2004 yılında özgürlük hareketi tarafından başlatılan direniş hamlesinin 8 yılına adım atacağız. Arada tam yedi yıl geçiyor.
Kürt özgürlük hareketi en az 18 yıldır Kürt sorununu daha doğrusu Türk sorununu silahsız olarak çözmek için elinden gelen tüm çabayı harcadı. 1984 ile 1993 yılları arasında tek yol silahlı devrim olarak ele alınırken, 17 Mart 1993 yılından itibaren her zaman çözümün anahtarı olarak demokratik siyasal mücadele ele alınmaya çalışılmıştır.
Hikâye uzundur, çokça yazılmıştır, çokça dile getirilmiştir. Ateşkesin provake edilmesi, çeteler, faşistleşen bir devlet aygıtı derken önderliğimizin esaretine kadar bu durum sürmüştür.
Önderliğimiz Avrupa’ya çıkmadan da, çıktıktan sonra da demokratik siyasal mücadele yöntemlerinde ısrar etmiştir. Bu ısrarını birçok belgede bulmak mümkündür. Kaldı ki önderliğimizin nerede olursa olsun yaptığı tüm konuşmaları belgeli olarak tüm parti yapımıza sunulmuştur. Önderliğimizin her tartışması pratikte bulunan yoldaşlara; bunlar Ortadoğu’da olsalar, Asya’da da olsalar, Avrupa’da da olsalar ve dağda da olsalar eğitim ve bilgilenme açısından her zaman onların eline ulaşmıştır. Bu bizde bir önderlik ilkesidir. Bu ilke esasta kendi kadrolarına ve dünya demokratik kamuoyuna karşı şeffaf olma ilkesidir.
Evet, önderliğimiz Kürt sorununu demokratik siyaset yolluyla çözmek için çok çaba harcamıştır. 1999 yılında dünya da eşine ender rastlanılan bir komployla Türk devletinin eline esir edildikten sonra da, emperyalist kapitalist modernist güçlerin oyunları bozmak için bile olsa, barış girişimlerini tüm tahriklere rağmen sürdürmüştür.
İlk elden kıyamet gününü andıran eylemlerimizi durdurmuştur, ardından silahlı güçlerimizi güney Kürdistan’a çekmiştir. Peşinden iyi niyet gösterisi olarak dağda ve Avrupa’da iki barış gurubunun gönderilmesini sağlamıştır derken uzun vadeli halk savaşı stratejisini değişimini sağlayarak paradigma değişikliğini sağlamıştır. Uzun vadeli halk savaşı yerine Meşru Savunma Stratejisini geliştirmiştir.
Özcesi önderliğimiz Kürt özgürlük hareketi, Kürt sorununu çözmek için atılması gerekli ne kadar adım varsa atmış hatta daha fazlasını da atmıştır. Ne kadar iyi niyet adımı varsa atılmıştır. Ne kadar jest gerekiyorsa yapılmıştır.
Ne var ki önderliğimizin bizleri -yani gerillayı ve tüm partiyi ikna ederek attırdığı adımları -TC devleti özelde de 3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe, zayıflık olarak ele almış ve tüm iyi niyet ve jestleri görmezden gelerek adım adım Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmiştir. Bu saldırılarını sadece dağlarda yapmamıştır bu saldırılara paralel olarak partimizin içine el atarak, geçmişte iradesi kırılmış, yaşam olarak bizden farklı duranlara el atarak içten partimizi tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Bu saldırıları yaparken güç aldığı temel etken ise 11 Eylül 2011 ikiz kulelerine karşı yapılan saldırı olmuştur. ABD’nin dünya ölçeğinde başlattığı karşı hamleyi kendisi için önemli bir destek olarak görmüştür. Nitekim ABD’nin Afganistan ve Irak saldırıları Akepe hükümetinde çok büyük umutlar yaratmış olmalıdır ki Kürt özgürlük hareketine karşı saldırılarını daha da pervasız hale getirmişlerdir.
Akepe hükümetinin ABD ile işbirliği temelinde özgürlük hareketine yönelmesi daha da hız kazanarak açık bir tasfiye planına dönüşünce, önderliğimizin ve hareketimizin tüm barış çabaları görmezden gelinerek boşa alınınca özgürlük hareketi yeniden bir değerlendirme sürecine girmiştir. Bu yeniden değerlendirme süreci esasta 1 Haziran 2004 yılında başlayan direniş sürecine giden yolun kendisi olmuştur.
15 ağustos 1984 yılında başlayan gerilla direnişi yok oluşu neredeyse tamamlanmış bir halkı gün yüzüne çıkarma eylemliliği ve direnişi olmuştur. Adeta düşmanın yarattığı o köhnemiş kişiliğe sıkılan ilk kurşun gibi geriliklere sıkılan 15 ağustos kurşunu Kürtleri yeniden tarih sahnesine çıkartmıştır. Kürtlerin yok oluş sürecini durdurmuş ve adım adım direnişten, dirilişe kadar götürmüştür. 1990’ların başların da artık Kürt halk direnişi görkemli Serhildanlarla -o yıllarda Kürt İntifadası deniliyordu- Kürt dirilişini sağlayarak sıra Kürt halkının kurtuluşuna gelmiştir. Ve bu süreci yani kurtuluşa giden süreci özgürlük hareketi 1993 yılında başlatılan tek taraflı ateşkesi ile de ilan etmişti.
Kürtler artık tarihe gömülmemek üzere yeryüzüne çıkmışlardı. Şehit Serbest Kıçi yoldaşın Dağlar Konuşsun adlı anı romanında yazdığı gibi “artık cin şişeden çıkmıştı, onu yeniden şişeye koymak mümkün değildi.” Ve Kürtler artık özgürlüklerini sağlamak ve kurtuluşlarını elde etmek için tarih sahnesine çıkmışlardı.
3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe Kürtlerin bu özgürlüklerini ve kurtuluşlarını sağlama eyleminin önüne geçmek için yeniden bir tasfiye girişimi başlatmanın da adı olmuştur. Akepe para babaları olan ABD’nin uşaklığını, Onkel Sam’in direktifleri doğrultusunda Ortadoğu’ya bir ihanet hançeri olarak yerleştirilmişlerdi. ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarını uygulamak için iktidara getirilen bu ihanetçi ve işbirlikçi güç ilk yaptığı iş Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmek olmuştur. Yaratılan tüm değerleri yeniden ters yüz etmek amaçlı yeni bir tasfiye konsepti devreye koymuşlardır.
İşte 1 Haziran 2004 yılında başlatılan direniş hamlesini anlamak istiyorsak öncelikli olarak Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine karşı ABD önderliğinde Akepe eliyle geliştirilen Kürt halkını tasfiye etme konseptini iyi anlayacağız. Aksi taktirde 1 Haziran hamlesinin tarihi önemi anlaşılamaz. Anlaşılsa da eksik anlaşılır.
Bu bağlamda 1 Haziran 2004 hamlesi Kürtlerin varlıklarını savunma ve özgürlüklerini sağlama alma direnişi olarak tarihi bir süreci başlatmanın da adı olmuştur. Nasıl ki 15 Ağustos 1984 Kürt halkının diriliş tarihinin adı ve künyesi olmuşsa, 1 Haziran 2004 direnişi de Kürt halkının özgürlüğüne inadına sarılarak kendi varlığını koruma ve mutlaka özgürlüğünü sağlama direnişi olarak şimdiden tarihte yerini almıştır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Oturup adam akıllı polisin bir resmini en objektif bir biçimde çekelim. Sonrada oturup ne yapmamız gerektiğini açıkça tartışalım.
Polis, bir iktidarın kendi halkına karşı en aktif kullandığı vurucu gücüdür. Hatırlarsınız, bir Japon atasözünün “her şeyime dokunabilirsiniz, …hatta imparatoruma bile ancak polisime asla” deyişini.
Herhalde okyanusların ötesinde, kocaman bir devlet yapısına sahip olan bir Japonya bile kendi polisine bu düzeyde kutsallık ve dokunulmazlık atfediyorsa bir bildikleri vardır. Biliniyor Japonlarda, imparator aynı zamanda Japonların güneş tanrısı oluyor. Son yıllarda tanrılık iddiası olmasa da yakın zamana kadar böyle olduğunu herkes biliyor. Düşünün böylesine bir kişi için bile “imparatoruma dokunabilirsin ama polisime asla” denmesi gerçekten manidar olmalıdır.
Peki, bu polis nedir ki bu düzeyde dokunulmaz kılınmış ve böyle bir zırhla donatılmış olsun?
Kilit soru budur. İmparator gitse de, başka değerler gitse de yerlerine başkaları gelir ya da bir şekilde yeri doldurulabilir. Ancak devletin ve iktidarın koruyucu zırhı gitti mi devlet de gider, iktidar da gider. Devletin bekçiliğini yapan güç gitti mi devlet gider. Devletin ve devletin sahipleri olan egemenleri koruyan güç gitti mi tüm bu kesimler gider. Özcesi polis giderse bu baskıcı, kan emmici ve sömürücü çark dönmez.
