözüküp, ama esasta değişik yollarla asimile edip, kendi devlet çıkarları temelinde Kürtleri kullanmak temel siyaseti olmaktadır. Bugün Türk devletinin ve AKP hükümetinin yürüttüğü siyasetin aynısını İran çok eskiden beri yürütmektedir. Dolayısıyla “Kürt vardır, ama asimile edilmelidir” siyaseti İran kaynaklı bir siyasettir ve şu anda yürütülen de budur.
İkincisi, İran şu anda PKK'nin zayıf olduğunu düşünmekte ve bu zayıflıktan yararlanarak onu ezmek ve tasfiye etmek istemektedir. PKK'yi tasfiye ederse kendisini güvenceye alacak, yine PKK’nin bulunduğu alanlarda kendi hakimiyetini sağlamlaştıracak ve böylece daha güçlü bir konuma ulaşacak. Eğer PKK'yi tasfiye edebilirse, bunu yapan bir devlet olarak Türkiye, Suriye, Irak üzerinde de bir etki gücü haline gelecek. İran’ın bir hesabı da budur.
Üçüncüsü, İran bir yandan PKK ile mücadele ederken, diğer yandan ise küresel sistemin kendisine yönelik saldırılarına karşı kendini sağlama almaya çalışmaktadır. Ortadoğu'daki halk hareketlerinin Suriye’de geldiği düzey onu korkutmaktadır. Suriye rejiminin durumu net değil. Bu netsizlik İran’ı çok ürkütmektedir. Eğer Suriye rejimi yıkılırsa sıranın İran’a geleceği kesindir. Dolayısıyla İran bu durumdan çok ürkmektedir. Bu nedenle de kendi devlet sınırlarını güvenceye almak istemektedir.
İşte PKK'nin bulunduğu Kandil, Xinêre, Xakurkê alanlarına yaptığı saldırıların bir nedeni de budur. Hem PKK'nin buradaki varlığını ortadan kaldırmak, hem bu alanlarda kendisi hakim olmak, hem de bu sınır hatlarında karakollarını oluşturup, askeri mevzilenmesini sağlamlaştırarak kendi hakimiyetini kurmak istemektedir. Bir anlamda kendi sınırlarını sağlamlaştırarak etrafında farklı bir güç bırakmak istememektedir. Bunu gerçekleştirdiği zaman da Irak, Türkiye ve ABD’den gelebilecek saldırılar karşısında kendisini askeri olarak sağlama almış olacaktır.
Dördüncü husus ise, İran’ın 15 Temmuz’da Kandile yönelik geliştirdiği askeri operasyon aslında bir İran-Türkiye ortak operasyonu olmaktadır. Belki burada savaşan İran askerleridir, ama askeri operasyonun hedefi, planlaması bu iki devlet tarafından yapılmış ve uygulamaya konulmuştur.
Peki, mademki bu planlama Türkiye ve İran tarafından yapılmış, neden Türk askeri de bu operasyona katılmadı, diye sorulabilir. İşte işin esası da burda ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye PKK'ye yönelik sınır ötesi bir operasyon yapmak için yeterli güce sahip değildir. Askeri olarak şu an bunu yapacak gücü yok. Ordu ile AKP arasında –her ne kadar açık edilmese de- çok büyük bir anlaşmazlık ve çatışma var. Dolayısıyla AKP Türk ordusunu PKK'ye karşı savaştıramıyor. Ordu AKP’nin çıkarına olacak böylesi bir harekâta katılmayı reddediyor.
Bundan dolayıdır ki, AKP, Türk ordusu yerine İran ordusunu PKK üzerine saldırtıyor. Kendi ordusuna söz geçiremeyince, tarihi olarak Kürt düşmanlığı yapmış olan İran devletinin ordusuna bu operasyon ihalesini verdi ve İran da bu ihaleyi alıp pratikte yerine getirmektedir. Dolayısıyla bu işin taşeronluğunu İran devlet ordusu yapmaktadır. Bu nedenledir ki, Kandil saldırısı sadece İran’ın değil, aynı zamanda Türk devletinin de içinde olduğu bir planın pratikleşmesi olmaktadır. Dolayısıyla şu anda PJAK ile İran ordusu arasındaki çatışmalar esasta sömürgeci soykırım rejimlerinin Kürd’ü inkar ve imha etme çabasının bir sonucu olarak gelişmekte ve PJAK’ın duruşu ve direnişi de Kürtlerin bu sömürgeci soykırımcı rejimlere karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma mücadelesi olmaktadır.
Fakat Ortadoğu öyle bir coğrafyadır ki, tarih burda çok canlıdır ve her an kendisini tekerrür etmektedir. İran’ın şu andaki saldırısı elbette büyük bir Kürt direnişiyle karşılanmıştır. Direnmenin süreceği de görülüyor. Ama işin tuhaf olan ve acaba olabilir mi dedirten bir yanı vardır ki, onu da buraya not düşelim. Saddam Hüseyin rejimi de 1990’da ABD onayıyla Kuveyt’i işgal etmişti. Ertesi yıl ise ABD Irak’ı işgal etmiş ve Irak’ı fiili olarak üç parçaya bölmüştü. Bu olayı hatırlayınca “İran’ın durumu da acaba böyle mi olacak” diye insanın aklına bir düşünce geliyor.
Bakalım neler olacak! İran daha başka neler yapacak! Kimlerin başına ne tür çoraplar örecek!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Türkiye’de, her yenilen genelkurmay başkanının yerine geçen yeni biri klişe bir laf eder.
Ve devam eder der ki, “bitireceğiz, kökünü kazıyacağız PKK’nin”.
Bunlar hep “bitereceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.
Bu ulu ulu ulu Türk Genelkurmaybaşkanlarına ilişkin geçen sene “Ağla Boşbuğ, Kükre Koşaner” diye bir makale yazmıştım.
O makalenin tamamında şunları demiştim.
“Ağla Boşbuğ, Kükre Koşaner
Bir şu T.C devletine bakın, birde O’nuan kimyasalcı ve ağlayan generali Boşbuğ’a bakın.
Bir zamanlar nasıl esip gürlüyordu.
Bir zamanlar nasıl kimyasal silah kulanıyordu.
Gerilla karşısında yenilince.
Bir zamanlar nasıl entel u mentel kesiliyordu.
O yazardan, bu yazardan paragraflar okuyordu.
Bazı yağdancı kalemşörlerde, balon şişirir gibi şişiriyordular kükreyen Boşbuğ’u.
Boşbuğ da kükredikçe, balonu sönüyordu pııııssssss pıııııssss diye.
Boşbuğ’u seyrederken, Büyükanıt denilen Azamput anımsıyorduk.
Diyorduk ki, ama niye hep aynı filmi seyrediyoruz?
Ya bu T.C generalleri sanki kolonlanmış diyorduk?
Bunlar niye aynı maniyi söylüyorlar?
Bunlar hep “HPG gerillalarını bitirmede kararlıyız” diyorlar.
Hiç bir şey onların dedikleri gibi çıkmıyor.
Bu ne haldir, bu yenilgidir.
Uruğ’dan itibaren yenilen yenilene.
Torumtay yenildi. Güreş yenildi.
Kıvrıkoğlu yenildi. Azamput yenildi.
Boşbuğ yenildi. Ne PKK bitti. Ne de HPG gerillası bitti.
Bitenler, gelirken kükreyenler, giderken ağlayarak giden Boşbuğ gibiler oldu.
