Tuhaf bir toprağı var bu ülkenin. Siyah ile kahverengi bir renge sahip, tuhaf bir toprak işte… İçinde denizi olmayan ve çöllerinin yerinde derin uçurumların olduğu bir toprağı var bu ülkenin. Toprak ne killi, ne de humuslu! Daha çok kinli ve daha çok hasım hayatlara…
Hayatların bütün trower’larında ya da central parklarında; geniz yakan tadı var bu toprağın… Kemiklerin çıktığı bir tadı var, her tarafında hikâyesini gizleyen, utangaç hayatlar var…
Sadece ulaşılmayı bekliyorlar, sadece bulundukları yerde daha fazla durmak istemiyor ve doğan bir güneşe tutunmak istiyorlar…
Her yerde toplu mezarların çıkartılması ve yaşanan cüzi tartışmaların ardından bir grup-sanatçının; toplu mezarların Kabesi olan o toprak parçasına (Newala Kasaba) yürümesi ve orada bu hassas konu üzerine açıklama yapması; sadece bir aydın ve sanatçı sorumluluğu değildir. Bunun çok ötesinde bir yiğitliktir…
Bu konuda yürütülen her çalışma ve atılan her adım; tarihin o sonsuz sanılan dehlizlerinde insanlık adına çok büyük bir adım olmaktadır…
Özellikle içinden geçilen son günlerde yaşanan tartışmaların ekseninde bu somut girişim; ardında buruşuk bir fotoğraf bırakmış ya da tamamlanmamış bir şiir bırakmış o insanların, sevdiklerine kavuşturulma çabası olmaktadır…
Olumludur ve yapanı da, yürüyeni, konuşanı ve yazanı da kutsayacak kadar mukaddestir…
Burada mevzubahis edilen konu ve gündemin içeriğinde tarafgirliğin olmaması ise başlı başına önemli ve isabetli olmaktadır.
Çünkü bu mezarların hepsi sahipsizdir… Zaten bunları yapanların temel amacı bu olsa gerek; öksüz mezarlar ülkesinin içinden insanların yaşamsal hücrelerine korku imparatorluğunu enjekte etmenin marifetiyle ortaya çıkmış bir tablodur; bu toprağın toplu mezarları…
Ondan tadında dahi bir burukluk vardır bu toprağın, hatta biraz da küskünlük…
Onun için herkesin ağzına pelesenk olmuş bir “barış” kelimesi vardır…
Hem dizelerin içinde vardır bu kelime, hem de eskimeyen bir Botan türküsünün içinde…
Herkesin ağzında barışın geçtiği cümleler olmasına rağmen;
Dozerin kepçesini daldırdığı her yerde kemiklerin çıkması ise başlı başına bir trajedidir.
Fakat yine de bu minvalde dahi atılan bu adımın kendisi, ortaya konulan yüreklilik bir ilk evre etabıdır, “barış” kelimesinin kuvözden çıkarılmasına yönelik…
Daha güçlü oksijenlerle barışı besleyen çalışmalardır bunlar…
Suçun ya da suçlunun sorgulanmadığı, basit bir hesaplaşmanın ve bu politik etik ölçülerinin ifşası sonucunda; çocuk hayatların nirengi noktasıdır aslında bu başlatılan…
Ondan dolayı yiğitliktir… Yiğitlik, içinde insani erdemleri barındırdığı eksende siyasetin o alacalı dilini de alt edebilen bir eylemliliktir.
Yani; sanatçı-aydınların, toplu mezarların kabesine ulaşmak istedikleri bu yolculuk, bir duygu yoğunlaşmasını oluşturmak istedikleri bu etkin nokta biraz da; hac yolunda yürüyen topal karıncanın hikâyesine benzemektedir…
Hani topal ayağıyla, hac yollarına düştüğünde kendisine “nereye gidiyorsun” diye soranlara, “hacca gidiyorum” diyen karıncanın tanrısallığı kadar günahsızdır, Newala Kasaba denilen o Kasaplar Deresinin derin vadisinde açıklama yapmak…
Bu girişimin pratik alanda ve anlamda amacına ulaşması biraz da zayıf bir ihtimaldir. Varacağı yeri şimdiden kestirebilmek zordur; belki bir arama noktasında güvenlik gerekçesiyle durdurulacaktır. Belki de yasal olmadığı gerekçesiyle, yürümeye çalışanlara-sorumluları göreve çağıranlara; “daha fazla ilerlemeyin, dağılın” denilecektir…
Konu hakkında siyasi yaklaşımları ve rant parsasının hesaplarını tahmin edebildiğimizde, olayın varacağı mutlak nokta belki de; dağılmak istemeyen gruba yönelik, polisin ve askerin yapacağı göz yaşartıcı bomba saldırısı olacaktır…
Bir yerde gözü yaşlı olanlar, yıllardır ciğerlerinde kan ağlayanlar öbür tarafta ise bu kanamanın etkisini görmeyecek ya da göremeyecek, insan öbekleri tarafından gencecik hayatların gözeneklerini yaşartan bombalar atılacak bir ihtimal…
İşte bundan dolayı; bu ülkenin tuhaf toprağı vardır. İçinde sahipsiz kemikler, üstünde patlamaya hazır mayınlar, askeri atıklar vardır… Çocuklarının bir kır gezisinde payına düşen ise basit bir şarapneldir. Toprağı kinlidir bu ülkenin… Herkesin dilinde “barış” kelimesi pelesenktir.
Tüm bunların yanında, yani her ne pahasına olsa da ve ihtimallerin sonucunda; yürüyüş bir yere kadar sürse ve sessiz bir yol üstünün herhangi bir kilometresinde o bildiri okunsa da güzeldir. Güzel olan ise; 17 yıldır haftalık toplantılarıyla ve yazmaları kadar helal olan o anaların eylemlerine bir katkı sunmasıdır, bu atılan adımın.
İşte bundan dolayı bir aydın-sanatçı yaklaşımı değil sadece, başlı başına bir yiğitliktir bu…
Yiğitlik; biraz da topal karıncanın hikayesinin devamıdır. Hani sorulan sorulara, verdiği cevaplar üzerine herkesin karıncaya; “bu halde nasıl gidersin o kadar yolu, dayanamazsın ölürsün bu yollarda” demesi üzerine, karıncanın “olsun bu yolda ölmek de güzeldir” demesidir yiğitlik…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Evet, devrim anlarında işbirlikçiler, ihanetçilerin fiyatları artar. Bu fiyat artışı işbirlikçilerin ya da ihanetçilerin meziyetlerinden ileri gelmemektedir. Dediğimiz gibi bu paralanma, fiyatlanma ve kıymetlenme devrim anıyla bağlantılı bir durumdur.
Türkiye cumhuriyet tarihinin en ileri düzeyde kurnazlıklarıyla politika yürüten, takkiye yapan, tüccar zihniyetine sahip siyasal partisi ya da gücü hiç şüphe yoktur ki ismi ak olsa da hiçte ak olmayan partidir.
Şunu peşinen söyleyelim: bu ak olmayan parti Türkiye’nin, Ortadoğu’nun hatta dünyanın neresinde satılmaya değer mal varsa bulup piyasaya en iyi süren tüccarlardan oluşuyor. Herhalde dünyada bu kadar iyi ticaretten anlayan, yalanı kızarmadan söyleyen, çok yüzlü olan, savunmadığı düşünceleri bile sahiplenen bir insan topluluğuna, tüccar topluluğuna rast gelmek mümkün değildir. Bu kadar Zübük’ü bir arada aynı parti içerisinde bulmak dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir.
Örneğin dünyanın başka alanlarında da yalanla, dolanla, sahtekârlıkla siyaset yürüten güçler vardır. Ancak bu kadar sahtekârı bir araya toplamak sadece ve sadece ak olmayan bu partiye aittir.
Bu ak olmayanlar dediğimiz gibi bildikleri en iyi iş ticaret yapmaktır. Böyle olunca kendilerine lazım olan malı arayıp bulmakta zorluk çekmiyorlar.
