Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır.
Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerekçeler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin kör olduğunu da anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasılını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Anlam işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yaralanacak ve yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgamış gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu, dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın Kulu; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla kendimi saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürülüşünü, öldüklerinde onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslararası sistemine kadar, Kürt olgusu bir kıskaç içinde hep teslim alınmak ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınmasında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azıcık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurmalar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlıkla terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere gererler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çembersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tekrarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az değildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini basit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düşmek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıydı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların, sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sürede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaşçısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacaktı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi. Her şey ticari ve incesi anlamında siyasi olarak kaç paraya gelinebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve onun İlk ve Ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ideolojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifadesinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillendiren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, siyasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kardeşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yaklaşımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişesiz yaşamamıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşamamışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Korkunç bağırıp çağırmama rağmen, tek akıllısı kendisi için çok gerekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edinip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıldı. Ama lanetlice kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu. Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı durma sokma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinde yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk. Çünkü içinde dost geçinen var, gafil yoldaş var. Kürt halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulmadık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket ortamın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü kralların oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgürlük, ya kralın öldürülme töreni”dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; var olan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursan, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana, atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neron’ların solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
Tarihsel Komplolar Gelişmeleri Durdurmaz, Hızlandırır
1990 sonrası; dünya, bölge, ülke, PKK ve benim açımdan yeni bir süreçtir. Reel sosyalizm fiili çözülüş süreci resmen de kabul edilmektedir. Sovyet sistemi, iç tıkanmanın, gerekli dönüşümleri zamanında ve yerinde yapamamanın bedelini çözülme ve dağılmayla ödemektedir. Her toplumsal olgu için geçerli olan kural, bir kez daha doğrulanmaktadır. Amaç ve olgulaşma arasındaki çelişki uzun süre zorla sürdürülemez. Ya reform ya da devrim yoluyla ileriye doğru, daha üst bir aşamaya sıçrama kaçınılmaz olur. Bu sağlanamazsa, içten çürüme ve dağılma gerici zorla, çağımızda faşizm olarak adlandırılıp restorasyona tabi tutulur. Restorasyon, aynı binanın yeni malzemeyle eskisinden daha güçlü görünmesini ve kalıcılığı sağlar. Ama toplumsal dinamikler hareketi zorladığı için, bu binalar içinde oturulamayan müzeler konumuna düşer. Devrim ve karşı-devrimin ürünü olan reel sosyalist ve faşist sistemler normalleşme sürecine yanıt olamayınca ve gerekli dönüşümleri yapmamakta direnince, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Dünya İkinci Büyük Savaşın sonunda faşist yıkılışa tanık olurken, savaşın ürünü olan reel sosyalizmin içten çözülüş ve dağılışını da 1990 sonrasında yaşamıştır. İçine girilen süreç, sağın da solun da evrimleşerek ve dönüşümlerden geçerek buluştuğu demokratik uygarlık sisteminin üstünlük kazanmasıdır. Sorunların ağırlıklı çözüm yolu, sistemin hakim kriterleriyle sağlanacaktır. Uluslararası düzen bu temelde ilke ve kurumlarını gözden geçirerek, yeni koşullara yanıt verecek düzenlemeleri gerçekleştirmektedir. Dünya çapındaki dönüşüm bu ana doğrultudadır. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla giriş, daha çok bu ana olguya bağlı olarak tanımlanmaktadır. 21. yüzyıl, demokratik uygarlık ve insan hakları çağı olarak adlandırılmak iddiasındadır.
Ortadoğu’da yüzyıl öncesine dayanan ve gericileşen milliyetçilik temelindeki savaş ve barış durumu tam bir tıkanma sürecindedir. Halkların enerjisi gerici milliyetçi uygulamalarla yutulmaktadır. Sorunlar çözülmemekte, bir avuç kriz rantçısıyla bir yaşam tarzı haline getirilmektedir. Süreç aşırı çözümsüzlük sonucu daha gerici ideoloji ve tarikatlaşmaların üremesine yol açmaktadır.
Bölgenin ana ülkelerinden birisi olması nedeniyle, Türkiye tıkanmayı giderek sıkça tekrarlanan krizlerle en yoğun biçimde yaşamaktadır. Ne zihniyet değimine, ne de yapısal dönüşümlere adım atabilmektedir. Genel bir seferberlik haline getirdiği özel savaş, devleti de geleneksel çizgisinden çıkararak, çetelerin türediği hukuk dışı bir uygulama alanına çekmektedir.