Yukarıda dile gelenler polisin önemli ölçüde dünya ölçeğinde fotoğrafını bize veriyor. Hiç şüphe yoktur ki eklenecek çok şey olacaktır. Ancak ana hatlar herhalde bunlardır.
Türkiye’de özelde de Kürdistan’da polisin fotoğrafını yukarıda dile gelenler tanımlayamaz. Eksik ve yetersiz kalır. Genel olarak polis gücünün olmaması gerektiği açıktır. Ancak özelde Türkiye ve Kürdistan’da bu gücün asla ama asla olmaması gerekir. Nedeni ise Türkiye ve Kürdistan’da bu güç tam bir baskı hatta soykırım gücüdür.
Kürdistan’daki polislere bakın, hangisinde bir vicdan belirtisini görebilirsiniz? Göremezsiniz. Çünkü bu polis gücü Türkiye’de devleti ve iktidarı korumakla görevlendirilmiş sadece bir kolluk gücü değildir. Kürdistan’da bu polis gücü faşizmin uygulayıcısıdır. Hitler’in vurucu gücü olan SS’lerdir. Kin kusandır. Kan emenlerdir.
Meydanlara bir bakalım; çocuklarımızın kollarını kıran, analarımızı coplayan, yetmişlik dede ve nenelerimize el kaldıran, imamlarımıza saldıran, kadınlarımıza tecavüze kalkışan, siyasetçilerimize gaz bombaları fırlatan, sivil toplumcularımızı çileden çıkartan, şehitlerimize saldıran.
Evet, polis Kürdistan’da tam bir vantuz gibi, vampir gibi kan emen bir güçtür. Başka da Kürdistan’da hiçbir görevi yoktur. Faşizmin bekçisidir. Kollayıcısı ve uygulayanıdır.
Yukarıda dile gelenler aslında polisin önemli ölçüde Kürdistan’da fotoğrafını veriyor.
Peki, böyle bir halk düşmanı gücün Kürdistan’da kalması reva mıdır? Böyle bir gücün Kürdistan’da kalmasını hak ediyor muyuz? Herhalde hayır diyeceğiz.
Peki, böyle faşist SS gücünün Kürdistan’da kalmaması için ne yapacağız?
Öncelikli olarak her Kürt bu polis gücüne selam vermeyecektir. İlişkilenmeyecektir. Bir trafik polisine bile bir yol, bir adres sormayacaktır. Bu SS gücü polisler Kürdistan’da kendilerini yabancı göreceklerdir, sadece görmeyeceklerdir, bu duyguyu derinliğine yaşayacaklardır. Ve onlara yönelen her gözden korkacaklardır. Çekineceklerdir. Ürkeceklerdir.
Özcesi bu SS polisleri Kürdistan’da polislik yapmayacaklardır. Kürdistan’da kalacaklarsa polis olarak kalmayacaklardır. Herkes gibi kendilerine başka bir meslek seçeceklerdir ya da gerisin geriye kendi memleketlerine döneceklerdir. Ahlaklı bir meslek seçerek insan gibi yaşamayı deneyeceklerdir. Aksi takdirde başlarına gelecek her türden tehlikeden kendileri sorumlu olacaklardır.
Kürdistan’a çok mu ama çok polis yerleştirmişlerdir. Üniformalılarının yanına birde üniformasız yani sivil polis yerleştirmişlerdir. Ve çocuklarımıza, kızlarımıza, analarımıza, bacılarımıza, nene ve dedelerimize, öğrencilerimize, gençlerimize ve de imamlarımıza karşı en acımasızca saldıranlar bunlardır.
Biz bunları tespit edeceğiz, teşhir edeceğiz, olmadı tecrit edeceğiz, olmadı elimizde ne geliyorsa onu yapacağız. Bir Kürdistanlı genç olarak, bir Kürdistanlı yurtsever olarak yapılması gereken budur. Aynısını üniformalı için de yapacağız. Oldu ki gücümüz yetmedi o zaman bu polislerin bir resmini, fotoğrafını çekeceğiz. Adreslerini biliyorsak-ki bu adresleri özel de sivil olanlarını tespit etmek zor olmamalıdır –tespit ettikten sonra gerillaya vereceğiz.
Evet, SS polislerinin, AKP’nin dalgakıranları olan polislerin bir fotoğrafını çekip yanı başınızda duran gerillaya vereceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Genel siyasal mücadele ve seçim çalışmalarının genel demokratik siyasetin gücü ile birlikte özel olarak da demokratik Kürt iradesini şimdiden ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Böldürmeyiz” ifadesinden anlıyoruz. Demokratik siyasi gelişmeler devlet iktidarının başına “Bölünme” olarak yansıyor. Halbuki ortada bölünme filan yok. Dahası bölünmeyi savunan bile yok. En “bölücü” sayılan BDP’nin (genelde PKK’nin) en geniş demokratik ittifakı yaratmak için çalıştığı, bölünmüşlüğü birleştirici rol oynadığı ortada. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku bunu ifade ediyor.
O halde, Türkiye toplumunda bir bölünme değil de, milliyetçiliğin böldüğü toplumu demokratik çizgide yeniden birleştirme geliştiği halde, Başbakan Tayyip Erdoğan neden gelişmeleri “Bölünme” olarak görüyor? Neden 1990’ların ilk yarısında başbakan olan Tansu Çiller’in “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” edebiyatını şimdi “Böldürmeyiz” sözüyle tekrarlıyor?
Bu soruların cevabı elbette önemlidir. Çünkü ortada bölücülük yapan olmazken Başbakan’ın “Bölünmeye karşı mücadele” ediyor görünmesi önemlidir. Besbelliki Başbakan’ı böyle bir reflekse götüren “Vatanın ve toplumun bölünme tehlikesi” değildir. Tersine böyle bir durum olmadığı gibi, demokratik birlik eğilimi gittikçe güçlenmektedir. İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’ı korkutan da bu gelişme olmaktadır. Devletçi sistemin ve milliyetçi ideolojinin bölüp parçaladığı toplumu gerçek demokrasinin yeniden birleştirmesi Tayyip Erdoğan’ı korkutmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” biçimindeki sezeyanı gelişen demokratik toplum ve demokratik siyasetin gücünü göstermektedir. Daha seçim olmadan Demokratik Ulus Bloku’nun bu güce ulaşıp, siyaset üzerindeki etkisini iyice hissettirme durumu yaşanmaktadır.
Son haftalarda genelde demokratik güçler, özel olarak da Kürt halkı üzerinde gittikçe yoğunlaştırılan faşist polis terörünün buradan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitle desteğini kaybetmekte olduğunu gören AKP, bunun verdiği öfkeyle polis sürülerini halkın, kadın ve çocukların üzerine sürmektedir. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” talimatı halka dönük faşist polis terörü olmaktadır.
AKP yönetiminin günümüzde topluma ve Kürt halkına yönelik uyguladığı faşist terörün yakın tarihte yaşanmış iki benzeri vardır. Birincisi 1980-1985 arasında Kenan Evren başkanlığındaki 12 Eylül cunta yönetiminin terörü, ikincisi ise 1991-1995 arasında Demirel-Çiller-Güreş çete yönetiminin uyguladığı terördür. Bu iki terör sürecinin ağır acılar yaratan uygulamaları hâlâ toplumun belleğinde taptazedir. Bu iki terör dönemindeki binlerce karanlık olay hâlâ aydınlatılmış değildir ve demokratik siyaset bu durumu aydınlatma çabası içindedir.
Birinci terör dönemini simgeleyen söz “Asmayalım da besleyelim mi?” olmuştur. Bu mantıkla hareket eden Kenan Evren cuntası, elli civarında genci idam ederken, onunla birlikte binlercesini gizli katletmiş, onbinlercesini yaralayıp sakat bırakmış, yüzbinlercesini de tutuklayıp işkenceden geçirmiştir. “Anarşi, terör, bölücülük ve yıkıcılığa karşı mücadele” adı altında Türkiye ve Kürdistan’da eşi az bulunur bir terör uygulamasında bulunmuştur. Kenan Evren de her fırsatta “Vatanı ve milletin böldürtülmeyeceğini” söylemiş ve bu refleksle hareket etmiştir.
İkinci terör dönemini simgeleyen söz “Ya bitecek ya bitecek” ifadesi olmuştur. “Terörü bitirme” yaklaşımı temelinde bu sözü kendine slogan eden Tansu Çiller, terör yerine Kürt halkını bitirmeyi hedefleyen bir topyekûn özel savaşın yürütücüsü olmuştur. Bu dönemde onyedibin “faili meçhul” katliam olayının yaşanmış olduğu kabul edilmektedir. Dönemin başbakanı Tansu Çiller de, her fırsatta “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” diyerek, bu ağır faşist terörü “Böldürtmeme” refleksiyle uyguladığını ortaya koymuştur.