Bilinir ticaret ahlaki değerlerin en az dikkate alındığı sahadır. Ahlaki değerlerin ayakaltına alınan sahasıdır. Ticaret varsa ahlak yoktur. Çünkü kârın olduğu yerde ahlak aranmaz. Bu bağlamda kâr ahlakın karşıtıdır.
İhanet ve işbirlikçilik toplumlarda ahlaksızlık olarak ele alınır. İhanet ve işbirlikçilik bireylerde ahlak dibe vurmuşsa ortaya çıkar. Hele bu ahlaki çöküntü birde karşılığını maddi değer olarak buluyorsa burada ihanet ve işbirlikçiliğin gelişme zemini daha da artar. İhanet ve işbirlikçilik her zaman para etmez. Toplumlar ezelden beri ihaneti ve işbirlikçiliği lanetlerler. Kabul etmezler. Ahlaksızlık olarak ele alırlar ve nefret ederler.
Ancak dediğimiz gibi böyle düşmüş tipler, toplumların ayağa kalkışlarında, hem içerden Truva atı rolünü oynama açısından hem de direk işgalcilerin yanına geçerek kendi toplumuna karşı kullanılması açısından para ederler. Böyle anlarda işbirlikçiler ve ihanetçiler kendilerinde geçerler. Ne de olsa on yıllarda edinemeyecekleri mali külfeti kısa bir tarihi süreç içerisinde edinebilirler. Yine işgalciler böylelerini bir süreliğine de olsa önlerini açar, medyasına çıkarır ve belki daha fazla kariyer imkânı da sunarlar. Bu ise işbirlikçileri daha fazla arsızlaştırır. Bazılarını ar perdesi kalmamıştır. Ve bunlar artık kendi toplumuna en ileri düzeyde hakaretler yağdırırlar. Özelde de özgürlük için yollara çıkmış bir halkın evlatlarına saldırdıkça saldırırlar. Artık yaşama kapısı sadece ve sadece düşmanların yani işgalcilerin yeridir. Kendilerini kabul ettirmeleri için ise kralcıdan daha kralcı kesilmeleri bundandır.
Evet devrim anları yani halkların özgürlüklerine yakın durdukları anlarda işbirlikçilik ve ihanet para eder. Böyle anlarda dediğimiz gibi peş para etmeyecek olanlara bile el atılır. Ezelden düşmanlık yapanlardan tutalım da bir dönem kendi halkının yanında yer alıpta sonra ayrılanlara kadar geniş bir yelpazede kişilere el atılır.
Ancak devrim dalgası çok güçlüyse bu dalgayı parçalamak için her ihanet edecek, her işbirliğine yatacak tiplere el atılır. İşte böyle anlarda mantar gibi işbirlikçiler türer. Özgürlük hareketi ya da ayağa kalkan halk bu tiplere dönük bir şeyler söyledikçe bunlar daha fazla paralanırlar. Bunlar bunu da bilirler. Bunun içinde mümkün mertebe özgürlük hareketine saldırı yaparlar. Küfürler yağdırırlar. Yapılmak istenen özgürlükçülerin bu ihanet takımına cevap vermesidir. Böylelikle belki de işgalcilerin yanında değerleri artar hesabıdır. Özgürlük hareketi böylelerini ağzına almadıkça bunlar çılgına dönerek saldırganlıklarını kudurganlığa dökerler.
İşte ak olmayan parti ihanetçilerin ve işbirlikçilerin bu ruh halini iyi bilir. Ne de olsa bu ak olmayan parti kendi köklerine ihanet ederek, emperyal güçlerin işbirlikçiliğine soyunarak yola çıkan bir partidir. Bu bağlamda kendi ruh hallerini iyi bilirler. Kendilerinin nasıl paralandıklarını bildikleri için ihanetçi ve işbirlikçileri satın almasını da iyi bilirler. Birde dediğimiz gibi zaten bunların topunun mayasında tüccarlık vardır. Parayla içli dışlıdırlar. Böyle olunca satın almasını iyi bilirler. Ak olmayan parti bir yerlere ait olmayanları, bir yerlerde yaşarken başkalarına yaşayanları, başkaları gibi düşünenleri satın almasını iyi bilirler. Bunların mesleği budur. Ne de olsa tüccardırlar.
Ancak ihanet edenler ve işbirlikçiliğe soyunanlar bilmelidirler ki bir halk tarihi anları yaşıyorsa, bir halk birliği için bu kadar emek ve kan dökmüş ise, adeta işgalcilere karşı dişlerini etine takarak tüm gücüyle ayağa kalkmışsa, var oluşu için canını ortaya koymuşsa ve böyle anlarda birileri işgalcilerin yanına geçerek ihanet ve işbirlikçiliğe soyunuyorsa, bu direnen ve ayağa kalkan halk bu işbirlikçi ve ihanetçileri kabul etmeyecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Mart ayının kıştan kalma bir sabah ayazında, yüzümü tırmalayan rüzgârın keskinliğine karşı yürüyorum. Karşı tepelerin ardından yüzünü yeni gösteren güneş ısısını ulaştıramıyor daha. Sağımda kalan kuzey yamaçlarında birikmiş karlardan yansıyor yeni güne güneş. Gecenin ayazının dondurduğu toprak yavaşça çözülüyor.
Patikadan ilerlerken alışkanlıktan olsa gerek izlere bakıyorum. Benden önce adımlayanları tahmin etmeye, yabancı bir izin olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Biraz daha ilerlediğimde güneşe doymuş toprağın üzerinde rastlıyorum.
Çok olmamış geçeli. Belli ki şimdiye kadar görmemem toprağın çözülmemiş olmasından. Onlarca iz. Eğilip baktığımda hepsinin küçük numaralı Mekap’lar olduğunu anlıyorum. Bayan arkadaşlar.
Dağın sert yüzünde, aşılmaz zirvelerinde, imkansızlığı ve zorluğu her karışına yansıyan hırçınlığında ne kadar da ayrı duruyor bu izler. Binlerce sözde erkeği dize getirmiş, sözde kahramanları alt etmiş bu dağlardaki kadın gerillaların izleri.
Hem sadece patikada mı izleri? Yaşamın her anında, beynimizin ve ruhumuzun en ücra köşelerinde iz bırakan kadınlar. Özgürlüğe tutkun o gözlerini diktikleri geleceği kurmak için toplumun her alanında direnen kadınlar, savaşan gerilla kadınlar.
***
Bugün onların günü. Daha doğrusu kadına, emekçi dünya kadınına ait olan ve direnişle yaşam bulmuş 8 Mart.
Bir güne sığdırılmış bir anma değil şüphesiz 8 Mart. Çok daha fazlası ve ötesi.
Alanları dolduran milyonlarca kadının, dağların zorlu patikalarını arşınlayan kadın gerillaların yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle hesap sorduğu gün 8 Mart. Beş bin yıldır mahkum edilmiş kadının egemen erkek sistemini yerle bir etmekte, erkeği hizaya getirmekte bir direnç noktası.
Bu günde erkeğin görevi Kadın Kurtuluş İdeolojisi karşısında kendini sorgulamasıdır. Güç verdiği sistemin pratiklerindeki pay sahipliğini üstlenip öz eleştiri vermek.
***
Bir erkek olarak 8 Mart vesilesiyle özür diliyorum.
Her kadından tek tek.
Ceylan’dan özür diliyorum parçalara ayrılan bedenine siper olamadığım için.
Canan’dan özür diliyorum katillerinden hesap soramadığım ve ellerini sallayıp gitmelerini izlediğim için.
19 yaşındaki Hatice’den özür diliyorum sevmeye verilen en ağır cezayı onaylayan sistemi değiştirmekte geciktiğim için.
Nujiyan’dan özür diliyorum oyuncağını sokakta bulduğu bilinmeyen cisimlerden seçmek zorunda kaldığı için.
Medine’den özür diliyorum canlı canlı gömüldüğü o çukurda nefes olamadığım, toprağa gömülen insanlığımızın farkına varamadığım için.
Dünyanın dört bir yanında hoyrat ve zalim erkekliğin cenderesine sıkışmış kalan tüm kadınlardan özür diliyorum. Özgür ve yaşanabilir bir dünyanın yaratımı işini geciktirdiğim için.