PKK’nin de yaşadığı benzer bir durumdur. Dünya çapında yaşanan değişim ve kendi iç bünyesindeki oluşumlar somut olarak değerlendirilememektedir. Eski anlayış ve tutumlar çoktan ideolojik, politik ve örgütsel çizgisinden çıkarak, örgütü çete gruplarına dönüştürmektedir. Böylesi yapılar, birçok alan ve silahlı savaş bölgesinde, kuraldışı yaşam ve eylem tarzlarıyla PKK’yi çok farklı bir gerici biçime zorlamaktadır. Sorumlu olması gereken merkez ve kadrolar adeta akıntıya boşuna kürek sallamaktadır.
Önderlik pozisyonum, bu gerçekler karşısında giderek dar bir sahaya kısılmaktadır. Büyük çabalarla özellikle ülke içinde sağlamaya çalıştığımız çizgiye çekme ve dönüştürme hamleleri, çeteleşme anlayışları tarafından boşa çıkarılmaktadır. Devlette olduğu gibi PKK’de de fiilen çizgi dışı gruplar dönemi yaşanmaktadır. Bu durum en anlamsız eylemlere yol açmakta, trajik kayıp ve acıları çığ gibi büyütmektedir. Durumu aşmak için yoğun tekrarlama, Önderlik kurumunu da işlevsiz bırakmaktadır. Komplo ve tasfiyeler için en uygun ortam böyle gelişmektedir. 1990’ların başlarından 2000’lere doğru yıkılmasına çalıştığım kader komplo, giderek ağlarını her tarafıma dolayacaktır.
1990’ların başından itibaren, iç ve dış komploların artan ayak sesleri adeta ‘ben geliyorum’ diyordu. 25 Ocak 1990’da en eski çocukluk arkadaşım Hasan Bindal’ın sözde kaza kurşunuyla öldürülüşü, aslında içinde birçok gizi saklayan bir olaydır. Bu, kamp yönetimindeki Sarı Baran, Mehmet Şener ve Şahin Baliç’in birlikte planlama ihtimali yüksek bir komploydu. Eğer olayı yutmuş olsaydım, çok kısa bir süre sonra operasyon benim tasfiyemle tamamlanabilirdi. Beni tasfiyeyle görevli iki resmi ajanın, o günlerde Star TV’de kendilerine yönelik suçlamalar karşısında, sanıyorum Cem Ersever’i savunma anlamında, şöyle konuştuklarına bizzat tanık oldum. “Biz başarısız değiliz. İstesek öldürebilirdik; ama sağ yakalanması isteniyor.” Bu tarz sürüp giden bir itiraftı. Doğruluk payı vardı. PKK içinde oldukça mesafe alan çete yoluyla, bu rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Fakat örgütün kontrolünün de ellerinde kalması için, benim sağ kalmam ve örgütün tümüyle çetenin eline geçmesinden sonra tasfiye edilmem, yaklaşım stratejisinin özüydü. Örgütün tümü ele geçirilmeliydi. Bunun için tehlikeli gördükleri bütün dürüst ve bağlı kadroların kaza süsü verilerek yok edilmesi gerekiyordu. Şemdin, Kör Cemal, Hogir ve Şahin kendi çapında bu süreci Mahsum Korkmaz’ın kuşkulu ölümüyle 1986’dan itibaren başlatmışlardı.
Şimdi anlaşılıyor ki, ya kaza süsü vererek, ya da ‘ajandı’ adı altında cezalandırdıkları yüzlerce dürüst ve değerli kadro ve yurtsever insan bulunmaktadır. Partinin en değerli kadro ve eylemci yapısını temizlemek için, bile bile eylem adı altında ölüme gönderiyorlardı. Bunun için komuta inisiyatifi konusunda korkunç hassas davranıyorlardı. Çünkü ne kadar komuta yetkisi varsa, bu o kadar komplo, cinayet ve güç kazanmak demekti. Tümüyle devlet demeyeceğim ama, Cem Ersever olayında da halen aydınlatılamadığı gibi, bir çevrenin PKK’deki bu çeteleşmeyle direkt veya dolaylı ilişkisi yüksek bir ihtimaldir. Zaten devlet bünyesinde bu dönemde çeteleşmenin kontrol altına alınmasında güçlük çekildiği bilinmektedir. Yine bu dönemde başta KDP olmak üzere, KUK’un bazı bölümleri, birçok aşiret ve özel görevli de yoğun biçimde bu süreç içinde görev yürütmüşlerdir.