Şimdi de kükreyip gelen biri daha var.
Adı Sabahattin Işık Koşener.
O da Boşbuğ gibi Egeli.
O da Boşbuğ gibi Manastır göçmeni.
O da bir Sebatayist. Yani devşirme biri. Yani Türk değil.
O da Kürdistan kimyasal silah kullanmış.
Sivilleri katletmiş bir soykırımcı.
JİTEMCİ bir kontgerilla. Özel Harp Daire’sinde yetişme.
Kükreyerek geldi. Ağlayarak gidecek.
Derler ya “Isıran Köpek Dişine Göstermez”.
Yaşayarak göreceğiz. HPG gerillaları Koşaner’i de yenilen bir general olarak emekliliğe sevedecek.
O’na da Egede bir villada denizi seyrederek yenilgisinin anılarını hatırlamak düşecek.
O Ege’nin mavi sularını seyrettikçe düşünecek.
Ve diyecek ki, ya HPG gerillalarına nasıl yenildim.
Ve bu kahırdan ölecek”.
Bunları geçen yıl yazmıştım.
Benim öngürüm iki yıl daha erken yerine geldi.
Koşaner üç yıl yerine ancak ve ancak bir yıl HPG karşısında durabildi.
Üç yılının dolduramadı.
O’nun yenilgisi, diğer genelkurmaybaşkanlarından üç kat daha fazla oldu.
Şimdi O’nun yerine, daha beş yıl önce planlanan bir konseptle Necdet Özel diye birini getirdiler.
Bu Necdet Özel ,çok çok çok özel biri.
Fetullahçı olduğu için kişiliksiz ve karektersiz.
Aynı zamanda, iktidar için tüm değerleri satan biridir, tüm Fetullahçılar gibi
İnsan olmanın dışında nekadar alçaklık özellikler varsa bu Necdet Özel’de bulunur.
Necdet Özel’de ne bir yiğitlik var nede bir asker cesaret.
Dünyadaki genelkurmaybaşkanları içinde, ondan daha fazla kalleş ve daha daha fazla korkak bir general yoktur.
En büyük cesareti ise alçakça kullandığı kimyasal silahlardır.
O’nun emriyle yapılan operasyonlar ve çıkan tüm çatışmalarda Türk ordusu büyük kayıplar vermiştir.
Türk ordusu çatışmalarda kayıp verince, O’nun talimatıyla bu onlarca çatışmada kimyasal silah kullanılmıştır.
Necdet Özel, bu çatışmalarda, nerede, hangi görevde idi, bu çatışmalar tek tek nerede olmuş, çatışmalarda bu pırpırlı general neler yapmış, hepsini tek tek detaylı bir şekilde dünya aleme duyuracağım.
Bu dünyanın en kutsal görevidir. Hem de kutsallıktan da ötedir.
Fetullahçılık nedir, Fetullahçı bir generalin karakteri nedir, Necdet Özel’in özelinde herkes görecek, okuyacak ve duyacak.
Kürdistan halkına savaş açan, Fetullahcı Cemaatin Kimyasalcı Canilerin Başı Hüseyin Gülerce diyordu ki “neler yapılacağını dost düşman herkes görecek”.
Esas Fetullah Cemaatinin Kimyasalcı Genelkurmaybaşkanı Necdet Özel’in neler yaptığını, dost düşman herkes görecek.
Herkes görecek o zaman, hem Necdet Özel hem de Hüseyin Gülerce’yi, bir cümle Fetullahçıların nasıl dünyanın en alçak kişilikleri olduğunu.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Silvan’da faşist ordu ve hamisi AKP hükümetinin başlattığı imha operasyonunda yaşanan çatışma hakkında genelkurmay başkanlığı bir açıklama yayımlamış. ‘İhmali’ araştırmış. Aynı gün farklı yayınlarda Mardin’de üç kontranın öldürüldüğü eylemimiz hakkında da kimi sorular sıralanmış. Kendilerince alınan yenilgilerin hesabını yapmaya yönelen bu iki değerlendirme esasında neye hizmet ediyor? Bu, işimiz değil.
Eğer mümkünse gerilla hakkında, yaptığı ve yapabilecekleri hakkında var olan cehalete bir ışık tutabilmek işimiz.
Gerillanın eğitimi, iradesi, tecrübesi hakkında az çok savaşla ilgilenmiş herkes bir görüş sahibidir. Bu görüşün içinde öne çıkan yan ise gerillanın her açıdan askerden daha üstün ve yetkin olduğu yönündedir. Şüphesiz bu görüş öyle sıradan masa başı söylenmiş sözler değildir. Geçmiş savaş pratiklerinin değerlendirilmesiyle ulaşılan bir sonuç. Yani NATO’nun en büyük ordularından biri olmakla övünen, en güçlü polis gücüne, özel harekata, jandarmaya, MİT’e, Jitem’e, geniş bir korucu ordusuna sahip olan bir devlet karşısında bunca sene savaşma gücünün ortaya çıkardığı bir sonuç. Daha doğrusu tüm bu güçlere rağmen daha da güçlenen, profesyonelleşen, taktik ve teknik açıdan, moral ve motive açısından kendini geliştiren, yenilmezliği yanında etkili ve güçlü darbeler vurabilen bir güç olmasının ortaya çıkardığı bir sonuç.
Böylesi tespitleri sivil-asker tüm devlet yetkilileri dile getirdi, getiriyor. En son özel harekatçılara devredilen savaş tartışmalarında da açığa çıktığı gibi ordu yenilgiyi de kabul etmiş durumdadır.
Velhasıl, demek istediğim ordunuz, güvenlik adını taktığınız baskı güçleriniz gerillayla baş edecek düzeyde değildir.
Neden mi?
Çünkü gerilla algılarınızın ve anlayışınızın ötesinde var olan bir duruştur. Bir çizgi, bir felsefedir. Bu felsefeyi anlamaya çalışmak onun gibi yaşayıp, onun gibi düşünmek, hissetmekle mümkündür. Bunu bilemez, gerillanın özellikle Kürdistan’da gerilla olmanın ne demek olduğunu, ne anlam taşıdığını bilemezseniz onun hakkında söyleyeceğiniz, eylemleri hakkında söyleyeceğiniz her şey de boş olur.
Gerilla her şeyden önce haklı ve meşru bir savunma savaşı yürütmektedir. Orantısız güç, gereksiz şiddet peşinde koşan insan topluluğu değildir. Amaç-araç ilişkisini çok iyi özümsemiş, yaptığı eylemin ve pratiğin tamamen amaç hizmetinden olmasına dikkat eden bir güçtür. Bu kendisinde var olan içselleştirdiği ideolojik bakışıyla bağlantılıdır.
Sanıldığının aksine gerilla sabah akşam klasik ordu eğitimlerinden geçmez. Gerillanın eğitimi düşünsel, ideolojik alandadır. Yani sizin o terörist olarak adlandırdığınız insanların bir cebinde kitabı, bir cebinde bombası durur. Kitapsız, yönsüz ve yolsuz değildir.
İkinci olarak gerilla iradeli insan demektir. Bir lokma, bir hırka felsefesiyle yaşayan çağdaş dervişler konumundadır. Yetinmeyi bilir. Çok istemez. Gerekirse günlerce aç, susuz, uykusuz kalabilir. Ama bu onun hareket kabiliyetinde, vuruş gücünde herhangi bir eksiklik, hata yaratmaz. Çünkü o hareketinin, eyleminin bilincinde olan insandır. İnsani zaafların, nefsinin esiri olmaz. Beşeri ihtiyaçlarını, güdü ve duygularını sürekli kontrol altında tutabilen insandır gerilla.