İçimdeki suç ortağını, erkeği öldürmekte yeterli ve güçlü bir mücadeleyi yürütemediğim için özür diliyorum tüm yoldaşlarımdan.
Dünyanın tüm analarından özür diliyorum. Bir oğul olarak çektiği acıları dindiremediğim, akıttığı gözyaşlarını durduramadığım için.
Ve Zilan’dan
Ve Viyan’dan
Beritan’dan
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Ay karanlık.
Bir gece ansızın geldiler.
Sıbate dinokta geldiler.
Daha puk u tofan olmadan geldiler.
Sızacaklardı planladıkları yerlere.
Zap karargahına, HPG Ana Karargahına.
Yerle bir edeceklerdi.
Ay yıldızlı alkanlara boyanmış bayraklarını dikeceklerdi Şıkefta Brindara tepesine.
Ne edalarla poz vereceklerdi bayrak diktikleri zaman.
Bil cümle aleme yayacaklardı.
Ve ardından birer birer Zagros, Metina, Haftanin, Xakurke, Qandil ile Gare’yi düşüreceklerdi.
Kerkük’ü de fetih eyleyeceklerdi.
Ne güzel planlar yapmışlardı.
Ne güzel işgal hayallerini kurmuşlardı.
Bir de arkalarında NATO vardı, yanke ABD vardı.
AB vardı.
Arap diktatörleri vardı.
Farsın Şia diktatörü vardı.
Naralarla gelmişlerdi.
Davul zurna çalıyorlardı TV’lerinde, boy boy kahraman asker fotoları vardı gazetelerinde.
Fehmi Koru gibi vakanüvusçular PKK bitecek kasidelerini kaleme almışlardı.
Daha neler yazmışlardı, neler.
Bilemediler başlarına ne geleceğini.
Bilemediler, hesaplayamadılar HPG gerillalarının direnişini.
Hesaplayamadılar, gerillanın fedaileşmiş ruhunu.
Buzda, ayazda ve karda.
Bırakmadılar mevzileri Xeregol sırtlarını Kürtlerin en naif ruhlu ve altın evlatları.
Ayaklar şişti mekaplara girmez oldu.
Jiletten de keskin soğukları yendiler.
Yine direndiler, yine direndiler.
Karın keskin soğukları onları biledi.
Sıbata dinokun puku onları biledi.
Onlar bilendikçe, yenilen Türk ordusu oldu.
Yenilen, NATO oldu.
Yenilen, ABD ile AB oldu.
Yenilen, Arap diktatörleri ile Fars Şia diktatörü oldu.
Eğer bugün Türk ordusu herkesin diline paspaye olmuşsa, ZAP Destanı’nın sonucunda olmuştur.
Eğer önce bir çavuşu bile yargılamansı mümkün değilken, bugün 163 üst rütbeli ile general yargılanıyosa bu HPG gerillalarının eseridir.
Bu nedenle, tüm Türk liberalleri, AKP gibi münafıklar hergün oturup HPG gerillalarına şükretmelidirler.
Bu bir hakikattir aynı zamanda.
Ne kimse üstünü örtebilir ne de aksini iddia edebilir.
Eğer bir zafer aranacaksa Zap zaferi orta yerde duruyor.
Eğer bir kahraman aranacaksa Çiyaye Reş, Xeregol ile Çemço kahramanları duruyor.
Eğer bir idol aranacaksa bu zaferi yaratan her HPG gerillası bir idoldur.
İdolların yaşadığı ve direndiği kutsal mekanlar dururken, pislenmiş ruhların bulunduğu kentlerde yaşamanın insan onuruyla alakası olabilirmi?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Evrensel varoluş içerisinde kadın olarak kendi oluşumuza bir anlam verebilmek, kendimize anlam verdikçe her oluşun bir anlam içerdiğini hissetmek ancak evrensel tarihi, evrensel tarihin bir parçası olarak tikel tarihi kavramakla mümkündür. Nasıl ki Ortadoğu tarihi evrensel tarihin anadamarıdır diyorsak aynı zamanda kadın tarihi de evrensel tarihin anadamarı olarak değerlendirilebilir. Özgür ve anlamlı yaşamak için kendi tarihini bilmek, tarihi canlı olarak hissetmek, kendini de yaşanan tarihin bir parçası olarak görmek gerekmektedir. Çağın bilme sınırlarını aşarak gerçekleşecek olan bilme, gerçeğin içinde erimeyle, gerçeğin kendisi olmayla, kendini bilmeyle mümkündür. Özgürlüğün en temel ilkesi olarak kendini bilme arayışı ise kişide doğru tarih bilincinin gelişmesiyle sağlanacaktır. Nereden başlamalı, nasıl yaşamalı ve ne yapmalı sorularına verilecek cevapları tarihsel akış içerisinde aramak hakikate en yakın arayıştır.
Anlamın derinliği, hislere inanç, başarma iddiası, özgürlüğe cesaret, hakikate götüren yol ve yöntem ancak tarihteki direnişlerden ve yenilgilerden öğrenilerek gerçekleşir. Bir anlam deryası olarak değerlendirebileceğimiz tarihte kadınlar her ne kadar gölgede bırakılsa, yazılmak istenmese de bugün kadın diye bir cins gerçekliğinden bahsediyorsak bu kadınların merkezi uygarlık sistemine karşı bir direniş içerisinde olmalarından kaynaklanmaktadır. 8 Mart Dünya Kadınlar günü de bu anlam deryası içerisinde akışı görkemlileştiren, akan suları çağlayana dönüştüren bir anlam içermektedir. Her şeyi revize eden, gerçek özünden uzaklaştıran merkezi uygarlık sistemi 8 Mart Dünya kadınlar gününü de bir direniş günü, kavga günü olmaktan çıkararak bir bayram, bir kutlama gününe dönüştürmeye çalışmaktadır. Özgürleşme savaşımını yürüten kadınlar olarak öncelikle yapmamız gereken kadının tüm değerlerini çalan bu ev hırsızı sistem gerçekliğine karşı yüksek bir inanç ve bilinçle mücadele etmek, kendi değerlerimize sahip çıkmaktır. İşte 8 Mart dünya kadınlar günü de böylesi soylu değerlerimizin zirveleştiği günlerden biridir. Bundan yüzellidört yıl önce 1857 yılında Amerika’ da tekstil işinde çalışan yüzlerce kadın, sekiz saatlik çalışma ile eşit işe eşit ücret gibi taleplerle bir direniş başlatmışlar bu direniş şiddetle bastırılmıştır. Ve işbaşı yapmayan protestocu kadınlar diri diri yakılmış, fabrikanın kapıları kapatılarak ondokuzuncu yüzyılda sistem kendine yakacağı yeni cadılar bulmuştur. O gün tam 129 kadın diri diri yakılarak şehit düşürülmüş, şehit düşmeyenler ise yakılan işçi kadınların çığlıklarını, yanık bedenlerinden yükselen kokuları, iş arkadaşlarının, kavga yoldaşlarının gözlerinin önünde eriyişini unutmamış, aslında o 129 arkadaşlarıyla birlikte onlarda yanmışlardır. Daha sonrasında büyük kavgalar ve sistem karşıtı direnişlerle, 1910 yılında gerçekleştirilen İkinci Enternasyonalde, 8 Mart’ın dünya emekçi kadınlar günü olarak ilanı karar altına alınmıştır.
Özgürlük mücadelesi yürüten kadınların bugünden o günlere vermesi gereken anlam sadece meydanlara çıkarak bayram coşkusuyla bugünü kutlamak, davullar eşliğinde halaylar çekmek, sloganlar atmak olamaz. Öncelikle diri diri yakılarak şehit düşürülen yüzyirmi dokuz kadının acısını yüreğimizin derinliklerinde hissederek, tarihimizi yeniden irdeleyerek, analize tabi tutarak alternatifler yaratmak bugünden o günlere vereceğimiz en anlamlı yanıt olacaktır. Sistem karşısında mücadele yürüten kadın hareketlerinin yaşadıkları yanılgıların, eksik ve yetmezliklerinin çözümlenerek tüm kadın hareketliliklerinin örgütlülüklerini güçlendirmek ve özgürlük mücadelesini derinleştirmek gerekliliği açığa çıkmıştır.