Sürecin tam başarıya gidememesinin nedeni, çetenin elebaşılarının farkına varılmasıdır. Şahin Baliç’in ölümle cezalandırılması, Sarı Baran, Mehmet Şener ve Hogır’ın kaçmaları, Kör Cemal’in önceden cezalandırılması ve Şemdin’in kontrol altına alınması, çetenin etkinliğini büyük ölçüde kırdı. Hasan Bindal olayının büyük önemi, çetenin bütün niyetlerini ve olası bağlantılarını ele verir nitelikte olmasıdır. Bu olay çözümlenemeseydi, Önderlik ellerinde kalacak ve diledikleri gibi kullanmaya çalışacaklardı. Tümünün bilinçli ajanlık yaptığını söylemek zordur. Ama bir kısmının özellikle çeteleşen devlet odaklarıyla ilişkisi kesindir. Bu rollerini sicilli ajanlar olarak değil, Kürtlerde çok uygulanan kişi ve aile çıkarları temelinde, zımni uzlaşma biçiminde yürütmüşlerdir. Bunlar örgüt birimlerini ellerine geçirmek için her yöntemi deneyecek tiplerdi. Hizbullah liderinin PKK’ye karşı devleti kullanma tarzına benzemektedir. KDP ve KUK’un bazı grupları, çok sayıda aşiret ve çeşitli adlar altındaki örgütler bu yöntemle çok vurgun yapmış ve cinayet işlemişlerdir. “Apo primi” denen rantçılığın önemli bir kaynağı, bilinçli veya kendiliğinden ta PKK içine kadar uzanmıştı ve hastalık gibi yayılıyordu.
Şahsi kanaatim, Özal’a yapılan suikast ve Özal’ın ölümüyle, Jandarma Genel Komutanlığı yapmış bazı komutanların öldürülmesinde; devlete bulaşmış, sözde komutanları ve Özal’ı başarısız sayan bu tip çetelerin payı vardır veya bu ihtimal küçümsenemez biçimindedir.
1993 yılı, devlet ve PKK tarihinde önemli bir kırılma ve resmi çizgiden sapmanın yaygınlık kazandığı tarihtir. Turgut Özal’ın siyasi diyaloga açık yapısı, kontrol edemediği güçlerin kurbanı olmasına yol açtı. Bu tarihte Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in tartışmalı bir uçak kazasında yaşamını yitirmesi ilginçtir. Ardından çığ gibi artan Hizbullah maskeli cinayetler, binlerce köyün boşaltılması, yoğunlaştırılan operasyonlar bir imha seferi olarak anlaşıldı. PKK’nin pek de akıllı olmayan taktikleri, kayıpları arttırmaktan ve sürecin tıkanmasına yol açmaktan öteye gidemiyor; gerilla doğru bir meşru savunma anlayışı ve uygulanmasına çekilemiyordu. Dönemin askeri ve siyasi yönetimi terörü hukuk çizgisinin çok dışına taşımıştı. Devletin çığırından çıkması hız kazanmıştı.
Bu dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, yarım ton patlayıcı yüklü bir arabanın patlatılmasıdır. Telefonla dinlendiğim için, o saatte orada olduğum sanılarak araba patlatılıyor. Dönemin hükümet başkanı Tansu Çiller’in örtülü ödenekten 50 milyon Dolarla finanse ettiği komplo oldukça boyutludur. Susurluk çetesi diye tabir edilenlerle Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, Suriyeli bir Kürt aileden bazı kişilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanının da bu komplonun içinde olduğu basına yansımıştı. Soruşturmamda askeriye adına hareket edenler, ısrarla bu ekibin sorumsuz olduğunu ve devletle kendilerini temsil etmediğini söylüyorlardı. İstemeleri halinde, kendilerinin bu işi füzelerle daha başarılı yapabileceklerini belirtiyorlardı. Devletin içinde iki farklı yaklaşımın varlığı zaten bilinen bir husustu. Bu olayla birlikte, gönüllülük temelinde kendini bombalarla patlatma eylemleri gelişti. Şiddet sarmalı daha da tırmandı.
Devletin raydan çıkması herkesin endişe ile takip ettiği bir gelişmeydi. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemliliği bu süreçle bağlantılıydı. Devletin laiklik karakterinde de hızlı aşınmalar yaşanıyordu. Tarihte 28 Şubat denilen süreç daha çok bir restorasyon hareketi olarak gündeme geldi. Dolaylı yoldan normalleşme adına PKK’yi de sorumluluğa davet ediyorlardı. Buna ihtiyatlı bir olumlulukla yaklaştık. En azından suçsuz insanların katledilmesi ve alan boşaltılması durur ve ambargo sınırlanır; savaş sürse de hiç olmazsa kurallarıyla yürütülür anlayışıyla bu tutuma girildi. Türkiye’nin İsrail’le 1996’da stratejik düzeye çıkardığı ittifakları istihbarata epey fırsat sunuyordu. İsrail’in dünya çapında istihbarat ve kontrolü, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesi, Önderlik takibini Türkiye açısından kolaylaştırmıştır. Bu tarihte Papandreu sonrası Yunanistan Başbakanı Simitis’le ABD Başkanı Clinton’un 1996’da PKK Önderliğine yasallık tanımama ve fırsat varsa teslim etme konusunda anlayış birliği içine girdikleri daha sonra duyumu alınan diğer bir bilgiydi. PKK etrafındaki hukuk alanının daraltılması daha da artıyordu. Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, PKK yandaşlarına karşı siyasi amaçlı yoğun bir tutuklama kampanyasını açmışlardı.