Şimdi dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın da aynı sözleri söylediği ve aynı refleksle hareket edip benzer bir faşist terör politikasını uygulamaya koyduğu gözleniyor. Gün geçtikçe ve Kürt halkının direnişi sürüp demokratik siyaset geliştikçe Tayyip Erdoğan’ın bu gerçeği daha net bir biçimde açığa çıkıyor. Bu temelde Tayyip Erdoğan’ın Kenan Evren’e benzediği, gittikçe daha çok Çillerleştiği açık bir biçimde görülüyor.
Peki bu durumun ardında ne vardır? Besbelliki Tayyip Erdoğan şimdiye kadar maskeliymiş, kendi gerçek yüzünü gizliyormuş. Gerçekte bir Türk-İslam sentezci, yani dinci milliyetçiyken, sanki liberal, yenilikçi, demokrasiye açıkmış gibi kendini göstermiş. Şimdi yaşanan gelişmeler sonucunda artık bu maskeyi taşıyamıyor ve gerçek yüzü açığa çıkıyor. Birinci yan budur.
Tayyip Erdoğan’ı Çillerleştiren ikinci ve daha önemli neden ise, ABD politikalarıdır. Bilindiği gibi, Tansu Çiller de ilk iktidar olduğunda Kürt sorunu için “Bask modeli tartışılabilir” demişti. Buradan başlayarak “Ya bitecek ya bitecek” nakaratına varan bir topyekûn terör saldırısının sahibi oldu. Elbette onu bu noktaya götüren şey, ABD ile ilişkileri ve ABD-İngiliz politikalarıydı. Şimdi Tayyip Erdoğan’ı da adeta yeni bir Çiller versiyonu olarak yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan da “Kürt sorunu benim sorunum” diyerek işe başladı ve şimdi ABD’den aldığı talimatlar doğrultusunda “Kürt sorunu artık bitmiştir” ve “Böldürtmeyiz” demeye başladı. Ve Çiller dönemini aratmayacak bir faşist polis terörünün önünü açtı.
Dahası Tayyip Erdoğan’ın seleflerinden daha çok bir demagoji ustası olduğu gözleniyor. Bu temelde her şeyi çok rahat çarpıtıp tersyüz edebiliyor, yüzü bile kızarmadan her türlü yalanı söyleyebiliyor. Meydanlarda milletin karşısına çıkıp pişkince “Hiç ordu silah bırakır mı?”, “Hiç polis silah bırakır mı?” diye sorabiliyor. Sanki “ordu ve polis silah bıraksın” diyen var! Bunu şimdi düşünen tek kişi herhalde Tayyip Erdoğan olsa gerek.
Yoksa herkes biliyorki ordu ve polis silah bırakmaz. Silah bırakırsa ordu ve polis olmaz. Ordu ile polis silah bırakmaz, bu doğru; fakat Kürt halkı da kendi kaderini ve güvenliğini kendine karşı savaş için eğitilip örgütlenmiş bu katil sürülerine bırakmaz, bırakamaz. Bu gerçek birincisinden daha hayati önemde bir doğrudur. Bunu da Tayyip Erdoğan ve arkadaşları biliyor mu? Kim kimi kandırmaya çalışıyor?
Yaşadığımız kritik ve hayati önem arzeden süreç maskeleri düşürüp gerçekleri daha net ortaya çıkarıyor. Tayyip Erdoğan’ın Evrenleşen, Çillerleşen yüzü artık çok daha net olarak görülüyor. Dolayısıyla Kürt halkı bu düşman yüzü artık çok daha açık olarak görebiliyor. Bunu da meydanlarda faşist polis terörüne karşı gösterdiği kahramanca direnişte ortaya koyuyor. 12 Haziran seçiminde AKP’yi sandığa gömerek de daha net koyacak!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan’da ve Türkiye’de bugün nereye bakarsanız bakın toplumsal olaylarda ilk saldıran polistir.
Öğrencilere saldıran polis.
İşçilere saldıran polis.
Madencilere saldıran polis.
Kadına saldıran polis.
Köylülere saldıran polis.
Anti Hescilere saldıran polis.
Kürtlere, gençlerine, analarına, kızlarına, yaşlılarına, çocuklarına, siyasetçilerine, mellelerine, sivil toplumcularına saldıran hep polistir.
Denilecek ki iç güvenliği sağlamakla görevli. Denilecek ki asayişi sağlamakla sorumlu. Denilecek ki devleti korumakla yükümlü.
Evet, polis devleti korumakla yükümlüdür. Ancak devletin de neme nem kirli bir yapı olduğunu biz biliyoruz. Devletin kendi iktidar güçlerini, egemenlerini yani Hegemonlarını korumakla görevli olduğunu da biz biliyoruz. Devlet eğer bir avuç insanın çıkarlarını korumakla vazifeliyse ve poliste bu devleti korumakla görevliyse demek ki bu polis bu egemenlerin, Hegemonların, kan emmicilerin görevlisi ve bekçisidir.
Kürdistan’da eskilerde devletin vurucu gücü Ergenekoncu faşist polis yapılanmasıydı. Buna Kızılelmacı polislerde demek mümkündü. Ve bu kliklerin Kürdistan’da sergiledikleri dehşet halen belleklerde tazeliğini koruyor.
Türkiye’de iktidar daha doğrusu rejim değişikliği hatta öncesi başlayan polis reorganizasyonuyla bu faşizan yönelim daha da artmıştır. Her ne kadar renklerini yeşil gösterseler de Hitlerin SS ve SA’larına taş çıkartacak yapıdadır bu yapı. Kendilerine yeşil renkte taksalar, İslami renkte taksalar özlerinde faşist bir devlet yapısını korumaya adamış bu yeşil faşist polis gücü bugün Kürdistan’da kan kusturmaktadır.
Evet, Kürdistan’da yeşil faşizmin vurucu gücü polislerdir. Bazılarının söyledikleri gibi bu polis gücü masumane görevler üstlenmemiştir. Bu polis gücü Kürdistan’da Kürt dirilişini, ayaklanışı ve kimlik edinişini yok etmek ve bastırmak için iş başında olan yeşil faşizmin paramiliter bir gücüdür.
Bilinir Paramiliter güçler resmi olmayan ama önemli görevler üstlenipte yürüten devlet yanlısı güçlerdir. Ancak Türkiye gibi Sivil Faşizmin giderek kök salmaya başladığı bir devlet yapısında polis kesinlikle paramiliter bir güçtür.
Faşizm, tabiatı gereği gayri rutin hareket eden bir yapıdır. Kürdistan’da kaç tane devlet kurumu -bu kirli bir yapıda olsa-hukukuna uygun yönetim yapmaktadır. Dikkat edilirse Kürdistan’da devlet eliyle ve kurumlarıyla yapılan ve yürütülen çalışmaların neredeyse tamamı gayri rutindir, gayri resmidir. Eğer siz MGK’ yi resmi rutin çalışan bir yapı olarak görüyorsanız söyleyecek bir şey kalmıyor, ama eğer MGK gibi kurumların 12 Eylül faşist cuntasından arta kalan yapılar olduğunu bilirsek, YÖK gibi kurumları yine bu derin faşizan yapının kurumları olarak görürsek o zaman Kürdistan’da devre de olan neredeyse tüm güçlerin gayri meşru oldukları, gayri hukuki oldukları ve de faşizan olduklarını rahatlıkla göreceksiniz.
Örneğin Kürdistan’a gönderilecek imamlar bile MGK’da karar altına alınıp gönderiliyorlarsa, hatta bu imamlar Kürdistan’a ya da başka bir yere gönderilmeden önce Kemalizm ve Türkçülük üzerine yemin ederek gidiyorlarsa o söylenen laik ve hukuk devlet kavramların boş olduğunu herkes görecektir.
Evet, Kürdistan’da gayri rutin hareket eden devlet kurumlarının başında paramiliter güç olan polisler geliyor. Ve polis gücü bugün devlet içerisinde derine inmiş olan yeşil İslamcı faşist bir kliğin tüm istemlerini yerine getirmekten çekinmemektedir.
Bu faşizan yönelimlerini tek tek sıralamak mümkündür. Sıradan insani istemlere coplarla, gazlarla, silahlarla saldıran bu paramiliter polis gücü esasta derin devlete söz vermiş olan yeşil faşist zihniyetin güdümünde olan bir güçtür. Sivil toplum örgütlerine saldıran, mahkemelerde kan kusturan, Kürt dindarlarına ve mellelerine saldıran, analarına el ve cop kaldıran, çocuklarının kollarını ve başlarını meydanlarda kıran, yeşil faşistlerin alenen güvenliğini sağlayan ve bunlar yetmediğinde ise soruşturmalarını: Akepe’nin büro ve parti binalarında yürüten bu güç işte bizim söylediğimiz paramiliter polis gücüdür.