Günümüzde sömürünün kadın ruhu, bedeni, duyguları üzerinden en katmerlisinin yaşanması, her gün kadın intiharlarının, katliamlarının, cinayetlerinin devam etmesi mücadelemizin istenilen düzeyde derinleştirilmediğinin ve yürütülmediğinin göstergesidir. Erkek egemenlikli sistem belki bugün kadınları diri diri yakmamaktadır ama öyle bir hale gelmiştir ki yaşamı kadın için tam bir cehennem ateşine çevirmiştir. Özellikle Ortadoğu’nun intiharın eşiğinde olan toplumsal gerçekliği içerisinde kadınlar daha fazla bu eşikten aşağıya kaymaktadır. Çoğu kadının böylesi bir yaşam sürmektense kendini yakması, ölümün en zorunu tercih etmesi, içindeki acıyı ancak yangınların hafifleteceğine inanması bundan kaynaklanmaktadır. Kadınların geliştirdikleri özgürlükçü çabaları reddetmemekle birlikte hala bu erkek egemenlikli sisteme hergün onlarca kadını kurban veriyorsak çözümlememiz, değiştirmemiz ve aşmamız gereken eksik ve yetmez yanlarımız bulunmaktadır.
Öncelikle kadın hareketleri açısından kapitalist modernitenin ilişki, yaşam ve kişilik anlayışlarının doğru çözümlenmesine ihtiyaç vardır. İlk sömürü nesnesi olan kadın kapitalist sistemle birlikte paradan daha ince bir para haline getirilmiş, kadına kamusal alan açılarak devletin kölesi de olmuş, kölelik kadına içerilmiş ve erkek egemenliği ise yaygınlaştırılmıştır. Özellikle de burada geliştirilen liberal politikalar daha derinlikli ve köklü irdelenmelidir. Çünkü sistemsel gerçeklik öyle incelikli politikalar yürütmüştür ki kadına özgürlük yanılsaması yaşatmıştır. Sümer rahiplerini aratmayacak bir biçimde en iyi, en özgür sistem olduğuna kadının kendi kendisini ikna etmiş ve inandırmıştır. Kadının özgürlük mücadelesinde özgürlükten çok eşitliğin, köklü taleplerden çok hukuksal düzeltmelerin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu yaklaşım doğru çözümlenip aşılmazsa kendisiyle birlikte feminist hareketlerin tıpkı reel sosyalizmde yaşandığı gibi kapitalist modern sistemin mezhebi olmasını getirebilir.
Kadın özgürlük sorunsalına daha felsefik, ideolojik, örgütsel, sosyal, askeri, öz savunma boyutlarıyla komple bir gerçeklik ancak doğru çözümü getirecektir. Mücadelenin daha fazla ortaklaştırılmasına, birbirini kucaklamaya, farklılıkları zenginlik gerekçesi olarak gören zihniyet yapılanmasına, kadının sınıfı ve ulusu yoktur esprisinden hareketle, yüreğinde herkese yer açabilecek enginliğe ulaşmak daha radikal ve köklü bir mücadele gerçeğini açığa çıkaracaktır. 8 Mart ilanının 101. yılını yaşadığımız bugünlerde kadın hareketliliğinin Avrupa merkezli bilme sınırlarını aşmasının, batı merkezli zihniyet yapılanmalarıyla savaşmasının örgütlülüğünü toplumsallaştırılıp yaygınlaştırılmasının her zamankinden daha fazla aciliyeti vardır. Kadının sömürü tarihi olan merkezi uygarlık tarihi içerisinde kadının mücadele yürütmesi demek sistemin ontolojik gerekçelerini yok etmek demektir. Daha önce sistem karşıtı mücadele yürüten birçok hareket ilk çelişkinin tanımlanmasında yetersiz kalmıştır. Çelişkinin doğru tanımlanamaması, gerçeğe teğet geçilmesi çözümünde hakikate yakın olmasını engellemiştir. İlk çelişkinin proletarya-burjuva çelişkisi olarak tanımlanması ve özgürlüğün proletarya diktatörlüğünde, işçi sınıfının özneleştirilmesinde görülmesi en temel yanılgıyı teşkil etmiştir. Oysaki ilk çelişki kadın ve zorba, kurnaz erkek arasındaki çelişkidir. Bu çelişki çözümlenmeden ya da bu çelişkinin çözümlenmesi mücadelenin temel ilkesi olarak ele alınmadan içine girilecek her devrimci çaba evrimci olmaktan, sistem içileşmekten kurtulamayacaktır.
Önderliğimiz mücadelemizi hiçbir zaman klasik bir mücadele, klasik bir parti, klasik bir örgütlenme olarak ele almamış en temel farkını da kadın özgürlüğüne yaklaşımında dışa vurmuştur. Ulusun özgürlüğünün kadının özgürlüğünden geçtiğine inanmış, ulusal dirilişin tamamlanmasında, özgürlüğe ve kurtuluşa evrilmesinde kadın özgürlük mücadelesinin derinleştirilmesinin, öneminin giderek arttırılmasının temel rol oynadığını görmüştür. Önderliğimizin 8 Mart 1998 yılında kadın kurtuluş ideolojisini ilan etmesi bu gerçeklikle yakından ilintilidir. Böylesi bir ilanla kadın özgürlük hareketimizin Amerika’da şehit düşürülen 129 kadının intikamını alma hareketi olduğu da daha da somut bir ifadeye kavuşmuştur.
Sistem karşıtı mücadele yürüten hareketlerin tarihlerini incelediğimizde hemen hepsinde kadın katılımları olmasına rağmen hiçbir harekette kadınların kendi öz ideolojileri oluşturulmamış, kendi kurumlaşmaları, kendi özgün örgütlülükleri ise yok denecek kadar az olmuştur. Bu yönleriyle hareketimizde kadınların özgürlüğü için geliştirilen birçok açılım kadınlar için ilkleri içermektedir. Alternatif bir ideoloji, alternatif bir yaşam, alternatif bir orduyla Kürdistanlı kadınlar Apocu gerçeklik içerisinde erkek egemenlikli uygarlığa karşı anti uygarlıkçı mücadelede başarıya ulaşabilecek tüm donanıma sahip olmuşlardır.
Özellikle de erkekten kopuş, erkeği öldürmek ve kadın kurtuluş ideolojisiyle Önderliğimiz sosyalizm ve özgürlük mücadelelerinde ilkesel açılımlar gerçekleştirmiştir. Bunun en somut ifadesi olarak da kadın örgütlülüğü öncelikle kadın ordulaşması zemininde yaşamsallaştırmış, kadın ordusuna salt bir askeri örgütlenme olarak değil sosyal bir örgütlenme olarak da bakılmıştır. Erkeğe ait olarak görülen bu alanın(spotta kullanırsan “bu” alanın yerine “askeri” alanın yazarsan iyi olur) kadına açılması birçok tabunun da yıkılmasını kendisiyle beraber getirmiştir. YJA STAR örgütlenmemiz bu yönleriyle Önderliğimizin ve şehitlerimizin büyük emekleriyle, soylu çabalarıyla acıyla ve kanla yaratılmış özgürlük örgütlenmemizdir.
Bugün gittikçe güçlenen meşru savunma gücümüz YJA STAR, halkların ve kadınların baharlaşmasının ön günlerinde kadın meşru savunma gücü olarak devrim sürecini yürütmeye hazır olduğunu gerçekleştirdiği 5. konferansında güçlü kararlaşmalar, iddia düzeyi, başarı inancı ve devrime cesaretiyle göstermiştir. Uluslar arası komplonun gerçekleştirildiği günlerde yapılan konferansımız hem lanetli uluslar arası komploya bir cevap hem de Sekiz Mart’ın öngünlerinde olmasından kaynaklı tüm dünya kadınlarına kadın gerillaların armağanı olarak ele alınmıştır.