Güney Kürdistanlı YNK ve KDP önderlikleri, PKK aleyhtarı kampanyanın en temel dayanakları olarak, 1996’da İsrail ittifakına benzer Ankara, Londra ve Washington merkezli yoğun ilişkiler içine girmişlerdi. PKK ve Önderliğini, Kuzey Irak üzerinden tecrit etmede ve operasyonlara her türlü desteği sunmada anlaşmışlardı. PKK ve Önderliğini tasfiye planının son halkası olarak Suriye kalmıştı. Mısır’ı da yanlarına alarak Suriye üzerinde geliştirilen psikolojik savaş kısa sürede ürün vermişti. Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu.
Suriye’den ayrılmadan önce, yaz boyu ordu adına dolaylı yoldan bilgilendirmede bulunan bir kanalın yaklaşımları ilginçti. Anlamlı bir ateşkesle birlikte yeni bir süreç arzulanıyordu. Bu konuya gerçekçi yaklaşımlar söz konusuydu. Örgütün bilgisi dahilinde, 1998 yılının Ağustos ayı sonlarındaki tek taraflı ateşkes deneyimi bu bilgilenmelere dayanıyordu. Fakat bu ateşkesin yarıda kesilmesine pek anlam verilemedi. Meşru savunma hakkımızı kullanmaya dek varan ve olumlu yanı ağır basan bu dolaylı diyalog resmen başlatılsaydı, süreç çok daha olumlu gelişirdi. Bu, sanıyorum 28 Şubat sürecinin geçirdiği aşamalarla ilgili bir durumdu.
Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik olarak dağlık alanı karargah olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıçratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak, ya da uzlaşma arayışını Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı. Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanması, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve benim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun tercih edilmemesi uygun görülmüştü. Benim etrafımda yoğunlaşacak bir savaş her bakımdan büyük sakıncalar taşımaktaydı. Ahlaki olarak kendimi yük yapmam doğru olmazdı. Ayrıca Kürt işbirlikçi önderlikleri her türlü istismarcılığa açıktılar. Orda bulunmamı çok kötü kullanacakları bilinen bir gerçekti. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması bunun bir göstergesiydi. Avrupa koşulları da çok riskli olmasına rağmen, siyasi, kültürel ve demokratik anlayışla, zımnen de olsa hukuka biraz güven duyuluyordu. Yunanistan’daki hükümetin ise, ilk 9 Ekim 1998 günü bu ülkeye ayak basar basmaz bu denli alçalacağı hiç tahmin edilmemiş ve düşünülmemişti.
20. yüzyılın sonlarında, Kürt halkının özgür iradesine karşı dünya çapında bir komplo ve darbe planı uzun bir hazırlık sürecinden sonra artık adım adım pratikleşiyordu. Filmi bir kez daha geriye çekip baktığımızda, bu planın aslında 90’ların başında Londra kaynaklı olarak uygun görülüp uluslararası düzeyde hayata geçirilmek istendiği anlaşılacaktır. Planın Türkiye boyutları az çok bilinmekle birlikte, Avrupa ve ABD boyutu net olarak anlaşılamamıştır. Uluslararası boyutu görmezsek, değerlendirmelerimiz eksik kalacaktır. Tekrar da olsa özetlemek gerekirse:
1- Palme cinayeti, başka amaçları yanında, 12 Eylül rejimi ve sonrasında Türkiye’yi dışa bağlı tutmak için ve Kürt özgürlük devriminden korumakta bir araç olarak kullanılmıştır. Palme’nin Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki hareketlerin desteklenmesinde ve hoşgörüyle yaklaşılmasında, Başbakanı olduğu İsveç’i bir merkez haline getirmişti. İsveç, Kürt özgürlük hareketinin de merkezi olabilirdi. Palme, Kürt özgürlük hareketinin terörist olarak damgalanmasına karşıydı. Öldürülmesinde “Kürt izi” teorisi ve PKK’nin terörist ilan edilip yasaklanması çabaları, İsveç’in bu olumlu konumunu ortadan kaldırmakla yakından bağlantılıdır. NATO’nun o dönemde Avrupa’da güçlü ve henüz açığa çıkmamış olan Gladio örgütlenmesinin bu ve benzeri komplolarla ilişkisi bir gün aydınlanacaktı. 15 Ağustos 1984 eylemliliğinin hemen ardından, Almanya’nın da ağırlığını koymasından sonra, Türkiye hükümetiyle uzlaşma sağlanmıştı. Birçok ekonomik çıkarın sunulmasıyla tüm Avrupa’da PKK’ye karşı bir izolasyon süreci başlamıştı. Palme provokasyonu bu sürecin en önemli halkalarından biriydi. PKK’yi bölme, gündemleşen diğer bir gelişmeydi. Başlarında Çetin Güngör’ün bulunduğu bir gruba bu yönlü önderlik yaptırılıyordu. Kesire’nin tahrikleri ürün verir gibiydi. Birçok aydın, Mahmut Baksi, Şivan Perwer gibi insanlar uzaklaştırılmıştı. Bu, tek başına Türkiye’nin çabalarıyla izah edilemez. Aslında Avrupa merkezli bir karar olarak uygulanıyordu. Türk solu bu yolla çoktan iğdiş edilmişti. Dünyanın diğer özgürlük hareketlerine de benzer planlar uygulanıyordu.