---
Gelelim tartışma konularına. Şu kadar asker vardı, şu karakol vardı da nasıl görünmedi? Nasıl ellerini kollarını sallayarak geldiler de gittiler? Yok efendim yangın çıkmış da, duman yayılmış da gerillalar öyle kaçmış. Hatta kaçarken kendilerine ait olmayan beş tane cenazeyi de götürmüşler. Ne yapacaksak 5 kontranın cenazesini?
Tüm bunların tek bir amacı var. Dezenformasyon. Bilgi kirliliği yaratmak. Kısacası halkı ve kamuoyunu kandırmak, kandırmaya yardımcı olmak.
Bu tabii ki insan yaşamı gibi bir konuda ciddiyetsiz yaklaşım olarak da adlandırılabilir.
Gerillanın hareket tarzı ve taktiklerini deşifre edecek değiliz. Vay öyle değil de şöyle oldu demeyiz, onu beklemeyin. Ama şunu söyleyeyim ki bilen biliyor.
Bir dönemler her ağacın arkasından bir gerillanın çıkacağı korkusu, her gölgenin gerilla olacağı korkusu vardı. Bir dönemdir geri cephelerde mevzilenen, çatışmadan uzak duran, eylem yapmayan gerilla profiline o kadar aldanılmış olacak ki gerillanın yapabilecekleri hakkında düşünmek bile gelmemiş milletin aklına. Sanki gerilla bitmiş, savaş kabiliyeti sıfırlanmış gibi ele alındı.
Bu korku öylesine derindir ki geçmiş yılları hatırlayanlar o dönem gazetelerinde hep rastlamışlardır. Filan yerdeki askerler katırı taradı, 8 inek öldürüldü, bilmem domuz sürüsü nedeniyle askerler sabaha kadar etrafını taradı. Bunun bir adım ötesi de sivillerin, köylülerin taranması, bombalanması oldu. O yüzden gidip bir genci öldürdüler ya en son. Pusuda duran, hakim olan, gerillayı beklediğin iddia edenler kalkıp bir genci vurdular. Bu o korkunun eseridir.
Gerillanın temel esprisini söyleyeyim. Her yerdedir, hiçbir yerdedir. Onu göremez, duyamaz, önceden bilemezsin. Öyle heronlar gördü, vay istihbarat alındı, birileri ihbar etti de kesin oradadır; canım o kadar karakolun, köyün arasından geçiyor nasıl görünmezler gibi hükümler, yargılar yerinde değildir. Yok öyle bir şey. Gerillanın kendi hatası olmazsa siz onu tespit edemez, göremez, yakalayamazsınız.
Ne tekniğiniz, ne insan gücünüz, ne tecrübeniz buna elverişli değildir. Zihniyet ve paradigma ise zaten buna yanaşamaz bile. O yüzden her birkaç senede bir aynı taktikler, araçlar, yöntemler ısıtılıp ısıtılıp topluma sunuluyor. Gerillayla böyle başa çıkamazsınız, kurtulamazsınız. Nafile…
Gelin size bir sır vereyim.
Gerilladan, bizden kurtulmak mı istiyorsunuz? Gerillanın bilinmezliğinin verdiği korkudan sıyrılmak mı istiyorsunuz?
O zaman gerillanın savunduğu Kürt halkının, onun Önderinin sözlerine kulak verin ve özgür demokratik bir statü isteyen halkımızın haklarına ulaşması için elinizden geleni gösterin.
Ha, bunu yapamıyor musunuz? O zaman sessizce köşenizde oturun ve dil uzatmayın her şeye. O zaman kirli ellerinizi bu ülkenin üzerinden çekin. O çirkin yüzlerinizi görmeyeceğimiz bir yerde durun.
Yok, bunu yapmaz da ısrarla yeminli düşman, özel savaş elemanı olacağım, toplumu yanlış bilgilendireceğim, kafasını karıştıracağım, arada da Kürtlere bol bol küfür edeceğim diyorsanız gerillayı çok daha yakından göreceğiniz günler yakındır. Öyle bilmem ne kadar güvenlikli şehirlerde, bilmem ne özel güvenlik görevlilerinin koruduğu sitelerde yaşıyor olmanız çok bir şeyi değiştirmez. Özeli, geneli, tüm savaşa hizmet edenler, yağdanlık olmaktan gurur duyanlar iyi bilsin. Savaş alevleri gürleşiyor. Gerilla gerillacılık yapmaya başlıyor. Ve inanın bunun olmasını en son siz istersiniz.
Uyanık olun…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
TC devleti eni sonunda samimi bir itirafta bulundu: bu ordumuz gerillaya karşı savaşamaz.
Biz yukarıda dile gelenleri yıllar yılıdır söylüyoruz. Dilimizde tüy bitti ancak bir türlü kavratamadık.
Zararın neresinde dönülürse kar olduğu söylenir. Bu kadar zarardan sonra çokta akıllı bir tespit olmasa da yine de akılsızlığı ifade etme anlamında bir doğru tespittir yapılan.
Dünyanın en büyük 9. Ordusunun TC ordusu olduğunu geçenlerde bir haberde okuyoruz. Az buz bir ordu değil, dünyanın en sayılı ordularından olmak. Buna siz birde polisini, korucularını, jitemcilerine ve tabii şimdi burada isimlerini sayamayacağımız o kadar çok paramiliter gücü de ekleyin.
Dünyanın 9. uncu büyük ordusu gerillaya karşı savaşamaz haldedir. Bu gerilla ise dünyanın en fakir halkının gerillası. Bunun içinde her gün her gün TC askerliğine kimsenin gelmemesi için açıklamalar üzerine açıklamalar yapıyoruz. Böyle bir orduda erken ölünür diyoruz. Kaldı ki ölünecek nedenler varsa yine de bir anlam ifade edebilir ölmek. Ne var ki ölmenin de bir anlamı yok. Birkaç rantçı, ırkçı, kafatasçı, milliyetçi, dogmatik, bilmem kaçıncı paradigma da çakılı kalmış yönetici ve kapitalist için bu kadar halkın çocuklarının ölmesi gerçekten ne kabul edilir, ne de kaldırılabilinecek bir durumdur.
Ordu komutanı “ordumuz kendisini savunabilir” diyor, eski meclis başkanı “eğitimleri yetersiz” yani gerilla hep böyle vura biliyor demek istiyor. Ama bunların söylediklerine biz bir şey eklemeden Türkiye halklarına diyoruz ki: Askerliğe gelmeyin. Orduya gelmeyin. Kendi çocukları gelsin gerillaya karşı savaşsın. O zaman görürdük: “ordumuz kendisini savunabilir” söylemlerini. Başkalarının çocukları ölürse, başkaların anaları ağlarsa, başkaların ocaklarına ateş düşerse bol keseden konuşmak rahattır.
Hatırlayanlar vardır: “askerlik yan yatma yeri değildir” diyen Erdoğan’ı. Evet askerlik yan yatma yeri değildir, ancak çocuklarınız para babalarınız abd’lerde okurken, gezip tozarken, sadece ve sadece birkaç gün askerliği o da en lüks ortamda yaparken, “askerlik yan yatma yeri değildir” söylemleri rahattır.