İlk tanrıçalar Ninhursag adı verilen dağ tanrıçalarıdır ve bu tanrıçalar şehirleşmeye karşı savaşmışlar, kendilerine dağları mesken eylemişlerdir. Tarihsel örneklerinde gösterdiği gibi kadınla dağ arasındaki ruhsal birliktelik çok eskilere dayanmaktadır. Kadınlar dağlarda erkeksiz, korkusuz yaşayabileceklerini öğrenmektedir. Kendimiz bu gerçekliğin içerisinde yer aldığımızdan kaynaklı yaşadıklarımızın çoğunu kanıksamış olsak ve alışsak da dağda yaşayan kadınlar olarak yaşadıklarımız oldukça anlamlı ve tarihsel değere sahip. Kadınlar olarak sistemin belirlediği yaşam anlayışından, ilişki ağından yine bizlere belirlenen kalıplardan dağlarda sıyrıldık. Dağlar sistemin elinin uzanamayacağı özgürlük mekânlarıdır. Dağların yüreğinde yer alan YJA STAR gerillalarının da yüreklerini dağlar kadar büyütmeleri, dokunulmaz ve erişilmez kılmaları gerekmektedir.
YJA STAR gerillaları olarak 8 Mart’ın 101. yılında tüm kadınlara vereceğimiz en anlamlı armağan bundan sonraki süreçte gerçekleştirdiğimiz 5. konferans kararlarının yaşamsallaştırılması için büyük bir iddia ve devrim ruhuyla yaşamak, savaşmak ve zafere ulaşmak olacaktır.
Şerda Mazlum
- Ayrıntılar
İhanetçilerin, işbirlikçilerin en çok kıymetlendikleri yıllar devrim süreçleridir dedik. En çok paralandıkları yıllarda yine bu yıllardır.
Normal diye bilinen yıllarda ajanlarla çalışmalar yürütülürken olağanüstüleşen süreçlerde birebir işbirlikçilere ihtiyaç duyulur. Bir halk ayağa kalkmışsa, bir halk kendi yolunu kendisi çizmeye başlamışsa ve bir halk giderek boyunduruk zincirlerini boynunda atmaya başlamışsa orada işgalci olan gücün çok fazla yapacak bir şeyi kalmaz. Başka bir deyimle saflar netleşmiştir. Halk kendi tarafını belirlemiştir. İşgalci nettir, sömüren nettir, ajan nettir, devletin memuru nettir, askeri çıplak zoru nettir, polisi nettir. Ve tabii ki halkın yanında olan güçlerin de durumu da nettir. Varsa gerillası nettir, öz savunma güçleri nettir, sempatizanları, taraftarları, renkleri, zevkleri nettir.
Özcesi işgalcinin yanındakiler net, özgürlükçülerin yanındakiler nettir. Arada duranlar sınırlıdır. Böyle anlara devrim anları diyorlar. Keskin kıyasa mücadelenin sürdüğü yıllar oluyor bu yıllar. Böylesi anlar öncesi ortada duranlar elbette vardır. Ancak halkın topyekûn direnişe kalktığı anlarda bunlar yok denecek kadar azdır. Hatta varsa işgalcilere silahlı milislik yapanlar, örneğin korucular gibi. Bunlar bile renklerini daha belirgin kılarak kendi öz tarafına geçerler. Özgürlükçüler de bunu bildikleri için bunlara dokunmazlar. Çünkü hedef en büyük birliği işgalcilere karşı oluşturmaktır. Ne kadar büyük birlik yaratılırsa o kadar işgalcilere ya da ülkeyi istila etmiş güce karşı direniş yükseltilebilir inancıyla bu yaklaşım gösterilir.
Özgürlük güçleri kendi cephelerini böyle genişletirlerken hiç şüphe yoktur ki işgalciler boş durmayacaklardır. İşgalciler ise bu oluşturulan cepheyi parçalamak için elinde geleni yapacaklardır. Hatta ne kadar bu oluşan birliği -biz buna ulusal birlikte diyebiliriz –parçalarlarsa o kadar kendilerini başarılı sayacaklardır. Zayıf düşürdükleri bir ulusal birlik kendi ellerini yani işgal pozisyonlarını güçlendirecektir. Bunu işgalci güçler iyi bilmektedirler. Ne de olsa başka halkların deneylerini iyi etüt etmişlerdir. İncelemişlerdir.
İşte böyle tarihi kritik anlar ihanetçilerin, işbirlikçilerin devşirildiği anlardır. Önceleri devlete yakın duran ki bunlara biz genelde hainde diyebiliriz öne çıkarılır. Bunlar bolca kullanılırlar. İşgal edilmiş toprakların hiçte öyle sanıldığı gibi işgal edilmediği hissi verilmeye çalışılır. Ne de olsa işgalci güçlerin öne çıkardıkları da bu toprakların ‘insanlarıdırlar.’ Ancak bizde biliriz ki bunlar fazla tutmaz. Bir dönemler mücadele henüz cılızken böylelerine kulak verilebilirdi ancak artık çoktan foyaları ortaya çıktığı için kıymeti Harbiyeleri kalmamıştır.
Ancak asıl önemli olan bu süreçte başka Kürtlere el atılmasıdır. Öncelikli olarak tüm dünya devrimlerinde görülen ilk çıkış yıllarında, ideolojik mücadele yıllarında karşılıklı birbirini inciten, zarar veren bu bağlamda kendilerine göre zarar görenlere işgalciler el atarlar. Kendi doğal seyrinde yürütülen bu mücadeleyi işgalciler on yıllar sonra kullanabilmek için el atacaklardır. Bunun için özel çağrılarının yanı sıra imkânlar sunmaya başlayacaklardır.
Özgürlük mücadelesiyle arası açılmış bireylere el atacaklardır. Ona ne kadar haksızlık yapıldığı anlatılacaktır.
Varsa halkın saygı duyduğu bir aydına el atılacaktır. Öne çıkarılacaktır.
Varsa tanınan ve belki de halkın sevdiği bir sanatçıya el atılacaktır. Konuşturulacaktır. İmkânlar sunulacaktır.
Yine varsa tanınmış bir sporcu öne verilecektir. Önü daha fazla açılacaktır.
Gazeteci kimliği olan, akademisyen kimliği olan, dini kariyeri olan ve tabii her meslekten kendisini bir nevi halkını da kabul ettirmiş bireylere el atarak özgürlük hareketine karşı çıkarmak için ne kadar girişimler pahalı olursa olsunlar yapmaktan vazgeçmeyeceklerdir.
Yine geçmişte siyasetle uğraşanlar, özgürlük mücadelesine ters düşenler, hatta düşmanlık yapanlar, bunlar geçmişte devlete karşı savaşmışta olsalar bunlarla ilişkilenip ve bir yolunu bulup özgürlük hareketine karşı dikmek için her şeyi yapacaklardır.
Ve tabii ki özgürlük hareketinde yer almış ancak sonraları ondan kopmuş hatta özgürlük hareketine ters düşmüş ve karşıtlaşmış kesimlerle de ilişkilenerek kendi yanlarına çekmek için büyük çabalar harcayacaklardır.
Biz geçmişten beri Kürt halkına azılı düşman olmuş hainleri hiç açma gereği duymuyoruz. Bunların zaten tescilli ajan ve hain olduklarını söylüyoruz.
İşgalcilerin de önemle ele aldıkları bu kesimler değildir. Bunlar zaten çantada keklik takımıdır. Bunlar kazanılmış ve her zaman sahiplerinin yanında olanlardır. Ancak buna rağmen devrim yükseliyor, halkın birliği pekişiyor, özgürlük istemi ve özgürlüğü garantileyecek halkın örgütlülüğü gelişiyor, işgalcilere kimse rağbet etmiyor, işgalcinin defolması için küçücük çocuklar bile zafer işaretleri yaparak “zımane tırki mırov xırav dıke” diyerek işgalcilere kinlerini kusuyorlar.
Hiç şüphe yoktur ki böylesi anlar devrim anlardır, kurtuluş anlarıdır, özgürlük anlarıdır. Bir halkın topyekûn şaha kalktığı anlardır.
İşte işgalciler böylesi anları boşa almak için, parçalamak için en özel çaba sarf edikleri ve edecekleri anlardır da. Böylesi anlarda dediğimiz gibi halkın birliğini bozmak için ihanetçileri ve işbirlikçileri en çok öne çıkardıkları anlardır. İşbirlikçilerin en çok paralandıkları anlardır. Kıymetlendikleri anlardır.