Kimisi diyecek ki bu polis devletin polisidir, üniformalıdır. Evet, bu polis devletin polisidir ve üniformalıdır.
Unutmayın Hitlerin SS’leri ve de SA’sıda üniformalı ve Hitler seçimi kazandıktan sonra resmi devlet gücü olmuştu. Ancak hiçbir zaman paramiliter bir güç olmadığını kimse söyleyememiştir. Çünkü asli görevi muhalefeti Nazi faşizmi adına ezmekti.
Bugün ise aynı şekilde Kürdistan’da ve de Türkiye’de paramiliter polis gücü yeşil faşist yapılanmayı oturtmak için devredir.
Özcesi polis gücü paramiliter bir güçtür. Paramiliter güçler gayri meşru yapı ve güçlerdir. Türkiye ve Nazi Almanya’sı örneğinde olduğu gibi bunların yasal olmalarının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Önemli olan üstlendikleri görevlerdir. Ve bu üstlendikleri görevler faşizandır. Faşistçe halkımıza, halklara, kadınlarımıza, analarımıza, çocuk ve gençlerimize, yaşlılarımıza ve son zamanlarda da melelerimize ve dedelerimize saldırmakla görevlendirilmişlerdir.
Bunun için polis namına Kürdistan’da ne varsa hedeftir. Bunun üniformalısı da üniforması olmayanı da hedeftir. Evde de hedeftir, mahallede de hedeftir. Okulda da, caddede de hedeftir. Yolda da, emniyet binasında da hedeftir.
Özcesi kim olursa olsun, niyeti ne olursa olsun sivil faşizmin ve yeşil faşizmin hizmetini yapan tüm polis güçleri hedeftir. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’da polislik yapmayın, polisliği bırakıp ya başka işlere girin ya da Kürdistan’da gidin.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Son günlerde ve haftalarda AKP Kürtleri açıkça tehdit ediyor. Bu süreç Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu artık bitmiştir” biçimindeki dahiyane tespitiyle başladı. Bu tespit aynı zamanda “Kürt yoktur” anlamına geliyordu. Kürt sorunu bittiğine veya Kürt olmadığına göre, o halde “Ben Kürt olarak varım” veya “Kürt sorunu var” diyenlerin de yok edilmesi gerekiyordu. Nitekim başbakan olarak bizzat Tayyip Erdoğan, böylelerinin yok edilmesi talimatını devletin tüm birimlerine, en başta da polis ve ordusuna verdi. İşte dağda ve şehirde son zamanlarda yoğunlaşan ve yaygınlaşan polis ve asker operasyonları böyle başlayıp gelişti. Bu operasyon ya da saldırılar hâlâ da devam ediyor. Hem de daha da hızlanıp kapsamlılaşarak.
Elbette Kürtler tüm bu saldırılara karşı cesaretle direndiler ve hâlâ da direniyorlar. Çünkü başka yapabilecekleri bir şey yok. Direnme onlar için varlık-yokluk sorunu. Var olabilmek için direnmeleri zorunlu. Bu açıdan dağdaki gerilla direniyor, sokaktaki genç direniyor, zindandaki tutuklu direniyor. Kadını direniyor, çocuğu direniyor, yaşlısı direniyor. Hepsini birleştiren Kürt Halk Önderi direniyor. Tüm bunlar toplanarak kale gibi direnen bir halk gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Bu saldırı ve direniş sarmalı hiç kuşkusuz inişli ve çıkışlı oluyor. Bazen saldırılar etkinlik kazanıyor, bazen de direnişler. Son zamanda direnişin gözle görülür düzeyde etkinlik kazandığı bir durum yaşandı. Neredeyse AKP’nin Kürdistan'da silindiğini gösteren sonuçlar ortaya çıktı. İşte bu durum AKP yöneticilerini daha saldırgan ve tehditkar kıldı.
En başta Başbakan Tayyip Erdoğan tehditler savurmaya başladı. Bir yandan İmralı’daki Kürt Halk Önderi’ni, diğer yandan dağdaki gerillayı hedefe aldı. Elbette BDP ve diğer benzer kuruluşlar da bu tehditlerin dışında kalmadı. Tayyip Erdoğan yapar da “Kürt ve kadın düşmanı” Bülent Arınç geri kalır mı? O da açtı ağzını ve “Ayaklarını denk atsınlar” dedi. İnsanın, bir anda öfkelenip “Atmazlarsa ne olacak?” diyesi geliyor. Eminim binlerce Kürt böyle demiştir. Fakat daha da önemlisi bunun taşıdığı anlamdır. Bunun Kürt halkını çok açık olarak ve kabaca bir tehdit olduğu ortadadır. Yine bu tehditkar duruşunda bir sömürgeci duruş, kendini büyük gören bir şoven duruş olduğu tartışmasızdır.
AKP içinde bu ruhu ve tutumu en fazla Bülent Arınç taşıyor ve temsil ediyor. Onun zaman zaman artistçe gözyaşı dökmesine bakmayın siz. Timsahın gözyaşına benziyor onunkisi. Kendini üstün gören milliyetçi-şoven zihniyet Bülent Arınç’ta çok güçlü. Kendini büyük baba görerek durmadan çevresini azarlıyor. Herhalde AKP içinde böyle bir konum kazanmış ve aynı konumu dışarıda da sürdürmek istiyor. En başta tüm halka karşı yaklaşımları böyledir. Kadına tamıtamına böyle yaklaşıyor. Kürtlere böyle yaklaşıyor. Her fırsatta küçümseyici ve azarlayıcı bir tutum gösteriyor.
Kürt halkının bilinçlenme ve birleşme düzeyi arttıkça AKP’nin Kürdistan'daki varlığı sıfırlanıyor ve AKP iktidarı da çatırdıyor. AKP’yi Kürtlere karşı saldırgan ve tehditkar kılan iç gelişme bu. Fakat bundan daha önemlisi yaşanan dış gelişmelerdir. Yani ABD’nin Ortadoğu politikalarında yaşanan değişikliklerdir. Arap halkının yayılan ve derinleşen isyanı karşısında zorlanan ve “Büyük Ortadoğu Projesi” tehlikeye giren ABD’nin politika değiştirmeye çalıştığı gözleniyor. Libya’daki durumun bu konuda bir dönüm noktası olduğu anlaşılıyor.
ABD Arap alemindeki gelişmeleri kontrol altına alabilmek ve egemenliğini sağlayabilmek için yeni bir saldırı planı devreye koymuş bulunuyor. Bu da karşıtlarını komplo ve şiddetle yok etmeyi içeriyor. Libya’ya ve El Kaide’ye dönük saldırılarının bu kapsamda gündeme geldiği anlaşılıyor. ABD, rakiplerini yok ederek bölgeye hakim olmak istiyor. Nitekim bu politikanın kapsamına PKK de giriyor. ABD yönetiminin PKK yöneticileri hakkında kararlar alması işte bu anlama geliyor. ABD politikasında PKK’nin yerinin olmadığı vurgulanmış oluyor.
Bir yandan işte bu durum AKP’nin saldırı ve tehditlerini besliyor. Dahası böyle bir politikayı Ortadoğu'da yürütebilmek için ABD yönetimi Türk devletinin ve AKP hükümetinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Bu da devlet ve hükümet için PKK’ye karşı yakalanmış bir koz oluyor. Nitekim bu temelde Libya çekişmesi sürecinde ABD ile AKP arasında yeni bir anlaşmanın yapılmış olduğu gözleniyor. Yani AKP hükümeti ABD’nin Ortadoğu'daki saldırılarına destek verecek, ABD de AKP’nin PKK’ye yönelik saldırılarına destek verecek! Nitekim AKP hükümeti ABD’nin Libya ve El Kaide’ye yönelik saldırılarına destek vermiş bulunuyor. Buna karşılık ABD de AKP hükümetinin Kürtlere karşı saldırı ve tehditlerini destekliyor. AKP’nin son saldırı ve tehditleri esas gücünü işte buradan alıyor. Yani yine ABD “yürü ya kulum” diyor, Tayyip Erdoğan ve AKP de yürüyor!
AKP saldırı ve tehdit için ABD’den destek alıyor, ancak ne kadar alsa da bu destekleri yeterli görmüyor. İstiyor ki bütün işleri ABD yapsın, PKK’yi ABD yok etsin! O nedenle ikide bir Tayyip Erdoğan sızlanıyor, “Müttefiklerimiz teröre karşı mücadelede bize yeterince destek vermedi” diyor. Bu sızlanma o kadar ileri gitti ki, artık ABD elçisi bile dayanamadı. “Günde bir milyon dolar PKK’ye karşı istihbarat çalışmalarına harcadıklarını” söyledi. Diğer harcamaların tutarını buna bakarak siz düşünün! Çok açık ki, PKK ve Kürtlere karşı savaşı ABD yürütüyor. AKP’ninki sadece figüranlık oluyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, gözlerinin içine baka baka “Kürt vatandaşları”na karşı ABD ile de, başkalarıyla da ittifak ve işbirliği yapıyor.