Almanya’nın merkezi düzeyde PKK’lileri tutuklaması da bu planın bilinçli bir parçasıdır. Parçalama ve önemli bir bölümü kontrolüne alma amaçlanıyordu. 1990 başlarında Türk Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in Londra’ya yaptığı bir gezide, “planımız onaylandı” biçiminde bir değerlendirmesi basına yansımıştı. Londra’nın da Almanya gibi tasfiyede rol üstleneceği anlaşılmıştı. Yine 1991’de YNK Başkanı Talabani Avusturya’nın Başkenti Viyana’da Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’le PKK’yi terörist ilan etme konusunda gizlice anlaşmıştı. Talabani’nin bu yaklaşımı Almanya, Fransa ve İngiltere’nin tavrıyla iç içe, terörist ilan edilme olayında temel bir rol oynamıştır. Avrupa çapında varılan bu anlayış birliğinde, PKK’siz bir Kürt hareketi amaçlanıyordu. PKK’siz bir Kürt hareketi ellerinde Ortadoğu çapında kullanabilecekleri çok gerekli bir kozdu.
2-1993’ten sonra Özal ile ateşkes deneyiminin başarısız kalmasından sonra, bu sefer gündeme oturan taktik, “PKK’ye evet, Apo’ya hayır” biçimini aldı. Milyonlarca kitlesel tabana kavuşan PKK’yi tümden karşıya almalarının ve parçalama çabalarının sonuç vermemesi, böyle bir taktik yönelişi öne çıkardı. Her devlet kendine göre ‘PKK kadroları’ oluşturmaya başladı. Ortadoğu’dan Rusya ve Avrupa’ya kadar bu yönlü adımlar atıldı.
Şemdin Sakık için ‘ikinci adam’ unvanı icat edildi. Apo’nun tasfiyesi kararlaştırılmıştı, ondan sonrası hesaplanıyordu. Kani Yılmaz’a bu yönlü bir rol oynatmak için anlamsız bir tutuklama sürecine çektiler. Teslim olmak ve olası tasfiyelerden sonra bir PKK önderi gibi kullanmak amaçlanıyordu. Moskova Numan Uçar üzerinde çalışıyordu.
Ortadoğu’da birçok devletin tavrında bu seziliyordu. YNK ve KDP, PKK üzerinde oyunlarını yoğunlaştırmışlardı. HADEP bünyesinde benzer bir operasyon yürütülüyordu. Hatip Dicle, Leyla Zana ve teslim olmayan diğer milletvekilleri tutuklanırken, DEP örgütü kapatılıyordu. HADEP üzerinde ise bir çekişme yaşanıyordu. Kürdistan boşaltılıyor, Hizbullah maskeli dehşetvari yöntemlerle hiçbir örgütsel suçu olmayan binlerce dürüst yurtsever insan katlediliyordu. 6 Mayıs 1996’da Önderlik bombalanmasının gerçekleşmesinin üzerinden yarım saat geçmeden, Londra kaynaklı haberler Abdullah Öcalan’ın öldürüldüğünü veya bombalandığını dünyaya duyuruyordu. Yapılanları önceden biliyorlardı.
3-1996 İsrail-Türkiye ittifakı ile, bu tarihte başlayan Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen örgütleriyle Türkiye ilişkileri aynı kapsamdadır. 17 Eylül 1998 Washington Kürt Otonomi Antlaşmasında en önemli madde, PKK’ye karşı tavırdı. Tıpkı 1925’de olduğu gibi, Türkiye’nin verdiği uzun tavizler halkası karşılığında, 2000’e doğru geldiğimizde benzer bir uzlaşma gerçekleşmişti. Bu bir bakıma Lozan’ın yenilenmesi demekti. PKK ve Kürt özgürlük hareketi tamamen izole ediliyor, Önderliğinin tutsak edilmesi için her tür taahhütte bulunuluyor, gerilla üzerinde de Kürt işbirlikçileri, İsrail tekniği ve uzman elemanlarıyla birlikte her tür operasyona yeşil ışık yakılıyordu. Bu, topyekün bir tasfiye planıydı.