Devam edecek.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
13 Ağustos’ta ilan edilen eylemsizlik kararı KCK’nin açıklamasıyla birlikte 1 Mart itibarıyla kaldırılmış oldu. Gerçi eylemsizlik kararının Haziran seçimlerine kadar sürdürülmesinin zor olacağı daha ilk günlerden itibaren anlaşılmıştı fakat verilen sözün değeri için bile olsa bu kararda ısrar sahibi olundu.
Hareketimiz “halkımızı beklenti içinde tutamayız” diyerek verdiği sözü belirttiği tarihte gözden geçirerek gösterilen sabrın yeterli olduğunu ilan etti. Tek taraflı çabaların hiçbir anlamı olmadığını ve bundan sonrası için Kürt halkının kendi yolunu çizmesinde herhangi bir sınırlamanın kalmadığını açıkladı.
Bu karar ardından suçlu ve sorumlu arama yarışı tekrar hızlanacağa benziyor. Ve yine kesinlikle “havaların ısınmasıyla…”, “arazinin elverişliliği nedeniyle…” diyerek başlanılan cümleler, diğer bir deyişle yılların teraneleri ardı sıra gelecek. Ve yavuz hırsız misali bir döngüde gündem çarpıtılacak.
Ama artık eski etkiyi yapamayacak. Çünkü PKK olarak meramımızı yeterince anlattık. Barıştaki ısrarımızı da yeterince ispatladık. Buna karşın imha ve inkârın inceltilmiş politika ve yöntemlerle devam ettirildiği, toplumun en hassas ve duyarlı yaklaştığı noktalarda kayıtsız kalındığı tüm iç ve dış kamuoyu tarafından görüldü. Cılız da olsa dillendirenler olsa da çok daha fazla sayıda insan yaşananların gerçekte nasıl bir neden sonuç ilişkisine dayandığını gayet iyi biliyor.
Bu gerçekler görülmüyormuş gibi devletin bir yetkilisi halen pazarlığın yapılmayacağını söylemesi kelimenin tam anlamıyla talihsizlik. Hakaret dolu sözler ardından bir de tehditler savurması niyetlerin yanında bu konudaki hazırlıklılığı da ortaya koyuyor.
***
Devlet şimdiye kadar ne yaptıysa bundan sonra da onu yapacakmış. Peki, sizce devlet bugüne kadar ne yaptı da bundan sonra ne yapacak? Gelin kaba da olsa şöyle bir bakalım,
Faili meçhuller her geçen gün tırmanacak.
Tespit edilen toplu mezarlar açılmayacağı gibi, yenileri eklenerek rekora doğru koşulacak.
Demokratik ve yasal haklarını talep eden halkımızın gösterilerine müdahaleler artarak, katliamlar gerçekleştirilecek.
Türkiye’nin her yerinde yaşayan Kürtlere yönelik linç kampanyaları tertiplenerek sonuç alması sağlanacak.
Kürt halkının bastırılması, asimile edilmesi, yok sayılması için devletin tüm imkanları seferber edilecek.
Türk ordusu, paralı ordu, özel ordu, tüzel ordu ve akla gelebilecek her türlü ordu gücüyle Kürdistan yeniden işgal edilecek.
Kürt halkının geleceği, çocukları bilinen ve bilmezlikten gelinen cisimlerle, nereden geldiği belli olan kurşunlarla can vermeye devam edecek.
Kürt halkının aydınları, sanatçıları, öğrencileri, siyasetçileri, hukukçuları tez elden ve sudan gerekçelerle dört duvar arası işkencelere çekilecek.
Kürt halkı içinde husumet ve çelişki yaratma adına işbirlikçi Kürtler örgütlenmeye çalışacak, var olanlar palazlansın diye sırtı sıvazlanmaya devam edilecek.
Ve daha bir sürü şey;
Devletin bunları yapacağı sır olmadığı gibi bunun karşısında Kürt halkını ve değerlerini savunmaya ant içmiş insanların yapacakları da oldukça açık.
Direnmeyi yaşam olarak algılayan ve dağların kalbinden ülkenin her köşesine yayılan ateşi yüreğinde taşıyanlar saldırının olduğu her yerde mücadeleyi yükseltecekler.
Bunun adı budur.
Biz, yani Kürtler, dağlarda direnerek bin yıllardır yaşam bulan bu halk siz ne verirseniz onu geri verecektir. Barışa barış, savaşa da savaşla cevap verecektir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Her fırsatta; yaşananlarda veya yaşanacaklarda insanlar “suçlu” ararlar.
Aslında aranan her “suçlu”nun eylemi ya da fiil hali çoğu zamanlarda kaile bile alınmaz. Burada sorun sadece suçludur ve bulunması lazımdır!
Elbette anlaşılması ya da anlatılması bu kadar basit bir konu değildir bu. Onun için de, lastik misali kim nereye çekerse, o yöne evrilebilir.
Peki, insanoğlu ya da zorun sistematik aygıtı olan yönetim elitizmi neden “suçlu” arar.
Örneğin direnişe direnmeye çalışan arap liderler neden hep “suçlu” ararlar? Bu arayışlarının içinde gördükleri suçluyu değil de, neden görmek istedikleri suçluları hep ön plana çıkarmaya çalışırlar?
Elbette bir kesim sakil düşünce sahibi bu sorunun cevabını aramıyor. Bundan dolayı da onlar daha çok meselenin diğer yüzüyle, suyu bulandırmaya çalışıyor.
Her fırsatta ve her defasında bir “suçlu” arıyorlar.
Artık nabza göre şerbet misali gündemde ne varsa; kılıfı ona göre uyduruyorlar…
Yine son günlerin gündem konusundan örnek vermek gerekirse; Mısır’da, Tunus’ta ve son olarak Libya’da yaşananlarda, bu suçlu arayan kesimler; işi daha çok ekonomik boyutlara indirgedi ve geçtiğimiz sene yaşanan ekonomik sıkıntılardan, batılı güçlerin/nifakların elini aramaya çalıştılar…
Halbuki gerçeğin var oluşunda; bunların hepsi birer birer tarihin dehlizlerindeki yolculuklarına çıktılar…
Aynı şey Türkiye için de geçerli.
Mesela Türkiye yönetim siyasetinin öteden beri kullanmaya çalıştığı can simidi siyaseti; “suçlu” oluşturmaktır. Bunun için de tarihin bütün önemli dönemeçlerinde “suçlu” aranmış ya da oluşturulmuştur.
Bu durum kanıksanmış ve neredeyse hazırlanan bütün gündem konularında, bu ilk elden üzerinde durulmaya çalışılan bir konu olmuştur.
Şimdi de birçok çevrenin tartıştığı konularda, Türkiye yönetim siyasetinde “suçlu” aramaya başladı.
Hatta “suçlu” avlamanın sezonu bile açıldı.
Geçtiğimiz günlerde ABD’li bürokratın açıklamalarının ardından Roj tv’nin yayınlarına sinyal atılması ve yayınlarının kesilmesi, bürokratla/yönetim siyasetini belirleyenler arasında yaşanan tartışmaları anlamak açısından bir veri olabilir… (Hani Sansür üzerine olanı)
Burada suçlu kimdir? Kimine göre, baskıcı yönetimiyle siyasi hükümranlardır. Bir diğerine göre ise bu konulardan anlamayan ve acemice yorumlarda bulunan bürokrattır!
Araplar için de aynı durum geçerlidir; koltuğunun derdinde olanlar, yaşanan ayaklanmaları batılı güçlere bağlamaktadır. Fakat meydanlardaki halk, ayaklanmanın temel nedeni olarak yönetimi bırakmayan ve babasının çiftliğiyle, ülke yönetimi arasında hiçbir fark görmeyenleri belirlemiştir.
Peki, burada suçlu kimdir?
Hükümrana göre; sanal ortamları bu şekilde geliştiren ve buralarda, kendi ülkelerinde hazırladıkları siyasi muhalifler aracılığıyla halkı sokağa döken batılı devletlerdir.