Bu tehdit ve işbirliğini elbette Kürt halkı ve insanı da görüyor ve izliyor. Buna karşı da hem bilincini, hem de örgütlülüğünü geliştiriyor. Bu saldırı ve tehditlere karşı dağda ve sokakta direndiği gibi, ciddi bir dersi de 12 Haziran’da sandıkta vermeye hazırlanıyor. Bunlar karşısında aklı başında hiçbir Kürd’ün AKP’ye oy vermeyeceği söyleniyor. Çünkü AKP’ye verilen her oy, Kürd’e sıkılan bir kurşun oluyor.
Öte yandan böyle tehdit ve saldırıları Kürtler şimdiye kadar çok gördüler. Kenan Evren’leri tanıdılar, nice kontrgerilla şeflerini gördüler, Çiller, Ağar ve Güreş’e karşı mücadele ettiler, Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’u tanıdılar. Hepsi de Kürt direnişi karşısında çözülüp gitti. Bazıları da ağlayarak. Şimdi hiçbirisinin esamesi okunmuyor.
Belli ki Tayyip Erdoğan ile AKP bu zincirin son halkası oluyor. Bir aydın “AKP Kürt sorununu çözmezse, Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Şimdi işte bu öngörü doğrulanıyor. Kürt sorununu çözemeyen AKP, kendinden önceki özel savaş hükümetleri gibi Kürtleri tehdit edip saldırı yürütüyor. Elbette bu da kendisinin sonu ve çözülüşü oluyor. Gelecek günler bu gerçeği çok daha net gösterecek!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
15 Haziran’a bir ay kaldı.
15 Haziran’da selamete mi çıkacağız yoksa kıyamet mi kopacak acaba?
Belli olmamakla birlikte, AKP’nin azgın ve faşizane saldırıları kıyametin kopacağına işaret ediyor.
Bir şairin dediği gibi.
“Dinleyin arkadaşlar.
Bir atasözümüz var.
Biri yer biri bakar.
Kıyamet ondan kopacak.
Kıyamet ha koptu ha kopacak.
Lay lay lay lay lay lay”.
Aynen şairin söylediği gibidir.
AKP zalimlik yapacak Kürtler sessiz mi kalacak?
AKP’nin ordusu ve askeri gerillayı kimyasal silahlarla şehit düşerecek.
Gerilla sessiz mi kalacak?
AKP’nin ordusu fırsat bu fırsat diyerek kalleşçe operasyonlar yapacak.
Gerilla cevapsız mı kalacak?
AKP, Önder APO’ya heyet gönderecek anlaşma yaparken askeri ve siyasi operasyon yok, öldürme yok, tutuklama yok maddelerine imza atacak fakat tersini yapacak.
Gerilla buna tepkisiz mi kalacak?
Bu ne yiğitliktir nede ahlakidir.
AKP’nin Fetullahçı devşirme polis çeteleri Silopi’de halka, Batman’da Kürtlerin yegane temsilcilerinden Ayla Akad Ata’ya direkt kurşun sıkacak.
HPG, hareketsiz mi kalacak?
Tabiki cevap hakkını kullanacak.
AKP’nin ordusu, çakal sürüleri gibi oraya buraya saldıracak.
HPG, bu çakal sürülerine meydanı mı bırakacak?
Eğer birileri diyorsa, bu çakal sürüleri Kürdistan’da istedeği gibi gezsin.
Bilinmeli ki, O birileri herkesi aldatıyor.
Bilinmeli ki, O birileri AKP zalimini meşrulaştırıyorlar.
Yine de bilinmeli ki, HPG, Kürdistan’ı çakal sürülerine bırakmayacak.
Bilinmeli ki, son Bagok şehitleri Şehit Kemal Ferzende ve Şehit Seydoların bize emridir.
AKP’nin çakal sürülerini süreceğiz kutsal vatanımızdan.
15 Haziran’a bir ay kaldı.
Geri sayım başladı.
Selamet mi kıyamet mi herşey AKP’ye bağlı.
Selamet olursa her kes için hayırlıdır.
Kıyamet olursa sadece ve sadece devletlu AKP veyahut diğer şekliyle AKPlu devlete olacak.
Kürdistan coğrafyası, Karadeniz, Akdeniz ve Amanoslar gerillaya kucak açmışken, gerilla bu kadar yayılmışken kıyamet koptuğunda bu AKP’nin sonu olacak.
ÖZGÜR BİLGE.
- Ayrıntılar
Türk devletinin tüm bileşenlerinin oluşturduğu Kürt Özgürlük Hareketi ve legal Kürt siyaseti karşıtı cephenin yoğun psikolojik savaş uygulamaları ve özel savaş basınının kara propagandasının ahlak ve akıl ölçülerini çoktan aştığı duyarlı tüm kesimler tarafından görülüyor. Her güne yeni bir yalan, her güne yeni bir sindirme işlenmeye çalışılan bu zaman aralığında yıllardır biriken öfkeyi, her şeyi bir anda bitirebilecek yıkıcı gücü çıkarmamak, kusmamak için insan kendisini zor tutuyor.
Zora ve zulme karşı silah tutmuş, cenge tutuşmuş insanların her türlü hakareti, küfrü sineye çekmesi, ağır başlı, mütevazı, sabırlı olması eğer bir sonuç, onurlu bir çözüm üretecekse caizdir. Ama yok, ortada bir çözüm yoksa ısrarla, şerefin ve onurun üzerine yemin ettiğin her türlü kutsala yönelen saldırılar, küfürler, hakaretler varsa bunları sineye çekmek, sabretmek olamaz.
O yüzden kendini sınırlamak, kontrolde tutmak kadar zor bir şey var mıdır diye soruyorum bugünlerde kendime.
Bu duyguyu 1999’da yaşamıştım. 15 Şubat ardından tüm yoldaşlarımızla birlikte yaptığımız fedai eylem önerilerimiz ardından örgüt ve Önderliğimizin çabaları karşısında aynı şeyleri hissetmiştim. Bu haksızlığa, onursuz yaşam dayatmasına, teslimiyeti dayatan anlayışa, iki yüzlü, riyakar düzene karşı eli kolu bağlı kalmak gibiydi. Belki de bir işkence yöntemiydi bizim için.
Bu durumu iyi tarif eden kimi işkence yöntemleri okumuştum daha önce. Çırılçıplak soyulan insanların üzerlerine şekerimsi bir madde sürülerek güneşin önüne elleri ve ayaklarının gerili olarak sabit duracağı bir şekilde uzatıldıkları, etrafta bulunan ve et yeme özelliğine sahip karıncaların gelerek kemiklerine dek o insanı kemirdiği ve o insanın tüm bu süre boyunca canlı kalabildiği bir işkence.
Şimdi yaşadığım bu durumu, benimle aynı ruh halini yaşayan binlerce yoldaşımı ve sokaklara dökülmüş halkımın durumunu buna benzetmek yerinde mi?
Evet, bence yerinde.
Aradan geçen onca seneye rağmen aynı tavrı bir onur, bir şeref, insani bir tavır olarak sergilemekte bir saniye bile tereddüt yaşamadan sürdüren Kürt halkının tüm organlarının, bireylerinin sabrıyla bu kadar oynanmasının bu işkence türüyle hiçbir farkı yok.
Tek bir farkla…
Bizim elimiz kolumuz bağlı değil. Alternatifsiz değiliz. Karşı koyacak gücümüz var. Ve istersek en büyük direnci, en güçlü ve büyük savaşı yürütebiliriz.
Fakat…
Evet, fakat gerçekten istemiyoruz.
Kuru, amaçsız bir şiddet örgütü değiliz. Belki de savaşmaktan, silah kullanmaktan en nefret eden topluluk olduğumuz gerçeği de görülmek istenmese de ortada.
Lakin gel gör ki yıllarca dağlarda inandığı doğrular ve değerler için her türlü şeyden vazgeçmiş, bir lokma bir hırka felsefesine göre yaşayan, halkının insanca, onurluca ve hak ettiğince yaşaması dışında hiçbir talebi olmayan insanların kendilerine savaş dayatılması durumunda, üzerine şiddetle yönelinmesi durumunda silahı en iyi kullanan, savaşı en iyi bir duruma getirebiliriz.
Bu, tecrübeyle hasıl olmuş bir gerçektir. Denemeyin diyoruz, sabrımızla oynamayın. Biz güçsüz değiliz diyoruz. İstemiyoruz diyoruz.
Ama nafile… bir kuru kafalık, bir anlayışsızlık, bir densizlik, bir vurdumduymazlık…
Ötesinde faşizm, katliamcılık, asimilasyonculuk…
Madem öyle
Biz buna karşı mücadele de her zamankinden daha güçlü olarak hazırız diyoruz.