Askerliğin yan yatma yeri olmadığı kesindir. Askerliğin çok ciddi tehlikeler barındırdığı da kesindir. Ve nitekim ateş sahası olduğu da kesindir. Ve ölümlerin her zaman yaşandığı, yaşanacağı da kesindir.
Özcesi iflas eden bir orduda askerlik yapmak gerçekten beraberinde iflası getirir. Hele birde iflas eden bu orduyu yürüten iflas eden siyasetçileri varsa. Kendi deyimleriyle müflislerin bulunduğu bir yerde askerlik yapmak gerçekten hak değildir.
Yukarıda dile gelenler askerlikle bağlantılıydı. Yani iflas eden bir ordunun duruşuyla bağlantılıydı. Siz buna birde bu iflas etmiş ordunun oldukça faşizan, ırkçılık kokan, bir halkı yok sayma anlayışı üzerinde yürütüldüğünü eklerseniz bu orduya hizmet etmenin ne kadar daha az gerekçesi kaldığını görürsünüz.
Israrla yok saymanın, bir halkın haklarını görmezden gelmenin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. İki de bir bu Kürtler bizi bölmek istiyorlar hikâyelerinin de hiçbir akla yatar yanı yoktur. Çünkü Kürtler özelde de gerillasının öyle bir hedefi yoktur. Ancak bu topraklarda biz özgürce yaşamak istiyoruz. Bu topraklarda halkımızın var olma haklarının tümünü pratikte yaşanması istiyoruz. Ve halkımızın da aynen başka halklar gibi kabul görmesini istiyoruz. Bu bağlamda kimsenin hiçbir şeyinde hiçbir gözümüz yoktur. Olamaz da. Biz sadece halkımıza ait olanlara saygı gösterilmesini istiyoruz. Dediğimiz gibi ne fazla ne az. Hepsi bu kadar.
Şimdi böyle duran bir gerillaya saldırmanın bir anlamı var mıdır, herhalde yoktur. Böyle duran bir gerillaya karşı savaşmanın bir anlamı var mı, herhalde yoktur. Böyle bir gerillaya karşı kendi evlatlarınızı savaşa sürmenin anlamı var mıdır, herhalde yoktur.
Eğer yoksa o zaman lütfen evlatlarınızı askere göndermeyin. Evlatlarınızın ölmesine inanın, sizler kadar bizde üzülüyoruz. Ancak evlatlarınız bizim dağlara geldiklerinde çiçek toplamak için gönderilmiyor. Bizleri öldürmek için gönderiliyor. Öldürmeye gönderirlerken kendi çocukları Burdur’da ya da başka yerlerde askerlik yapıyorlar, ancak sizin evlatlarınız dağlarımıza bize saldırmak için gönderiliyor.
Uzatmadan, siz buna kendi itiraflarını da eklerseniz ne demek istediğimizi anlarsınız.
Lütfen ama lütfen evlatlarınızı TC askerliğine göndermeyin, evlatlarınızın katili olmayın, kanlarına girmeyin. Bırakın onlar yani para babaları, iflas eden ordunun komutanlarının oğulları gelsinler.
İnanın bunların oğulları Kürdistan dağlarına savaşmaya gelmeye başladıklarında bu savaş sona erecektir hem de çok kısa zaman içerisinde sonlanacaktır…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yeni bir sürece girilmiştir. Demokratik Özerklik ilanı yeni bir sürecin başlangıcıdır. Tamda 14 Temmuz’a denk gelmesi tarihselliğini daha da güçlendirmiştir. Kürdistan’da Kürtlerin Onur Günü iken Demokratik Özerklik ilanıyla artık Özgürlük Günü haline de gelmiştir.
İnsanlık, Fransız Devrimini ateşleyen eylemin Bastille Zindanına halkın ve devrimcilerin saldırmasıyla başladığını söyler. Bastille vahşet uygulayan zindanına halkın ve ilerici insanların saldırısı bir 14 Temmuz günü gerçekleşmiştir. Zulmün kalelerine karşı başlatılan başkaldırı daha sonra Fransız Devrimi ile taçlandırılmıştır. Birde bu bakımdan 14 Temmuz’da Demokratik Özerklik ilanı anlamlıdır.
Demokratik Özerklik kimliksizliğe karşı kendi kimliğini oluşturma süreci olarak algılanırsa beraberinde kendi hukukunu da geliştireceği rahatlıkla görülmelidir.
TC devleti Kürdistan’da tüm at koşturmalara bir ad bulmuştur: hukuk, yargı ve suç.
İnsanlık dışı ne kadar uygulama yaparsa yapsın kılıfına denk bir yaklaşımı hukuk adına bulabilmektedir. Ama bir şey var ki unutulmaktadır: bahsettikleri hukuk sömürge hukukudur.
Yine Kürdistan’da binlerce hatta on binlerce insanımız, gencimiz, siyasetçimiz, sivil toplumcumuz, onurlu dindarımız, anamız, bacımız tutuklanmıştır. Ve bu tutuklanmaların hepsini de izahatını “yargıya intikal etmiştir, yargı bağımsızdır, yargıya karışılmaz” diyerek meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ama bir şey var ki unutulmaktadır: bu yargı bir sömürge yargısı olduğu için meşruiyeti yoktur.
Gözaltılar da her gün yapılmaktadır. Göz altıların süreklileştirilmesini de “suç işlenmiştir, göz altına alınmıştır” denilmektedir. Ancak unutulur ki suç diye tabir ettikleri eylemler bir halkın meşru ve haklı eylemleridir. Suç diye tabir ettikleri eylemler bir halkın varlığını ve onurunun vazgeçilmez refleksleridir. Bu bağlamda unutuyorlar ki suç dediklerinde sömürgeciler için suç olduğudur. Ancak yerli halk ve ilerici insanlık için yapılan tüm eylemler meşru, meşru olduğu kadar da yerinde olan eylemlerdir.
Bu kadar suç işleyen, haksızlık yapan bir kuruma daha fazla izin verilecek mi?
Ya da Demokratik Özerklik ilanı gerçekleştirilmişken artık Kürdistan’da devlet adına faaliyetlerde bulunan, devleti içleşleştirmek için uğraşan, halkı ajanlaştırmaya teşvik eden, ajanlık yapan, sivil faşizmin gizli ve açık uygulayanları olarak Kürdistan’da dolaşan, hele faşist polis yapısını arkasına alarak halka terör estiren, Kürdistan’da yer altı ve yer üstü zenginliklerini sivil faşist yapının desteğiyle çalan, faşist bir orduya hizmet eden, erzak taşıyan, karakollarını yapan, inşaatlarında çalışan, bu yapılarla içli dışlı olan, yine benzer bir şekilde Kürdistan’da tam bir çete örgütüne dönüşmüş polis gücü için bunu yapan çevrelere, yapılara, kişilere müsamaha gösterilecek mi gösterilmeyecek mi?
Ya da soruyu başka bir şekilde soralım; Kürdistan’da sivil faşist yapının hizmetine koşanlar, faşizan polis ve ordusuyla işbirliği içerisinde olanlar, Kürdistan coğrafyasını bozanlar suçlu mudurlar değil midirler?
En naif bir şekilde verilecek cevap; müsamaha gösterilmeyecek ve bunları yapanlar suçludur.
Eğer Kürdistan’da bu kadar tahribat yapanlara müsamaha gösterilmeyecekse ve işledikleri suçsa o zaman yapılacak olan ilk elden bu kişileri, yapıları, kurumları adalete teslim etmektir. Adalete götürerek halkımızın vereceği kararlar temelinde yargılamaktır.