Kendi içinde çeteler meselesini bile çözememiş, güçlerini yeniden mevzilendirmekte vurdumduymaz ve Önderliğin sırtından ucuz yaşamaya alışmış sahte bir komuta ve yönetim tarzından kurtulamayan yoldaşlarla, başta Suriyeli ve Yunanlı sözde dostların içyüzü daha iyi anlaşılamamış, son derece çıkarcı ve panikçi yaklaşımları karşısında, PKK Önderliğine düşen, meçhule karşı kuşkulu bir yürüyüştü. Büyük bir iç burkulmasıyla 9 Ekim 1998 macerası başlıyordu.
9 Ekim 98 çıkışı değerlendirilirken, Ortadoğu zemininin ne anlam ifade ettiğini çok sağlam ve yürekten çözümlemek gerekir. Bu zeminde yirmi yıla yakın bir pratik geçirdim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulundum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Bu gelişmelerin benimle ilgili hangi sinir ve ruhla gerçekleştirildiği ve nasıl dayanabildiğim de bütün yönleriyle mutlaka anlaşılmalıdır. Başta PKK yapısı olmak üzere birçok çevre, işin hiçbir şey ifade etmeyen resmi görüntüsü dışında, can alıcı özünü anlama gücünü göstermiyor. Sanki normal ilericiler cephesinde anlı şanlı yaşanılmış, çalışılmış ve başarılmış sanılıyor. Böyle bir şey yoktur. Tabii ki ucuz yorumla izah, kendilerine rahatlık sağlıyor. Dogmatik siyaset ve örgüt anlayışlarını tatmin ediyor. Bu tutum yetmeyince, bu sefer geleneksel kutsallık anlayışlarına sığınarak, “olağanüstü” kişilik özelliklerimle izah edip sorumluluktan ucuzca kurtulmak istiyorlar. Bu yüzden kimse yaşadığım pratiği tüm tarihsel mitolojik, felsefi, dini ve bilimsel anlamıyla çözmeye yanaşmadı. Çok kitap yazıldı; ben de yazdım. Yaşadığım gerçekleri halen de yazacak durumda değilim. Bunun için özgürleşme alanlarının gelişmesi gerekir. Ama koşulları çok elverişli olan ve gelişmeleri için neredeyse şart olan anlama işini başaramayan, başta yoldaş geçinen birçok kişi ve kurum, bu tutumla aslında kendilerini gelişmemeye ve başarısızlığa mahkum ediyorlar. Bunlar mümkünse bu yılların çözümünü yapıp insanlık, Kürtler ve Ortadoğu tarihi ve geleceği için ne anlama gelmesi gerektiğini en temel görev edinsinler. Çünkü bu olanak dışında, özgür yaşama giden yolda ne tarihi ve çağı, ne de güncel somut gerçekleri çözüp önlerini aydınlatabilirler. Şimdilik tek yol budur ve büyük emekle anlamayı ve pratikleştirmeyi gerektirir.
Kalın çizgileriyle Ortadoğu’daki yaşamın küçük bir kısmını, siyaset ve diplomasiyle ilgili yönünü değerlendirsem, tanımı şudur:
Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerin içinden bu kadar yıl sonra sağlam çıkmak ve halkların özgürlüğüne bazı hediyelerde bulunmak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkündür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; gerçek özüyle nasıl bir pratikle insanlığa sahip çıkılabileceğini de gösterdi. Bu şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir anlam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da, özü; gelişen toplumun anlam, hafıza, töre, vicdan, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere, birçok temel konuda farklı kültürel bir aşama kaydetmesine yol açmaktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. ‘Sizin yaptığınız yeni bir diyanet, (üç büyük dini kastederek) dördüncü bir din çalışması anlamına gelir’ dediklerinde şaşırmıştım. Daha sonra ne demek istediklerini anladım.
Her ne kadar İslamiyet’ten sonra peygamberliğin ve yeni bir dinin yolu kapanmıştır denilse de, bu, her çağın kendini ebedi olarak yorumlaması gibi bir savunmadır. Ortadoğu’da eski dinler kültürünün başta siyasi ve ideolojik alanlar olmak üzere, tüm toplumsal alanlardaki etkisi ve günümüzü adeta tutsak alması gibi sonuçları çözümlenemeden, ne Avrupa uygarlığı anlaşılabilir, ne de anlamlı bir iç ve dış özgürlük savaşımı başarıyla verilebilir. Tarih hükmünü yürütüyor. Yüzeysel laiklikle ne din çözümlenebilir, ne modern toplum yaratılabilir. İki yüz yıllık milliyetçi yenilenme deneyimlerinin sonuçları ortadadır. Bu yolda ısrar ettikçe, Arap-İsrail çıkmazında olduğu gibi daha ne kadar acılar ve yıkımlara yol açacağı da kestirilebilmektedir. Çözüm, tarihin doğasını çözümlemek ve oradan yola çıkarak bir özgürlük imkanını yaratmaktır.