Sabrın öğreticiliğini, mütevazılığın kazandırıcılığını, barışın kardeşleştiriciliğini onaylamıyor ve ötesinde karalarla örtmeye çalışıyorsunuz o zaman…
Ve inanın, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak hale …
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Türkiye tarihinin en görkemli 1 Mayıslarında birini kutluyor. Taksim de yaklaşık bir milyon insan! 1 Mayıs meydanını her renkten insanlar dolduruyor. Herkes kendi rengiyle bu büyük birliğe katılıyor. Türkiye demokratik toplumu 1 Mayıs’ta Takim’de ortaya çıkıyor. AKP iktidarının gerçek demokratik alternatifi böylece netleşmiş oluyor.
1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü. Aynı zamanda işçi sınıfının şehitlerini anma günü. Türkiye demokratik toplumu da taksim meydanında kendi şehitlerini anıyor. Denizleri, Mahirleri, İbrahimleri, Hakileri, Ferhatları hatırlıyor. 1 Mayıs 1977 katliamının intikamını alıyor, hesabını soruyor. “ Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku” 1 Mayısta gerçek kitle tabanına kavuşuyor. Demokratik Türkiye Toplumu kırk yıl sonra yeniden ayağa kalkıp yeni bir başlangıç yapıyor.
Bu demokratik toplumun en dinamik parçası olan Kürtler, Şehitler Ayı olarak ilan ettikleri Mayıs’ta sayıları onbinleri bulan kahraman şehitlerini anıyorlar. 18 Mayıs Şehitler Günü dolayısıyla özgürlük mücadelesi şehitlerinin çizgisinde kendilerini sorguluyorlar. Hakilerin, Mazlumların, Agitlerin, Zilanların, Nudaların izinde şehit düşen Dersîm şehitlerini bağırlarına basıyorlar. Amed’de, Mardin’de, Hakkari’de yüzbinlerce insan Dersîm şehitleri ardından şehitliklere yürüyorlar.
Özgürlük mücadelesi şehidi olmak, Kürt halkının özgür varlığına ve yaşamına şahitlik etmek anlamına geliyor. Kürtler şehitlerinin şahsında kendi özgür yaşamlarını ve geleceklerini görüyorlar. Şehitleri birer Önderlik gerçekleşmesi olarak ele alıyorlar. Bu temelde en yüce değer sayıp kitlesel olarak sahipleniyorlar. Şehitler günü ve ayını da bu temelde ele alıp kahraman şehitlerini anıyorlar.
Çok iyi biliniyor ki, bu süreç 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edilmesi ile başladı. İdam sehpasında “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek şahadete giden bu insanlar özgürlük ve kardeşlik mücadelesini dönülmez hale getirdi. Denizlerin idamını önlemek için 30 Martta kendileri ölüme giden Mahir Çayan ve arkadaşları dava arkadaşlığının ve sorumlu yaklaşımın sembolü olmuşlardı. Türkiye’de 1960’ların ortasından itibaren adım adım yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesi her ne kadar 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesi tarafında ezilse de ortaya çıkardığı bu büyük önderler ve özgürlük kahramanları şahsında yenilmez ve zaferin garantisine sahip hale gelmişti. Bu tarihi önderliksel çıkışı 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanında Ser verip sır vermeyerek şehit düşen İbrahim Kaypakkaya tamamlamıştı.
Mayıs ayının bu kahramanlık çizgisi daha sonra PKK öncülüğündeki özgürlük mücadelesi ile devam etti. 18 Mayıs 1977 de Antep’te kontrgerillanın düzenlediği bir komploda PKK kurucularından Haki Karer katledildi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Benim gizli ruhum gibiydi” dediği Haki Karer’in anısı bu güne kadar gelen PKK’yi yarattı. Bu nedenledir ki, Kürt Özgürlük Hareketi 1981 yılından itibaren otuz yıldır 18 Mayıs’ı “Şehitler Günü” olarak ilan etti ve andı.
Şahadetinin birinci yıldönümünde Haki Karer’i anmak için geliştirilen mücadele içinde Halil Çavgun şehit düştü. 18 Mayıs 1978 de Hilvan’da Halil Çavgun’un şahadeti, Kürt direniş tarihinde önemli yeri olan Hilvan- Siverek Direnişinin yaratıcısı oldu. Şehidi doğru anmak öyle bir büyük bir kuvvetti ki, 12 Eylül faşist zulmü altında Diyarbakır Zindanında sıkışan tutsaklar çare üretecek gücü burada buldu. Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının 17 Mayıs 1982’deki kendilerini yakma eylemi Büyük Zindan Direnişinin zaferine çok önemli katkılar yaptı.
Mayıs ayının bu direniş ve şahadet kervanı bundan sonra da yoluna devam etti. Filistin halkı ile omuz omuza verilen direniş içinde Abdulkadir Çubukçu, İsrail uçaklarının 1 Mayıs 1982’deki Beyrut bombardımanında şehit düştü. Hilvan-Siverek direnişlerinin komutanı Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin, 2 Mayıs 1983 tarihinde Kandil Dağı’nda şahadete ulaştı. 15 Ağustos 1984 atılımı ardından gelişen savaş içinde 1 Mayıs 1985 tarihinde Ramazan Kaplan ve arkadaşları Mutki’de şehit düştüler. Giderek her günü büyük kahramanlıkların yaşandığı bir ay haline geldiği için 1986’dan itibaren Kürt Özgürlük Hareketi tarafından Mayıs ayı “ Şehitler Ayı” olarak tanımlanıp anıldı.
Şehitler ayı her geçen yıl daha büyük direnişlerin yaşandığı ve giderek her gününde şehitlerin olduğu bir ay haline geldi. Bu ayda Kürt direnme savaşının en büyük kahramanlıkları yaşandı. 11 Mayıs 1992’de Tatvan’da Hozan Mizgîn’in gösterdiği kahramanca direniş Kürt kadınının gerillalaşmasının ve savaşa katılımının önünü açtı. Böylece Mart’la birlikte Mayıs ayı da Kürt direniş tarihinin kahramanlık aylarından biri oldu.
Mayıs ayının Şehitler Ayı olması, Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile başlayıp en son Pülümür’de şehit düşen yedi HPG gerillasına kadar uzanan kırk yıllık kahramanca direnişin öyküsü oluyor. Özgür yaşam ve demokratik toplum için yaratılan bu kahramanlık destanı henüz bitmemiş, hâlâ devam ediyor. Her Mayıs’ta yeni yeni kahramanlıklar ekleniyor. Her gününde onlarca kahramanın anısı bulunuyor.
Kürt halkı Mart ayında olduğu gibi Mayıs ayında da kendi kahramanlık gerçeğini görüyor ve hatırlıyor. Hakilerin, Halillerin, Ferhatların, Karasungurların ve Mizgînlerin şahsında kendinin binlerce kahraman evladını görüyor. Onlarla yeniden özgür toplum olarak var oldu, özgürlüğünü onlarla yaşıyor.
2011 yılının Mayıs ayında Kürt toplumundaki bu duygu ve bilinç zirveye ulaşmış durumdadır. Pülümür şehitlerine sahip çıkışa bakınca bu gerçeği insan net bir biçimde görüyor. Her gün Kürdistan’ın dörtbir yanında şehitleri anmak için toplantı ve eylemler yapılıyor. Halk kitlesel olarak şehitlikleri ziyaret ediyor, mevlitler okutuluyor, şehitleri anlatan toplantı ve tartışmalar yapılıyor, şehitler çizgisinde kadın-erkek herkes kendini sorgulayarak doğru yurtsever ve özgür yaşama ulaşmaya çalışıyor.
Şu gerçeği herkes çok iyi bilmelidir: Kürtler şehit vermeyi öğrenmiş ve şehit verme gücüne ulaşmıştır. Şahadeti doğru anlama, anma ve sahiplenme gücü kazanmıştır. Şehide anlam vererek Onu Önder yapma konumuna ulaşmıştır. Bu bakımdan AKP hükümetinin ve tüm soykırım güçlerinin çabaları boşunadır. Ne kadar saldırır ve katliam yaparlarsa, o kadar Kürt halkının kin ve öfkesini büyütüp, direnme bilincini arttırmaktadırlar. Bu da özgürlük mücadelesini daha da büyütmekte ve Kürt direnişini zafere daha da yakınlaştırmaktadır.
Bu inançla Denizler ve Hakilerle başlayıp en son Pülümür direnişçilerine kadar gelen tüm Mayıs ayı şehitlerini ve onların şahsında tüm özgürlük ve demokrasi şehitlerini saygıyla anıyor, şehitlerin aydınlık yolunda halkımızın özgürlüğe mutlaka ulaşacağını belirtiyoruz!
Selahattin Erdem
- Ayrıntılar
Son on yıldır adından en çok söz edilen Usame Bin Ladin nihayet bir Pentagon operasyonuyla öldürüldü. Bu ölüm operasyonunu Obama yönetiminin naklen canlı izlediği açığa çıkarken, Amerika’da epeyce sevinç duyanların olduğu görüldü.