Ve işte 14 Temmuz’a birde bu gözle bakmak yanlış olmayacaktır.
Başka bir deyimle:
“Demokratik özerklik ilanıyla birlikte Kürdistan’daki sömürgeci devlet yönetimi ve AKP örgütlenmesi suçlu durumuna düşmüştür. Etkinlik durumuna göre suçlular tutuklanacak ve KCK adaletinde yargılanacaktır.
Uzun süreden beri polis kurumu yurtsever halkımız üzerinde en ağır baskı ve zulmün uygulayıcısı olmaktadır. Hem bu zulmün hesabını sormak, hem de Kürt ve halk düşmanı bu çeteyi etkisizleştirmek en başta gelen görevlerden biridir.”
Bu bağlamda Kürdistan’da bundan böyle halkımıza ve varlığımıza karşı işlenmiş suçların hiç birine izin verilmeyecek ve gerekli ne kadar tahkikat varsa yapılacaktır.
E. Nuda
- Ayrıntılar
İnsanları birbirine yakınlaştıran, iletişim kurmalarını sağlayan ortak değerler vardır. O değerler ne sınır ne de kilometreleri tanır. Dil ve kültür gibi. Halklar bu iki olguyla bilinir ve bu iki olguyla kimlik edinirler. İnsanın ve mensubu olduğu halkın yaşamında varlık ve yokluk derecesinde önemli bir yer edinir. Bunlar olmadan bir insanın kendisini tanımlayabilmesi, kendisini bir halka ait hissetmesi mümkün değildir. Yine sınırları aşarak bir başka halktan insanlarla bir araya gelmesi ve onları kucaklaması da mümkün değildir. Dilin, kültürün kapsayıcılığı, hoşgörüsü, kucaklayıcılığı altında insanlar bir araya gelir bayram havasında şenlikler, festivaller düzenlerler. Bir toprak parçasında ne kadar çok dil ve kültür varsa o kadar zenginlikten sayılır. Övünç kaynağı olur bu kadar zenginlikle yaşamak. Hiç kimsenin iyileştirmeye gücünün yetmediği yaralara bile dokunur, bir ilaç gibi o yaraya kabuk bağlatır ve iyileştirir. Bu kadar kutsal, değerli ve onursaldır. Haklar ve özgürlükler anlamında gelişen ülkelerde, farklı diller ve kültürler korunulur, savunulur ve kucaklanır. Fakat hala ırkçılığın, faşizmin cenderesinden kendisini kurtaramayan, tek dil, tek bayrak, tek millet söyleminde ısrar eden, insanlık ve kardeşlik kültüründen nasibini alamayan cahiller de bitmiş değil. Bu cahiller ki, farklı maskeler takınarak, kendilerine aydın, güngörmüş görünümü vererek kültürlerin buluştuğu, farklı dillerden şarkıların söylendiği mekanlarda bile faşizmin esiri olan ruhlarını ve düşüncelerini ortalığa salarak, insanları incitmekte, etrafı kırıp dökmekte. Baskının, sömürünün, inkarın dayatıldığı bir coğrafyada diline kültürüne sıkı sıkıya sarılarak büyüyen ve kendi dilinde şarkılar söyleyerek yürekten yüreğe akan bir sanatçı kadına, Aynur Doğan’a yapılanları izledim. Aynur, Türk devletinin terörist dediği, ama aslında insanlık ve özgürlük mücadelesi yürüten, soykırıma ve asimilasyona tabi tutulan dilini ve kültürünü korumaya çalışan herhangi bir harekete de mensup değildi. Sahneye çıkıp şarkı söylerken herhangi bir örgütün propagandasını da yapmadı. Sadece kendi dilinde şarkılar söylemeye çalıştı. Aynur’a bunu yapanlara ve arkalarındaki gerici zihniyete soruyorum, Kürt dilinin ve Kürt olmanın sizi böleceği paranoyasından ne zaman kurtulacaksınız? Kürtçe konuşanları, Kürt olanları daha ne zamana kadar linç etmekten vazgeçeceksiniz? Üstün ırklık psikolojisinin ve bölünme paranoyasının açığa çıktığı bu tür olaylar karşısında, ortaklaşan kültürlerin açığa çıkardığı hoşgörüyü, danışmayı daha fazla güçlendirmek ve farklılıkların yarattığı bir aradalığı daha fazla savunmak gerekir. Bu tür faşizan ve şoven yaklaşımlar karşısında insanlığın ortak dilini yakalamak, birbirini kucaklamak ve sıkı sıkıya sarılmak gerekir. Sanatın birleştirici gücüne inanarak, güvenerek sadece kendi dilinden değil, başka dillerden de şarkı söylemek ve şarkı dinlemek lazım. Çünkü şarkıların dilini bilmezsek de o bizim yaşadıklarımızdan bir şeyler anlatıyordur. Acılarımıza dokunuyordur, birbirimize söyleyemediklerimizin ifade gücü oluyordur. O yüzden şarkılara eşlik etmek, onlara alkış tutmak ve onları kucaklamak gerekir. İnadına Aynur’u, Sezen’i, Feyruz’u, Ofra Haza’yı, Meiko Kaji’yi, Aster Awek’i, Sevara Nazarkhan, Maria Faranduori’yi dinlemek lazım…
Yaşadığımız toprak parçası üzerinde kardeşlik büyüyecekse, silahları gömüp barışı yaratacaksak öncelikle dile, kültüre, insanlığa saldıran faşizan yaklaşımları kınamalı, onlara karşı durmalı ve tepkileri ortaklaştırmalıyız. Yapılanlar karşısında sessiz kalındıkça Aynur’u yuhlayanlar kendisini haklı görecek ve yaptıklarına devam edeceklerdir. Bu tür yaklaşımlar karşısında ortaklaşmalı ve Aynur’un türküleriyle bir araya gelip çoğalmalıyız…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Bundan önceki iki bölümde hem tarih bilinci üzerinde durmuş, hem de Alevilerin karşı karşıya bulunduğu bazı temel sorunlara değinmiştik. Bu son bölümde ise günümüzde Alevilere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de dile getirmek istiyoruz.
Öncelikle Alevilerin devlet içinde yer almamış ve inancını siyaset konusu yapmamış, ya da siyasi dinciliğe bulaşmamış bir toplum olarak kendi özgün örgütlenmelerini oluşturması ve bu temelde inançlarını yaşaması ve gelecek kuşaklara bu kültürü taşırması en temel haklarıdır. Bunu kabul etmek demokrat olmanın bir gereğidir. Fakat Alevî örgütlenmelerinin sadece Alevilerin sorunlarıyla ilgili kalmaları ve Türkiye'nin diğer toplumsal ve siyasal sorunlarına ilgi duymalarını önlemeyi amaçlayan çeşitli özel savaş yaklaşımları vardır.
Günümüzde Aleviler Cem Evleri’nin tanınmasını istiyorlar. Yine zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, diyanet işleri kurumunun lağvedilmesini talep etmekteler. Bunlar en doğal taleplerdir ve mutlaka desteklenmesi gereken istemlerdir. Ama sadece bunlarla sınırlı kalmak bir yerde Alevilerin siyaset dışı kalmasına, var olan diğer sorunlara ilgisiz olmasına bir vesile yapılmak istenmektedir. “Biz Aleviyiz ve sadece kendi sorunlarımız bizi ilgilendirir” anlayışının Aleviler içinde hakim hale getirilmek istenmesinin de bir özel savaş oyunu olduğu görülmelidir.