Çağımız için bu harekete ‘dördüncü bir din’ demek pek anlamlı düşmez. Ancak bu hareketi 1500’lerdeki Avrupa Rönesans’ına benzeyen, fakat kendi uygarlık kökleriyle kapitalizm ötesi uygarlık ufkunu sentezleyen bir diyalektik gelişme temelinde Ortadoğu Rönesansı olarak tanımlamak daha anlamlı ve tarihsel ihtiyaca cevap niteliğinde olacaktır. Bunu yarattık demek abartılı olur. Yapılmaya çalışılan, bu toprakların kültürel özüne uygun ve çağın gericiliğine tutsak düşmeden olumlu özlerini benimseyerek, günümüzün orijinal özgürlük hareketine katkıdır. Bunun tarihte anlam bulacağına ve özgürlük hedeflerine sönmeyen bir meşaleyle yürüyen bir çıkışın güçlü ve süreklilik kazanan bir akımı olacağına inancım tamdır. Eksiği ve kiri varsa da, güçlü temsilcilerinin bu akımı daha da arındırarak ve hareket gücüne kavuşturarak, uygun ve gerçekçi hedeflerine adım adım ulaşacaklarına dair umut ve inancım hiç eksik olmamıştır. Tersine, bu coğrafya kendisine ekmek, su ve hava kadar gerekli zihinsel ve ruhsal güce kavuştuğu için, yaşamın anlamı bin yıllardan beri içine girdiği çıkmaz ve karanlıklardan sıyrılarak, daha doğru ve aydınlanmış yolda coşkuyla ilerleyerek hedeflerine varacaktır. Böylesi bir anlamlı yaşamın yaratılması her şeyden daha çok değerlidir ve kıymeti de o denli bilinmek durumundadır. Tarihte eşine rastlanmayan kahramanlıkların, acıların ve fedakarlıkların sahiplerine saygı ve bağlılık, kendimizi bin yılların lanetli kıldığı gerçeklikten kurtarıp kutsamakla özdeştir. İlla buna yeni bir dini anlam biçilecekse, bu noktada görülmelidir. Bir kutsaması vardır, o da aydınlatılmaya çalışılan bu özdür. Bu savunmam, lanetten kurtarılmış ve kutsanmış çağdaş yaşamın ne anlama geldiğini açıklamaktadır.
Şam’dan Avrupa’ya doğru çıkışımı bazı tarihsel örneklerle mukayese etmem yanlış yorumlanmaktadır. Ama tarihle güncellik kutsallığın özünde yürüyorsa, bu benzerlik kaçınılmazdır ve doğrudur. Ancak çarpıtılmış ve inkara dayalı tarihler, kutsal değerlerin benzeşme gerçeğine set çekebilirler. Bu durum bile, olsa olsa bir perdelemedir. Gerçek olan, kutsallıkların zincirleme hareketidir.
Hıristiyanlığın özellikle Avrupa kolunu yaratan Büyük Aziz Paul’den bahsedeceğim. Önce havarilere düşmanlık yapıyordu. Şam yolunda bir mucizeyle havarilere katılışını, tarih değiştiren bir olay olarak anlatır. Tarsus’ta doğan Yahudi bir aileden gelmektedir. Antakya’dan başlayarak birkaç kez Anadolu, Yunanistan ve İtalya’ya sefer yapar. Çok büyük inanmış bir propagandacıdır. O olmasaydı, Hıristiyanlığın Avrupa’ya bu denli taşınması mümkün olamazdı. Roma’da öldürüldü.
Anısına Avrupa’nın her tarafında dikilmiş Saint Paul katedralleri boşuna büyük bir görkemlilik arz etmezler. Çünkü Avrupa ahlakının ve bugünkü aşamaya ulaşmasının temelinde Aziz Paul’un attığı insanlık harcı vardır. Avrupa yarı yarıya Saint Paul demektir. Çok yönden ihanete uğramış olması ve olumsuzlukların da kaynağına alet edilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez. Daha ilginç olanı, Yunan sahasında karşılaştığı iyi dostlar kadar, birçok dönek ve sahte dostların da mevcudiyetidir. Bazı dostların laubaliliğinden de şikayet eder.