Öbür taraftan ise yani meydandaki direnişçiye göre; 30 yıldır, 40 yıldır ülkelerinin başına bela olan bu diktatörlerdir. Bu analizi güçlendirdiğimizde burada da suçlu batılı güçlerdir, doğal olarak kapitalist sistemdir. Çünkü mevzubahis edilen bu diktatörleri de batılılar ortaya çıkartmıştır!
Şimdi bu “suçlu” arama ve oluşturma konusunda, son örnekle daha da belirginleşen bir durum ortaya çıkmaktadır. Ona da “toplumsal psikoloji de manipülasyon oluşturma” diyebiliriz.
Nasıl mı?
Yine arapların direnişi buna örnek olabilir. Yaklaşık son yarım yüz yıldır, batlı güçlerin mimariliğinde Ortadoğu’da bir devlet geleneği oluşturuldu. O zamanın koşulları ve dönemin gerektirdiği uluslar arası siyasetten kaynaklanan bu devlet inşası, son yirmi yıldır ciddi bir anlamda gerileme sürecine girdi. Yani arapların direnişi son yirmi yılın tıkanıklığıyla bağlantılı olmaktadır.
Bu şekilde ekonomik nedenler-diktatörya-teknik iletişim hepsi suçludur ama özünde bunların hepsi manipüle edilmektedir.
Türkiye’de de basın konusunda yürütülen tartışmalardan, son günlerdeki giderek yükseltilen tansiyona kadar bütün konularda; “bu toplumsal psikolojide manipülasyon oluşturma” harekatı devrede olmaktadır.
Roj tv’ye sinyal atılmasının temel nedeni; Kürtlerin gerçeği öğrenme/görme imkanlarına müdahale olmaktadır.
Seçim öncesinde var olan söylemler, çatışma siyasetine zemin sunan yaklaşımlar da gergin siyasetle-mağdur arasına sıkışmaya çalışarak, geçmişteki taktiği uygulama mücadelesi olmaktadır.
Hani (fırsat vermiyorlar, önümü açmıyorlar, anayasa mahkemesi devreye giriyor vs) eski söylemleri ya da “suçlular”ı güncelleme mücadelesi veriyorlar…
Ondan Kürtleri “taşeron”lukla suçluyorlar ve ondan “Kürtlerin medyasına, haber alma özgürlüklerine” müdahale de bulunuyorlar.
Hatta son zamanlarda “Diyarbakır-Tahrir Meydanı olur” talimatı verdiği gerekçesiyle, Kürt Halk Önderini “suçlu” göstermeye çalışıyorlar.
Halbuki son altı ayı göz önünde bulundursalar, yapılanlar-karşıt yapılanlar diye bir sorgulamaya gitseler, bütün “suçlular” şıpır şıpır ortaya dökülecek ya…
İşte bütün mesele “toplumsal psikolojideki manipülasyon”un nimetlerinden faydalanmaya çalışmak, bundan öncesinde olduğu gibi…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada en az kabul gören ve en az affedilen eylem ihanettir, işbirlikçiliktir. Kendi toplumsal çıkarına ters düşmenin ötesinde karşıtlarının yanına geçerek halkının değerlerine karşı saldırıda bulunmak en az affedilen insan eylemi oluyor. Kürt toplumu böylelerine keklik takımı diyor. Biliniyor tutsak alınan keklik kafese alınarak çıkardığı sesler sonucu diğer keklikleri tuzağa düşürerek diğer keklikler yakalatıyor. İhanetin keklik benzetmesi bundan ibarettir.
İnsanlık tarihi sayısızca ihanet ve işbirlikçilikle hatta birkaç adım ilerisi olan hainlikle karşılanıyor. Bir toplumu esir almanın en iyi yolu olarak zulmedenler kendilerine keklikleri hep hedef seçmişlerdir. Nede olsa bir toplumu en zayıf yerinden vurmak ancak böyle kekliklerin var olması ile olabiliyor.
Kürdistan tarihi kekliklerin çok bol gördüğü bir tarihtir. Acıda olsa itirafı zor da olsa, kabul etmesekte böyle bir gerçeklik söz konusudur. Kendi halk tarihlerinde Kürtleri gösterdikleri direnişle hep yenilgiye ve bu yenilgi sonucu köle statüsüne getiren bu keklik takımlarıdır. Kürt halk direniş tarihine baktığımızda çok daha bariz görülür. Bir nur yüzlü Şêx Saidi TC devletine teslim eden ve ona yakın duran akrabası olan Kasım’dır. Dersim direnişinde ise bu keklik Rahiberdir. Biraz daha gerilere gidersek Baban reisi Abdurrahman’ı arkasından vuran Osmanlının yanına geçen kardeşidir. Rewanduzlu Kör Muhammedi arkadan vuran yine kardeşidir. Cizreli Bedirxanı ise arkadan hançerleyen kardeşi oluyor. Ve böylece bu keklikleri tarihin ta derinliklerine götürebiliriz. Bir Med kralı Astiyag’ı arkadan hançerleyen yakın akrabası ve sözde büyük komutanı olan Harpagos’tur. Daha gerilere gidecek olursak Gılgameş’in yanına geçerek kendi soyunu ezdirmesi ve köleleştirmenin yolunu açan Enkidu’dur. Evet Kürt Halk tarihinde işbirlikçilik ve ihanet her zaman var olmuştur. Kürtlerin meşhur olan “ağacın kurdu ağaçtan olmazsa ağaç devrilmez” öndeyişinin ne kadar doğru olduğunu tarihte olup bitenlerden öğreniyoruz.
Peki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman devreye giriyor? Ya da ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman para eder, ne zaman paralanır, ne zaman kıymetlenir? Hiç şüphe yoktur ki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik her zaman para etmezler ve her zaman aranan bir durumu arz etmezler.
Olağan süreçlerde ihanet ve işbirlikçilik çok rağbet görmez. Normal bir adamın rolü oynatılabilir. Bunun için belki de karşısında birkaç kuruş verilir. Önüne birkaç kemik atılır. Olağan süreçleri halkların baskı altına alınmadığı süreçler olarak ele alırsak, egemenlerin birilerine yol göstermeye ihtiyaç duymadıkları süreçler olarakta anlamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda egemenler ya da bir halkın elini güçlendirecek kekliklere çok ihtiyaç olmayabilir. Dediğimiz gibi yine de pratik tedbir olarak yine de genişlemek isteyen bir güç halkların aralarına kendi adamlarını yerleştirmek isteyebilir. Ancak bunlar ajanlar olabilir. Bu ajanlar elbette yine halk düşmanlarının yanında bir kıymeti olacaktır. Ancak bu ajanların gelecekleri sıradan bir ajan muamelesi olacaktır. Sanki ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainlerin paralandıkları kıymetlendikleri zamanlar olağanüstü süreçlerdir. Bu olağanüstü süreçler genellikle direniş süreçleridir. Bir halkın sömürgecilere karşı direnişe kalktığı süreçler hele birde bu direniş neredeyse kırılamayacak bir aşamayı yaşıyorsa oradaki ihanet işbirlikçilik tavan bulur. Böyle süreçlerde ihanet, işbirlikçilik ve hainlik en üst düzeyde karşılanırlar. Her gün yanı başlarında görülürler, paraya batırılırlar, özel karşılanırlar. Böylelerine böyle süreçlerde kızları bile verilirler. Ne de ihanet öyle bir kazığa bağlanmalıdır ki bir daha sökülmesin. Örneğin Hitit kralı kendi tebasına karşı çıkan Mitani prensi Matizawaya kızını bile verir. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise Matizawa’ya çok küçük bir parçası verilir. Böylelikle de sağlam bir kazığa bağlanılmış olur. Özcesi bir halkın direniş süreci en çok ihanetçi, işbirlikçi ve hainin ortaya çıktığı zaman oluyor. Ayrıca kıymet görmeyenler böyle süreçlerde çok ama çok kıymetlenirler, paralanırlar, ödüllendirilirler. Peki, ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainler neden böyle tarihi süreçlerde ortaya çıkarlar, neden tam da tarihi anlar yaşanırken böylesi iğrenç bir eylemin sahibi olurlar.