İkincisi, Türk ve Kürt Alevilerin ortaklaşan yanları kadar, etnik kimlikten kaynaklı olarak Kürt Alevilerin daha farklı sorunlarının olduğunu hepimiz biliyoruz. Hem Türk ve hem de Kürt Aleviler Alevî kimliklerinden dolayı baskı görmüşlerdir ve görmektedirler. Ama Kürt Aleviler bir de farklı bir dil ve etnik kimliğe sahip olduklarından dolayı bir baskıya ve asimilasyon politikasına maruz kalmaktadırlar. Türk devletinin özellikle Kürdistan'da yürüttüğü inkar ve imha politikasının Kürt Alevilere yönelik yanı çok ince ayrıntılar içermiş ve bu hususta çok farklı yöntemler kullanmıştır.
Bunları birkaç maddede sıralarsak:
Bir; Türkiye cumhuriyeti devleti kurulduktan belli bir süre sonra Kürtlere yönelik inkar ve imha sistemini benimsedi ve bunu çeşitli yollarla hayata geçirdi. Bu inkar ve imha sisteminin temel amacı ise Kürtleri Türkleştirmekti. Bu topraklarda Kürtlük adına hiçbir şeyi bırakmamaktı. Bu amaçla ilk başta hem Sünni Kürtleri ve hem de Alevî Kürtleri mezhep ayrımı gözetmeksizin katliamdan geçirerek teslim almaya ve asimilasyondan geçirerek Türkleştirmeye çalıştı. Bunun sonucunda Şehy Sait’ten tutalım da en son Seyit Rıza’nın asılarak katledilmesiyle sonuçlanan katliamlarla Kürt toplumu önderlerinden yoksun bırakılarak imha ile yüzyüze getirilmek istendi. Bu süreç fiziki katliamlarla sonuç alma dönemi olmaktadır.
İkinci yöntem; eğitim yoluyla Kürt çocuklarını asimile ederek Türkleştirmek oldu. Bunu da Kürdistan'da kurduğu yatılı okullarla gerçekleştirmek istedi. Bu okullara aldığı Kürt çocuklarının kafasına “Kürt yoktur, herkes Türk’tür. Kürtler dağ Türk’üdür” düşüncesini aşılayarak asimilasyonla hedefine ulaşmayı denedi.
Yine bununla bağlantılı olarak , Zazaca (Dimilî) konuşan Kürtlerin Kurmancî konuşan Kürtlerden farklı olduğu, dolayısıyla bu Zazaca konuşanların Türk olduğu görüşünü aşılamak oldu. Bilindiği gibi Kürt Aleviler kendi içlerinde Dimilî ve Kurmancî lehçelerini kullanmaktadırlar. Fakat bu onların farklı bir etnik yapıda olduğunu göstermez. Sadece bir dilin farklı lehçelerini konuşan iki topluluk olduklarını gösterir. Çünkü yaşam alanları, kültürleri, inanç sistemleri ve konuştukları lehçelerin gramer yapıları aynıdır. Lehçe farkı sadece ufak bir ayrıntıdır. Ama bu ufak fark bile Alevî Kürtleri kendi arasında bölmek için çok yoğun bir şekilde propaganda edilerek kullanılmaktadır.
Son olarak da; Kürtlerin Kürtçe konuşmasını yasaklayarak Kürt kültür ve tarihinin yok olmasını sağlamak, Kürtleri Türkçe konuşmaya ve düşünmeye zorlamak ve bu hususta tüm gücünü kullanmak olmuştur. Kürdistan'da Kürtçe konuşmanın yasaklanması demek, Kürtlük adına ne varsa bunun bitirilmesi, yok edilmesi demektir. Dolayısıyla eğitim dili kadar ibadet dili de Türkçeye mahkum edilmiştir. Elbette bu da Kürtlerin kendi birikimlerini kendinden sonraki kuşaklarına aktarmasını engellemeye dönük bir girişim olmaktadır.
Bu nedenledir ki, Kürt Alevilerin de kendi ibadet dillerini Kürtçe olarak yapması engellenmiş ve ibadet dillerini dahi Türkçe yapmalarını zorunlu kılar bir hale getirmiştir. Oysaki bir halk ya da inanç topluluğu kendi ibadetini kendi diliyle yapmayacak bir hale gelmişse, o halk veya inanç topluluğu hem ruhsal, hem psikolojik olarak bir travma yaşama durumuna getirilmiş demektir. Çünkü kutsal olana bir saldırı vardır ve orda insanlar kendi kutsallarını savunamayacak bir konuma getirilmiştir. Böylesi bir topluluk elbette ki manevi olarak çok şeyler yitirmiş demektir. Çok iyi biliyoruz ki, ibadetin en anlaşılanı ve kutsal olanı anadilde yapılanıdır. Eğer bir topluluk anadiliyle ibadetini yapamıyorsa, orada çok büyük bir asimilasyon var demektir.
Günümüzde bu asimilasyon politikalarının Kürt Aleviler üzerindeki sonuçlarını da görmekteyiz. Örneğin en son Kamer Genç’in “Dersîmliler Kürt değildir, Türk oğlu Türk’tür” demesi, insanın kanını donduran, bu kadarı da olmaz dedirten bir durum oldu. Türk devlet okullarında Kürt çocuklarının kafalarının yıkanıp Türkleştirildiğini belirtmiştik. İşte bu şahsiyet tam da bunun örneğini ifade etmektedir. Annesi ve babası Kürt Alevî olan Kamer Genç, adeta aslını inkar eden konuma düşmüşçesine kendisini Türk olarak ifade ediyor. Bu hafife alınacak, bir kişiyle açıklanacak bir durum değildir. Türk devlet sisteminin asimilasyon politikasının sonuçlarıyla açıklanabilecek bir durumdur. Anne ve babasından özür dileyerek belirtiyoruz ki, Kamer Genç tam bir haramzadedir. Soyuna ihanet eden kekliktir. Bu haramzadeliğin dayandığı kaynak ise Türkleştirme siyasetinin yürütüldüğü okullar ve devlet kurumlarıdır. Kamer genç 12 Eylül darbesinden bu yana hep devlet katında itibar görmüş ve hep mecliste yer almıştır. Acaba çok yetenekli olduğundan mı, yoksa bir babanın kendisinden peydahlanmış olan piçini sahiplenmesinden midir bilinmez, ama hep devlet babanın şefkatli kucağında yerini almıştır.
İkinci bir örnek ise Reha Çamuroğlu’nun bir dönemler AKP adına Alevileri devlete kazandırmaya yönelik gösterdiği çabalardır. Bu kişi de Alevîleri devlet yanına çekmek, Kürt Alevîleri Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırmak için yoğun bir çaba harcadı.
Dikkat çeken husus şudur ki; bu iki kişilik de Dersîm kökenlidir, ama Dersîm’in o şanlı geleneğinden bir nebze olsun almamışlardır. Aksine devletin bilinçli bir biçimde Dersîm’de yürüttüğü Türkleştirme politikasına maruz kalmış ve bu politikaların bir piyonu haline gelerek haramzadeleşmişlerdir. Elbette sadece bu iki kişiliği örnek vererek bunun gibi nicelerinin olduğunu görmediğimiz anlaşılmasın. Fakat bunlar en bariz olan ve amacımızı dile getirmede yerinde örnekler teşkil ettiklerinden belirttik.