Şimdi bir haftadır bu olay herkes tarafından tartışılıyor. Haklı olarak olay çok farklı yönlerden ele alınıp, çeşitli sorular soruluyor. Neden yakalanmadı da, öldürüldü? Neden şimdi öldürüldü? Operasyona kim ya da kimler destek verdiler? Benzer soruların sorulup, doğru ve yeterli bir biçimde cevaplanması gerekiyor.
Denebilir ki, bu olay bu kadar önemli mi? Bazılarının kuvvetle iddia ettikleri gibi, acaba olanlar bir danışıklı dövüş değil miydi? Olayın kendisi önemsiz olabilir, hatta söylendiği gibi danışıklı bile olabilir. Bu nedenle fazla önemsememek gerektiği söylenebilir. Fakat olayın kendisi böyle olsa bile, cevap bekleyen sorular da gösteriyor ki, ardından ciddi siyasal gelişmeler var ve bu nedenle bu olayı doğuran siyasal durumun analizi gerekiyor.
Elbette Bin Ladin’in neden yakalanmayıp da öldürüldüğü sorusu da önemlidir. Çünkü Pentagon güçlerinin sağ yakaladıklarına dönük güçlü iddialar var. Buna rağmen öldürülüp cenazesi de kaçırıldığına göre, o halde operasyonun bu temelde planlanmış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da “ABD’nin Bin Ladin’in söyleyeceklerinden korktuğu” görüşünü kuvvetlendiriyor.
Bin Ladin’in bir zamanlar CIA ile güçlü ilişkisinin olduğu ve Bin Ladin’i ABD desteğinin güçlendirdiği tarihi bir gerçek. Bunu herkes biliyor. Sovyetler Birliğine karşı Bin Ladin ile ABD’nin sıkı iki müttefik olduğu bir sır değil. Yine 1990’dan sonra en azından dış görünüşte Bin Ladin ile ABD’nin karşıtlaştığı ve bu durumun giderek düşmanlık düzeyine yükseldiği de bir sır değil.
Gerçi başta Bin Ladin olmak üzere Saddam Hüseyin gibi bazılarının yaptıklarından en çok ABD faydalanmıştır. Bunlara dayanarak yirmi yıldır Ortadoğu’yu işgal etmeyi ve petrol kaynaklarını ele geçirmeyi başarmıştır. Bu nedenle Bin Ladin ve Saddam Hüseyin’in objektif olarak ABD siyasetine hizmet ettikleri doğrudur, fakat buna bakarak “CIA ajanı” demek elbette gerçekçi olmaz.
Bin Ladin’in neden sağ yakalanmadığından çok, siyaset açısından neden şimdi öldürüldüğü sorusu daha önemlidir. Çünkü, basına yansıdığı kadarıyla altı yıldır denetleniyor, yani izleniyormuş. Obama yönetimi operasyonu naklen izlediğine göre, en azından yıllardır izlendiği ve operasyonun aylardır planlandığı rahatlıkla söylenebilir. O halde neden birkaç ay önce veya örneğin geçen yıl değil de, 2011 baharında 2 Mayıs sabahı operasyon yapılıyor?
Bu soruya ABD iç siyaseti açısından bir cevap verilebilir. Yani Obama yönetiminin 2012 seçimlerine hazırlandığı söylenebilir. Zira 2010 Kasım seçiminde ciddi oy kaybettiği açıkça görülmüştü. Bu nedenle meclis çoğunluğunu kaybetmiş durumdadır. Geçmiş hatırlanırsa, Bush yönetiminin Kasım 2006 ara seçimini kaybetmesi Saddam Hüseyin ve arkadaşlarının idamını getirmişti. Buna bakarak, Obama yönetiminin Kasım 2010 seçimini kaybetmesi de Bin Ladin’in başını götürdü denilebilir. 2008 seçiminde “Bin Ladin’i öldürme” sözünü vererek kazanan Obama’nın, bunu yapmadan yeni bir seçim kazanması imkansız gibidir.
Elbette iç politikaya dair bu görüşün belli bir doğruluğu olsa da, bununla da bağlı olarak bu olayın Ortadoğu’daki gelişmelerle bağı çok daha önemlidir. Bin Ladin operasyonu ABD yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik yeni bir planlı saldırısının başlangıç olaylarından biri gibidir.
2011 Ocak’ından beri Arap toplumunun parça parça da olsa şiddetli bir isyanı yaşadığı herkesin malûmudur. Arap toplumu Birinci Dünya Savaşı ile kapitalist hegemonyanın yarattığı horlanan ikinci sınıf bir toplum olarak artık yaşamak istememektedir. Bu da Ortadoğu’da yeniden yapılanma olayını güncel bir olgu haline getirmiştir.
Bilindiği gibi, bu yeniden yapılanma süreci, kapitalist hegemonya altında Ortadoğu’nun üçüncü genel yapılanma sürecini ifade etmektedir. 19. yüzyıl boyunca kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yönelik ideolojik ve ekonomik saldırısı Birinci Dünya Savaşına yol açmış ve savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda bölgenin ulus-devlet statükosu şekillendirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ardından dünya genelinde esen demokrasi ve sosyalizm rüzgarı Ortadoğu’ya daha çok milliyetçilik ve militarizm olarak yansımış, gerçekleşen askeri darbeler sonucunda ulus-devlet iktidarları bireysel veya oligarşik diktatörlükler olarak ortaya çıkmıştır. Böylece dıştan saldırıyla bölgeyi fetheden kapitalist modernite içselleşmiştir.
Şimdi kapitalist hegemonyanın bu diktatoryal baskı ve sömürüsüne karşı bölge halkları isyan ve direniş halindedir. Özellikle kapitalist hegemonyanın soykırım dayattığı Kürt toplumunun son otuz yıldaki örgütlü direnişine, ikinci sınıf sayılan Arap toplumunun isyanının eklenmesi, bölgedeki üçüncü yapılanma sürecinde halkların gerçek demokrasi eğilimini son derece güçlü hale getirmektedir. Bu durum ise BOP temelinde bölgeyi yeniden fethetmek isteyen ABD’nin stratejik ve taktik planlarını tehlike içine sokmaktadır.
Bu durumda ABD yönetiminin, özellikle Libya olaylarından itibaren yeni bir planlı saldırıya yöneldiği gözlenmektedir. Bu çerçevede NATO’yu harekete geçirmiş ve AKP hükümetiyle anlaşmıştır. Ortadoğu’da ABD hegemonyası önünde engel oluşturan güçlerin ortadan kaldırılmasını AKP hükümetinin desteklemesi karşılığında, ABD de AKP hükümetini PKK'yi imha ve tasfiye planına destek verecektir.
İşte Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanan son olaylar, ortamın gerginleşmesi ve şiddetin tırmanması bu yeni politika ve anlaşma gereği olmaktadır. Dikkat edilirse ABD sadece Bin Ladin değil, Kaddafi’nin de üzerine gitmekte ve AKP artık ses çıkarmamaktadır. Hatta Bin Ladin operasyonu ile Kaddafi’nin oğlunun ölümüne yol açan operasyonun aynı gecede yapıldığı söylenmektedir. Yine Kaddafi’nin de aynı yerde olduğu dile getirilmektedir.
Bunlarla eş zamanlı olarak, bir yandan ABD’den bazı PKK yöneticilerinin “mal varlıklarının dondurulduğu” kararı yükselirken, diğer yandan da Başbakan Tayyip Erdoğan “Artık Kürt sorununun bittiğini” söyleyip, sözde “Kürt açılımı”ndan tamamen vazgeçerek Orduyu ve polisi Kürtler üzerine operasyona sürmektedir. Başbakan ve AKP yöneticilerinin BDP’ye yönelik artan saldırılarının altında işte bu gerçek yatmaktadır. Hükümet, ABD’den aldığı destekle Kürt sorununu çözmeye değil, Kürtleri ezmeye karar vermiş durumdadır.
Peki Kürtleri ezmek için ABD’den aldığı desteğe karşılık olarak, AKP hükümeti ABD’ye ne vermektedir? Çok açık ki, her şeyden önce işte Kaddafi ve Bin Ladin’in başlarını vermiştir. CIA’nın Bin Ladin operasyonunu MİT ve Pakistan istihbaratının desteğiyle gerçekleştirdiği söylenmektedir. Hatta bu işte en kritik rolü MİT’in oynadığına dönük ciddi iddialar vardır. Yine AKP hükümeti yıllardır oluşturduğu İran, Suriye ilişkilerini ve Arap dostluğunu feda etmiş durumdadır.
ABD’nin Bin Ladin saldırısı ile Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerindeki tutum, üslup ve politika değişikliklerinin nedenlerini işte burada aramak gerekir. Demek ki Kürtler ve Ortadoğu bölgesi yeni bir planlı salıdır tehdidi altındadır. Artık seçim bitmiş, yerine savaş gelmiş gibidir. Daha doğrusu seçim tamamen savaşın hizmetine bağlanmış gibidir.