Hiç şüphe yoktur ki verilecek çok farklı sayıda cevaplar olacaktır. Sosyolojik olarak ciddi bir araştırma yapmak gerekir. Elbette ihanet edenlerin ruh halini iyi araştırarak, ruh hallerini iyi bilmek gerekir.
Örneğin Hindistan doğumlu Philby eğitim görmüş ve çift taraflı çalışmak üzere 1940 ta MI6’te –İngiliz İstihbarat Servisi oluyor-alınmış, Philby 1963 yılına kadar hiç sezdirmeden Ruslara çalışmış, deşifre olunca Ruslara sığınır. İşte bu Philby ‘ihanet etmemek için insanın bir yere ait olması gerekir, oysa ben hiçbir yere ait değilim ‘ diyerek ihanetini savunduğu söylenir.
Özcesi bir yerlere ait olmayanlar, bir yerlerde yaşarken başkalarına yarananlardır. Başkaları gibi düşünenlerin varacağı yer ihanettir.
Devam Edecek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsan insanlaşmaya, toplumsallaşmaya yol aldığından bu yana hiç umutsuz, ışıksız kalmadı. Büyük emek ve yaratıcılığının yanında hep umutlu ve ışıklı olmayı bildi, böyle olmasaydı insanlaşmaya ve toplumsallığa ulaşması belki de mümkün olmayacaktı. Varoluşumuzun ne kadar farkındaysak, toplumsallığımızın kökeninde bulunan bu değerlerimizin de farkında oluruz.
Yirmisinde bir gencin yirmi bin yaşında olduğunu söylemek, yirmi yaşında olduğunu söylemekten daha gerçek değil midir? İnsan, ruhunun derinliklerine bakmasını bildiğinde insanlığın binlerce yıllık çatışmasını, umudunu kendinde bulabilir. Ve sadece kendi ömründen, insanın aydınlıksız, umutsuz ayakta kalamayacağını görür. Yalanlarla doldurulan, tarih adına tarihsizleştirme kitapları dahi, ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın, insanlığa öncülük etmiş, yaşam, umut vermiş dehalarının, öz evlatlarının aydınlığı, gerçekliğini karartamaz.
Bize ait olmayan, özgür yaşama seçeneğinden yoksun, her adımımızın tanrılarca belirlendiği, karartılan bir dünyaya doğduk. Kimliksizdik, dilsizdik, kişiliksizdik...
Üzerinde yaşadığımız topraklar, üzerimizdeki giysiler, beynimize üşüşen düşler, düşünceler bizim değildi. Biz bize ait değildik. Yalan bir dünyanın yalandan figüranlarıydık. Ama yine de ne yapılırsa yapılsın, ne kadar oynanırsa oynansın, söndürülmeyen, hayatın başlangıcından, evrenden devraldığımız özgürlük ışığını taşıyorduk, derinliklerimizde...
Birçoğumuz sırtını dönüp, dalsa da yalan dünyanın sularına, birileri o ışığı bulup çıkaracak, onunla önceden çizilenin ötesinde, egemenlikli tarihten bugüne hep saklanmak, kapatılmak istenen, o zorlu yola gözlerini dikti. Bu yol nereye gidiyordu acaba? Sürüleşen koro hep bir ağızdan haykırdı; “ölüme gider, hiçliğe gider bu yol !...”.
Bilinmeyen korkutucuydu, her zaman olduğu gibi. Gitmek yola koyulmak cesaret istiyordu, en çok da hakikat aşkıyla yoğrulu bir yürek gerekti.
Asla, tümüyle karanlıklara teslim olamayan koca insanlığın en gizli görünmezlerinde sakladığı ışıktan, özden yarattı ve bu ışığın sonsuz savunucusu, tereddütsüz, bakmadan geriye, aydınlığıyla binlerce arayışçıyı sürükleyerek peşinden düştü yola.
Tarihin bu en eski yolundan başlayıp yolculuğuna, yeni yollar keşfederek kaderini aldı avuçlarına. Zor tanımını çok aşan, imkansız denilene yaklaşan bir yolculuktu. Düşe kalka, insanın önceden çizdiği tüm sınırları alt-üst eden, içinden çıkılan yaşama ait her şeyi üstünden, içinden atmadıkça hep kanadığı, düştüğü, kendini bulma, yeniden yaratma yolculuğuydu. Şimdiye kadar en çok yok sayılanlar, karanlığın ilk kurbanları kadınlar, hiçbir yaşama hakkı tanınmayanlar, özgürlüğe susamış halkların çocukları, kendi öz seslerinin, yüreklerindeki ışığın temsilcisi öncülerini takip ederek çıktıkları yolculukta yol oldular geride kalanlara. Verili sınırların dışına çıkan, yalanları parçalayarak kendi gerçek dünyalarını yaratanlar emsal oldular, ardlarında bıraktıklarına, her geçen gün büyüdüler, ışığı çoğalttılar. Sınırsız köleliğin zincirlerini parçaladılar.
Aydınlığı her geçen gün tüketen karanlık dünyanın yaratıcıları için uykusuz geceler demekti gerçekleşenler. Rahatları kaçmıştı, her şey istedikleri gibi gitmiyordu. Yerin derinliklerinde oluşan çatlak büyürse, altlarındaki toprak kayabilir, binlerce yıllık saltanatları yerle bir olabilirdi. Tehlikenin kokusunu iyi alan burunlarıyla, büyüyen ışıkta ölümlerini gördüler. Can havliyle ışığı boğmanın yollarını aramaya koyuldular. Karanlık, hile, yalan, katliam, her türlü kirlilik, vahşet onların işiydi. Bunlarla büyüyerek bugünlere gelmişlerdi. Özgürlük adına köleliğin en derinini yaşatan bu canavar, insanı geçmişinden ve geleceğinden, onu kendi yapan toplumdan koparıp, parçalayarak yalnızlığın, sevgisizliğin en diplerine fırlatarak, ölmeden sürekli ölüm halini yaşatıyordu.
Özgürlük savaşçılarının düşlerine, düşüncelerine sızmak, onları yollarından döndürmek için elinden geleni ardına koymadı. Kimileri düşse de canavarın pençesine, savaşçılar daha büyük bir azimle sürdürdüler savaşlarını. Çok amansız, insafsız, adaletsiz bir savaşı yürüttüler, karanlığın temsilcileri hem de insanın doğuş beşiğinde.
Dünyanın tekniği alt edemedi bir olan bilinci, inancı ve umudu. Ve karanlık, gözlerini aydınlığın öncüsüne dikti. Binlerce yıldır, kah yer üstünde kah yer altının derinliklerinde süregelen çatışma, çıplak gözler önünde büyük bir savaşa dönüşmüştü. Yerin göğün en derinden hissedip, sarsıldığı, kör yüreklerin dahi gözlerini açan, insanlık tarihinin en kirli oyununu sergilediler.
Boğmak, yok etmek, kökünden söküp atmak istediler aydınlığı, insanlığın umudunu. Dünyayı bir tiyatro sahnesi haline getirip insanlığa kendi yok oluşlarını alkışlatmak istediler. Olmadı, olamazdı!
Bir kere özgürlük tohumu boy atmıştı. Kök salmıştı. Artık her şeyi kontrol edemezlerdi, edemediler...
Nasıl ki karanlık binlerce yıllık bir tarihe sahipse, aydınlık ondan daha uzun bir tarihe, tecrübeye sahipti. Karanlığı aydınlığa çevirmenin yolunu bulmuştu. İnsanlığın kirlenmemiş oğlu! Özgürlük aşkıyla dolu bir yürek yenilmezdi, kendini yürüterek çoğaltırdı. Zifiri karanlığı dahi aydınlığa çevirmek en büyük yaşam oyunu, gerekçesiydi onun için.
Ve büyük savaş, dört bir yanımızda, yaşamın her alanında, ruhlarımızda şiddetlenerek büyüyor. Kim kazanacak? Arayışçılar-savaşçılar hakikat yolunda yürüyerek kendini çoğalttıkça, kenetlendikçe aydınlık düşlerin, düşüncelerin etrafında, O’nun dediği gibi, “Özgürlük Kazanacaktır!”...
Şehit Viyan Bölüğü
- Ayrıntılar