Dolayısıyla Kürt Alevîlerin öncelikli olarak kendi etnik ve inanç kimliklerini sahiplenmeleri, bunun bilincini edinmeleri, bu temelde kendi öz örgütlülüklerini yaratmaları en hayati konudur. Eğer devlet Kürt Alevîleri asimile etme temelinde bir yaklaşım içinde bulunuyorsa, bunun karşısında Kürt Alevilerin yapacağı en doğru tutum kendi Kürtlüklerine sahip çıkmak, bu Kürtlükten gurur duyarak mücadeleye katılmak olacaktır. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi genel anlamda Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürütmektedir. Bu mücadele sadece bir kesimin değil, bütün Kürtlerin mücadelesini içermekte ve onların haklarını savunmaktadır. Dolayısıyla Kürt Alevîlerin yeri de Kürt Özgürlük Hareketinin yanı olmalıdır.
Sonuç olarak;
Günümüzde Türkiye'de toplumsal sorunların tek çözümü Türkiye'nin demokratikleşmesidir. Demokratikleşme yaşanırsa farklı kültürlerin, dinlerin, dillerin, etnik yapıların bir arada yaşayabilmesi gerçekleştir. Demokratik bir anayasa temelinde yeniden inşa edilecek bir sistem içinde var olan devlet yapısı farklı kimliklere, inançlara eşit mesafede olacaktır. Bunu Kürt Halk Önderi “Demokratik Ulus” olarak tanımladı. Dolayısıyla Türkiye'deki sorunlar demokratik ulus yaklaşımı temelinde çözülecektir.
Elbette Demokratik Ulus çözümünün gerçekleşmesi için de bir mücadele gerekmektedir. Bugün Türkiye'de bunun mücadelesini veren en temel güç Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Bununla birlikte Türkiye'deki devrimci demokrat güçlerdir. Dolayısıyla Kürt sorunu çözülmeden Türkiye'nin demokratikleşemeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Türkiye'nin demokratikleşmemesi demek de, başta Alevîler olmak üzere diğer toplumsal kesimlerin, farklı kimliklerin, inanç topluluklarının sorunlarının çözümsüz kalması demektir. Bu nedenledir ki, gerçek bir çözüm ve gerçek bir demokratikleşmenin sağlanabilmesi için başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere tüm devrimci ve demokrat güçlerle birlik olmak, ortak platformlarda birlikte mücadele vermek gerekiyor.
Bunun için de özellikle Kürt Alevîler Kürt Özgürlük Hareketine daha fazla güç ve katılım sağlamalı, burada yerlerini daha fazla almalıdırlar. İkincisi, tüm Alevî örgütlenmelerinin kendi sorunlarını daha iyi ifade etmek ve çözüm bulmak için güçbirliği yapmaları ne kadar doğruysa, bu Alevî güçbirliğinin de Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku içinde yer alması bir o kadar doğrudur. Mutlaka ama mutlaka güçlerimizi birleştirmeliyiz. Karşımızda giderek kendisini kurumlaştıran bir faşist yönetim, AKP gerçeği durmaktadır. Bunun karşısında mücadele etmek ve kazanmak için mutlaka bir araya gelmeliyiz. Bunun dışında başka bir yolun olmadığını da görmeliyiz. Bu hususta temel yaklaşımımızı Mahir Çayan’ın o güzel sözüyle ortaya koyup, yazımızı sonlandırıyoruz: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Türk halkının gözü aydın. Ölen asker ailelerinin gözü aydın.
Vatani görevdekiler, anlamsız bir savaşa sizleri sürükleyen ve yeni yasayla sunduğu bu olanağa dua etmenizi isteyenler var, hemen şükredin. Minnettarlığınızı bas bas bağırma vaktidir. Mutlaka dillendirin.
Yeni bir teklif geliyor ya teklifin adı “askerin şehit olması durumunda da terfinin devam etmesi”. Hem gülünecek hem de acınacak bir vaziyet. Şu hale bir bakın.
Böyle anlamsız bir teklif olabilir mi?
Ölen insan hangi koşul altında olursa olsun RAHMET EYLEMİŞTİR. Tanrı katına ulaşmıştır. Toplumsal ölçü budur. Hele buna bir de şehitlik mertebesi anlamı yüklenmişse tartışma bitmiştir. Ama bu Türkiye, siyaset sahnesinde işler bildiğiniz gibi yürümemekte. Ölenlerin vaziyeti bildiğiniz gibi değil, denmektedir. Bunun siyasetini siz bilemezsiniz o yüzden biz böyle uygun buluyoruz ve bunu yasada çok ayrı bir yere taşıyoruz, denmektedir. Ne yasa ama…..
İlginç olan bu yasa için sokaktan geçenlere soruyorlar, ne düşünüyorsunuz? cevap hazır, hemen hayat bulmalı diye yanıt geliyor. O sokaktaki ne anlar en kızgın savaşın sıcaklığını…
O sokaktaki nerden bilebilir savaşa sürülen bu gençlerin nasıl bir koyun gibi ateşe atıldığını….
Kürt sorununun demokratik anayasal çözümünü bu terli teklifiyle yapmaya çalışan ve bunu çok olumlu bulan bir meclis karşımızda. Kürt sorununun çözümü değil de savaşta asker ölümlerinin daha kazançlı hale gelmesinin yasallaşmasını onaylamaya hazır bir meclis karşımızda. Bu ciddi zihniyet sorunu olan ve savaşı inkar ve imha ile sürdürülerek devamından kazanç elde edenlerin düşüncesiyle yeni açılım senaryosu oluyor.
İşte şimdi bu zihniyet sermayenin meclisteki ilk icraatını yasalaştırmaya çalışarak daha da meşru hale getirmek istiyor. Tatile giren meclisin ilk büyük icraatı bu olacak sanırım.
İcraat devam ederken 5 yıldızlı kumarhane açılışı da cabası. Ne ülke liderliği değil mi? İnsanların ölümü bu asker bile olsa kimin umurunda.
Şunu demeye getiriyorlar “Hey tc ordusunun ayyıldız bayrağı kurbanları sizler ölmeye devam edin öldükten sonra terfi olacaksınız. Ölüme nasıl giderseniz gidin önemli değil yeter ki ölün, biz sizleri şehitte sayacağız” üstünüze iyi kazançta elde edip yaşayacağız. Terfilerde Subay, Albay, Yarbay olacaksınız. Paralar fevkalade olacak.
Bu anlamsız teklife kimse dur diyemeyecek mi?
Şehid en yüksek mertebedir. Ama anlamsız ölümlere sürülen gençlere böyle bir yakıştırma yapabilecek ne duruş ne de kararlılık sahibisiniz sizler. Bunu anlamış olsaydınız bu savaşı durdurabilecek gücü tanır ve işin çözüm yolları için meclisi harekete geçirirdiniz.
Sizde yüksek mertebe maaşa endeksli maneviyat yarattığını düşündüğünüz yeni tekliftir ya, bakın bunu unutmamamız gerektiğini daha iyi herkese hatırlatmış oldunuz.
Hiçbir ana yüreğinin böyle bir durumu kabul etmeyeceğini bilmiyor musunuz. Bu akıl karı olmayan yasa teklife en başta yüreği yanan türk anaları dur demelidir.
Tüm bu acıları ve akan kanı durduracak yasa tekliflerine hazırlanacak bir meclisi ancak yüreği acıyla yanan insanlar sağlayabilir ve çözümün yolunu açalabilir.