Elbette AKP’nin bu yönelimi ve ABD ile bu ortaklığı hem Türkiye ve hem de Kürtler açısından çok tehlikelidir. Kürtler kadar ülkemizin tüm aydın ve demokratları bu gerçeği görmeli ve bu tehlikeye kesin karşı çıkmalıdır. Özellikle Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’na çok ciddi ve tarihi görev ve sorumluluk düşmektedir. Bu tarihi sorumluluğun bilincinde olmak ve seçimi bununla birleştirmek gerekir.
- Ayrıntılar
Özel savaş herhalde savaşların en kirlisi, en vahşisi, en ahlaksızı, en çirkini, en pervasızıdır.
Özel savaş komplocudur, yalancıdır, entrikacıdır, arkadan vurucudur, kalleşçedir.
Özel savaş sinsidir, bölücüdür, parçalayıcıdır, nifakçıdır, zehir saçandır.
Özel savaş tek kelimeyle çirkeftir. Dindarlarımızın deyimiyle Allah insanı böylesine bir savaş biçiminde korusun.
Tarihi incelediğimizde özelde özel savaş kavramıyla biz 1945’ten sonra daha doğrusu İkinci Dünya savaşı ardından sıkça karşılaşırız. Nedeni ise İkinci Dünya savaşı ardından birçok ülkede yükselen özgürlük mücadeleleridir. Ve birçok ülke bu özgürlük mücadeleleri en çok da emperyalistleri zorlamışlardır.
Yine biliniyor İkinci Dünya savaşı öncesi emperyalistler halkların topraklarını işgal ederlerken direk, dolaysız askeri güçleriyle işgal ederlerdi. Buna siyaset bilimi klasik sömürgecilik diyordu. İkinci Dünya savaşından sonra emperyalistler yeni sömürgecilik diye tanımlanan çıplak askeri güçle işgal yerine kendilerine bağlı, bağımlı, işbirlikçi iktidarlarla varlıklarını sürdürmeye devam ettiler.
İşte tamda bu işbirlikçiliği hem gizlemek, hem işgallerinin devam ettiğini gizleye bilmek, hem de sömürünün üstünü örtmek için dolaysız savaş yerine her türden yalanı, ahlaksızlığı ve sahtekârlığı içeren savaş türü olan özel savaşı geliştirdiler.
Özel savaşın tehlikeli yönü çıplak savaştan daha büyük tahribatlara yol açmasında yatar. Özel savaş insanların ruhsal dünyasına ki buna psikolojik savaş diyorlar-müdahale eder. İnsanın duygusal, duygu yüklü bir varlık olduğu bilincinden hareketle insanları yine toplumları manipüle etme imkânları her zaman vardır. Denilir ya “toplumlar inşa edilmiş gerçekliklerdir”. Bu sosyolojik tespitten yola çıkarak emperyalistler insanların ruhsal dünyasına müdahale ederek insanları etkilemeye, yönlendirmeye, kendilerinin istediği yere çekmeye çalışırlar.
Özel savaş bunu yapmayı hedeflerken başvurduğu silahların başında yalan, dolan, iftira, nifak tohumları ekme, bölüp parçalama, bunlar yetmezse zora dayalı şiddet, kaçırma, vurma, gizliden katletme derken özcesi insanın bilinçaltını etkilemeye çalışırlar.
Örneğin 1972 yılında Şili’de halkın büyük çoğunluğunca sevilen ve seçilen Allende’ye karşı öyle bir kara propaganda yürütülür ki bir yıl geçmeden halkı Allende’nin üzerine sürerek iktidardan alıp idam ederler.
Peki, nasıl oluyor da halkın ezici çoğunluğunun oyunu ve onayını alan halkçı Allende bir yıl geçmeden halk tarafından “alaşağı” edilir.
Nedeni basittir Şili’de ABD tekellerinin ve tröstlerinin o güne kadar dünya da görülmemiş ölçüde özel savaş yöntemlerine başvurmalarıdır. Öyle ki parayla insan ayarlarlar, ellerine de pankartlar verirler, sloganları da belirlerler ardından da sokaklara düşüp protesto etmelerini isterler.
Öyle ki piyasadan malları çekerler, gizli depolarda saklarlar, halkın ihtiyacı olan eşyaların bulunmadığının propagandasını da medyalarıyla yayarlar, ardından da bunun sorumlusunun Allende olduğunu söyler ve yayarlar.
Bunlar yetmez bu kez paralarla özel ayarladıkları kadınları piyasaya sürerler. Öyle ki meydanlara çıkan kadınların çocukları Allende tarafından “kaybedilmiştir, öldürülmüştür” diye haykırırlar.
Bunlar olup biterken benzer hatta daha yavan olan eylem biçimleri başını alıp gider. Televizyonlar, radyolar hep bu eylemleri verir. Hep bu mitingleri verir. Açlığı, erzaksızlığı, boşalan rezervleri ve stokları verirler.
Özcesi Allende’nin iktidara gelmesiyle yıkılan bir Şili imajı çizilir ve bu öyle ustalıkla yapılır ki bir yıl geçmeden halk Allende’nin devrilmesi için ayağa kalkar. Eksik olan faşist Pinochet cuntasıdır o da iktidara el koyarak uzun vadeli bir faşist diktatörlüğün önünü açar.
Çok da fazla zaman geçmeden, ama artık faşistler iktidardadır, ABD’nin İTT firması yeniden maden ocaklarına sahiptir, yeniden tekeller ve tröstler Şili’de başat güçler olmuşlardır. Ve dediğimiz gibi çok da zaman geçmeden stoklarda saklı olan mallar piyasaya sürülür, çocukları kaybolan “anaların” hiçte “ana” olmadıkları ortaya çıkar. Sokaklarda gösteri yapanların hiç de halktan insanlar olmadığı, para karşılığında Allende’yi zayıf düşürmek için yaptığı anlaşılır. Aslında Allende’yi düşürmek için yapılan tüm eylem ve girişimlerin sadece yalan ve dolan, düzmece oldukları ortaya çıkar. Allende’nin Şili yeraltı ve yer üstü zenginliklerine halk adına el koyduğu, ABD şirketlerinden alıp devlete mal etmenin bedeli böyle akıl almaz bir kirli, ahlaksız, fütursuz bir özel savaş olmuştur.
Daha sonraları bu kirli, ahlaksız, belden aşağıya vuran özel savaş dehalarının “yirmi yalan bir doğru eder” sözünü kullandıkları söylenir. Bu entrikacı, komplocu, anti insani, kalleş, etik değerlerden kopmuş insanların ve emperyalist para babaları ve hizmetçilerinin bu sözü söyleyip söylemediğini bilmiyoruz. Ancak dünyanın birçok yerinde özel savaşçıların “yirmi yalan, bir doğru eder” mantığı ile hareket ederek birçok başarı elde ettiklerini iyi biliyoruz. Halkları kandırdıklarını iyi biliyoruz. Yalanlarla, dolanlarla bunlar yetmediklerinde tehdit, şantaj ve can almalarla insanları etkilemeye çalıştıklarını iyi biliyoruz. Biz bu kirli edepsiz, ahlaksız özel savaşı iyi biliyoruz.
Başka güçlerinin başka yerlerde başka zamanlarda kullandıklarını bu kez Türk özel savaş sisteminin çok daha fazla katlayarak devreye koyduğunu da biz biliyoruz. Kendi sahte İslamcı tarafgir çevreleriyle özelde özgürlük hareketine karşı edepsizliğin ve ahlaksızlığın da ötesinde bir dille saldırıya geçtiklerini de biliyoruz.
Her gün onlarca yalanı, aslı astarı olmayan asparagas haberlerle piyasaya çıkararak kendi içi boş medyalarıyla halkları etkilemeye çalıştıklarını da biliyoruz.
Öyle ki hem kendi bu ahlaki olarak dibe vurmuş medyaları yalanların da ifade edemeyeceği yalanlarla haber yapıyorlar, ardından da bu yalanların ötesinde olan haberler üzerine bu kez sahte İslamcı siyasetçileri ve hatta başbakanları veri olarak kullanarak yorum yapıyor.
Doğrusunu söylersek özel savaşın bu kadar pervasızını dünyanın her halde hiçbir yerinde göremezsiniz. Kendin yalanı uydur, kendin yalanı yayınla, daha sonra da bu yalanları veri olarak kullan ve özgürlük hareketine bu yalanlar üzerinden saldır.
Ama biz şunu alenen belirtiyoruz:
BİN YALANINIZ BİR DOĞRU ETMEZ, bunu bileceksiniz.
Şili de yirmi yalan bir doğru edebilirdi, ancak Kürdistan’da cümle cemaat kirlenmiş basınınızla saldırıya geçseniz de bin yalanınız bir doğru etmez. Bunu da bileceksiniz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