Son günlerde 20 askeri çatışmalarda öldü. Temmuz sıcaklığında gönderdiniz operasyona gerilla ne yapacak yaw hoş geldiniz gelin biz buradayız siz bizi vurun mu diyecek. Gerilla kendini kat be kat savunacak ve koruyacaktır. Çünkü o özgürlüğe yürüyen bir halkın umududur o yüzden koruyacak ve savunacaktır.
Bahtiyar Umut
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yasadışı yapılan eylemlere, işbirliklere ve de düşmana hizmet etmelere karşı tavırsız, sessiz kalmamız beklenmemelidir.
Gerillalar olarak çokça açıklamalarda bulunduk. Çokça uyardık. Çokça yazdık ve söyledik: “Düşmana hizmet etmeyin” dedik.
Ne var ki halen birçok yerde söylenenleri ciddiye almayan kesimler çıkıyor. Ciddiye almadıkları gibi gerillalarca alıkonulduklarında da feryadı figan kopartılıyor.
Açıkça belirtiyoruz: bu ülkede suç işleyenler, düşmana hizmet edenler, düşmana çalışanlar, düşmanla işbirliği içerisinde özgürlük hareketine saldıranlar soruşturulur, suçları varsa tutuklanır ve gerekli cezai müeyyide uygulanır. Kimsenin Kürdistan’ı ‘dingonun ahırı’ görmesine izin de verilmez.
En son Dersim’de gerillalarımız TC devletinin karakol yapımlarında çalışan iki işçiyi ve bunlar -Kürt’tür, yani insanlarımızdır-tutuklamışlardır. Bu alıkoymaya kimisi kaçırma diyor. Kimisi el koyma diyor. Kim ne derse desin, biz ülkemizde düşmana hizmet eden, düşmana çalışan ve çalışmalarıyla gençlerimizin, halkımızın ve de gerillamızın kanına girecek her türden eylemi yasaklamışız. Ve bunu da tüm kamuoyuna da deklere etmişiz. Ve düşmanla bu ülkede işbirliğin ve her türde işbirlikçiliğin suç olduğunu alenen söylemişiz. Ve pratik uygulamaya geçmeden de onlarca kez uyarmışız. Bunun için karakol, baraj, dağlara yol yapımı için kullanılan şantiye araçlarını çok kez açıkça belirttiğimiz gibi, yakmışızdır. Ve buralarda ne karakol, ne baraj, ne dağlarımıza gerilla avlamak için yol götürülemeyeceğini alenen belirtmiş ve inşaatların yapılamayacağını da açıkça söylemişiz.
Israrla düşmanla işbirliği içerisinde, düşmana erzak taşıyan, düşman karakol ve binalarını yapan, Kürdistan coğrafyasını bozmak ve gerilla alanlarını birbirinden koparmak için barajlar yapan, barajlarda çalışan, yine düşmanın askerlerini bizleri yanıltmaları için sivil araçlarıyla operasyon yerlerine, karakollarına taşıyan herkesi uyarmışız.
Ve artık uyarı zamanı geçmiştir. Artık sıra uygulamaya gelmiştir. Bunu düşmanla kim işbirliği yapıyorsa, buna göre düşmanla işbirliğini yapacaktır. Düşmanla işbirliğini bu kadar uyarılara rağmen yapanlar varsa, bu bilinçli bir tercih olmaktadır. O zaman sonuçlarına da katlanacaktır.
Her gün onlarca özgürlük savaşçısı bu ülkenin aydın geleceği için canlarını feda ederken, faşizan politikalarla binlerce Kürt siyasetçisi tutuklanıp hapislere atılırken, her gün Kürt gençliğine, analarına, kızlarına, yaşlılarına ve de imamlarına el uzatılmışken kimse artık daha ileri düzeyde suç durumlarına tahammül göstermemize beklememelidir.
Söylediğimiz bu tutuklamalar Kürdistan’da TC askerliğini yapan, Kürdistan’da TC devletinin faşizan polis teşkilatında yer alanlar için de geçerlidir.
Kendileri özel savaşın Kalemşörleri olan, bunun için oldukça özenle hazırlanmış kimi sözde istihbaratçı gazeteciler “dağa kaldırmanın zamanı” geçti diyerek kendilerince asker esir almaların suç teşkil ettiğini söylemeye çalışıyorlar.
Dağa kaldıran yoktur. Kürdistan’da halk karşıtlığı tememlinde çalışmaların önüne geçilerek el konuluyor. Dağa kaldırılmıyor tutuklanıyorlar. Gerillamıza karşı savaşmak için ülkemize gelmiş askerler ya da rütbeliler suç işledikleri için tutuklanıyorlar. Bırakalım böyle silahlı, üniformalı olmalar, Türkiye metropollerinde hatta Kürdistan’da bir yoldaşımızın bilgisi TC devletin eline ulaştığında yüzlerce asker ve polisle nasıl saldırı yapılarak tutuklandığını, işkencelerden geçirildiğini bilmeyen mi var? Sen yoldaşlarımızı haksız yere günlerce takip ederek zorla ek koyarken “dağa kaldırma olmuyor da” biz Kürdistan’da hem üniformalı hem üniformasız halkımıza ve gerillasına karşı savaşmak için gelen birini tutukladığımızda “dağa kaldırma mı oluyor?”
Devam edersek; yine aynı merkezden yönlendirilmiş ve haber üreten kimi özel savaş elemanı da bu çağda “rehin tutmanın geçerliliği yoktur” diyerek kendilerince akıl veriyorlar.
Askerler rehin tutulmamışlardır. Burası Kürdistan’dır ve yaşanan bir savaş vardır. Asker ise bu savaşın bir parçası olarak düşman kategorisindedir. Bunun için tutuklanmışlardır.
Bırakalım böyle asker olarak, Jitemci olarak, düşman tesislerinde iş yapanların tutuklanması, TC devleti bir yılı aşkındır 5000 Kürt siyasetçisini, seçilmişini, sivil toplumcusunu, üniversite okuyan gencini, yaşlı anasını, duyarlı ve halkına bağlı imamını herkesin gözünün içine bakarak boş gerekçelerle, hem de hiçbir suç işlemeden, herhangi bir silahlı faaliyet iöinde olmadığı halde, resmi bir üniforma giymeden tutuklayarak tüm Kürt halkına karşı rehin olarak tutmaktadırlar.
Dağa kaldırma budur. İttihattı Terakki ile ilişkisi kurulacaksa öncelikli olarak halkımıza karşı bu faşizan tutuklamaları bir plan dahilinde, bilinçlice, zindanlara kaldırarak, mangurtlaştırmak için yapılan rehin almalar görülecektir. Rehin tutmanın zamanı geçmiştir. Ancak TC devleti ve onun kirlenmiş, vicdanı kararmış, ruhu kararmış, ismi ak olsa da kara olan partinin ve de onun Kürdistan’da uzantıları olan yapıları görülecektir.
Evet, yeniden söyleyecek olursak Kürdistan’da düşmanlık yapanlar, düşmanlık yapmalarının hesabını yaparak düşmanlık yapacaklardır. Düşmanla çalışanlar düşmanın çalışanları olarak ele alınarak muamele göreceklerdir. Ve Kürdistan’da halkımıza, gerillasına zarar veren tüm öğeler bu zarar vermenin sonuçlarının ne olacağının hesabını yaparak, eğer verebiceklerse, zarar vermeye devam etsinler.
E. Nuda
- Ayrıntılar