9 Ekim 98’de Şam’dan çıkışım bu tarihsel olguyu hatırlatır. Çok sayıda dost vardır. İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştır. Parlamento, anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla beni davet etmiştir. Gitmeden önce bakanlık yapmış ve halen milletvekili olan Kostas Baduvas adlı dostla konuşan tercüman Ayfer Kaya, gelebileceğime dair telefonda on’u aşkın teyit almıştır.
Ulaştığımda, ortada ‘dost Baduvas’ yoktur. Karşılayan, İstihbarat Başkanı Stavrakis ve çağdaş Yehuda İskaryot (İsa’yı ihbar eden havari) rolünü oynayan ve adını da Agit koyan Kalenderis’tir. Tavırları tam 3000 yıl önceki Helenlerin tavrından farksızdır. Helenlerin o günden beri değişmeyen bir tavrı; kendi dışındakileri ve çıkarlarına uygun düşmeyenleri barbar olarak adlandırmak, kendi basit dünyaları dışındakileri yabancı olarak görmektir ve bu, köklü bir duygudur. Fakat bu yaklaşım tüm gerçeği ifade etmez, işin duygusal ve moral yönünü izah edebilir. Siyasi ve diplomatik gerçekler daha farklıdır.
Şu gerçeği görmekte yarar var: Kürt Özgürlük Hareketi, PKK önderliğinde bir nevi çağdaş Bolşevizm gibi görülmektedir. Zaten ‘katı Stalinci’ damgalaması bu görüşü yansıtmaktadır. Çok farklı özellikleri olsa da, yaklaşımlar benzerdir. Resmi siyaset ve devletler düzeni, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt Özgürlük Hareketini legaliteye kabul etmek istememektedir. Birçok ülke ise illegaliteye çekmiştir. Özellikle Almanya bunda başı çekmektedir. ABD daha katıdır. Ortadoğu devletleri de aynı yaklaşım içindedir. Kesinlikle legalite dışı saymaktadırlar. Dost olanları ancak kişisel ve gayri resmi yaklaşım içindedir. En çok koruyucu dost ülke olarak tanıtılan Suriye, hiçbir zaman radikal Arap milliyetçiliği çizgisini aşmamıştır. Kişi olarak Devlet Başkanı Hafız Esat’ın tavrı önem taşıdığından, iki cümleyle değerlendirebiliriz. Hafız Esat, büyük olan otoritesinden ve içinden geçmekte olduğu koşullardan ötürü, bana göre despotik klasik devletle devrimci demokratik devlet arasında bir çizgide duruyordu. İlahi anlamlı devletin bir ayağını halkın içine çekmişti. Sanılanın aksine, otoriter ve kutsal devleti basitçe kısmen halkın hizmetine vermişti. Ama Sümer rahip devlet anlayışını esas olarak koruduğu da bir gerçektir. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir Ortadoğu kimliğiydi. Kürt özgürlük hareketine düşman değildi. Ama geleneksel ideoloji, devlet anlayışı, milliyetçilik ve çağdaş diplomatik güçler dostluğunu engelliyordu. En büyük yiğitliği, başkaları istiyor diye düşmanlık yapmamasıydı. Fakat son ayrılacağımız günlerde, Firavun torunu Mısır Başkanı Mübarek ile etrafındaki bürokrasiyi aşacak güçte olmadığını ortaya koymuştu. Milliyetçiliği aşırı zorlayacak konumda değildi.
Benim açımdan eleştirilmesi gereken Suriye değil, kendi konumumdu. 1990’ların başlarında, hatta 1980’lerin de başlarında Arap sahasından ayrılmamla tarihin seyri başka olabilirdi. Zağroslara yerleşmem en ciddi seçenekti. Fakat İran ve Kürt işbirlikçilerinin yaklaşımlarının neleri doğuracağı bilinmezdi. İkincisi, bu rolü rahatlıkla ve başarıyla oynayabilecek arkadaşlar vardı. Bu hakkı onlar kullansınlar beklentisi hakimdi. Ama öyle basit çıktılar ki, kendilerini bir karışlık derede bile boğduracak cüceler olduklarını gösterdiler. Kendilerine tanıdığım tarihi fırsatı ve hizmeti hiç anlamadılar. Olanaklar üzerine hovardaca ve bir mirasyedici gibi oynadılar. Kendilerini de, çok büyük değer ifade eden emek ve sabrımı da gafilce kullandılar ve çarçur ettiler. En çok eleştirilip özeleştiriye çekilmesi gereken konu budur. Fakat 9 Ekim 1998 çıkışını oraya yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Çünkü o zaman savaş kişiselleşir, tam bir intikamcılığa dönüşürdü. Olası bir barış ve kardeşlik fırsatı hepten yitirilirdi. Dağa çıkış 40 yıllık rüyam olduğu halde, üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkanı varsa, bunun denenmesinin tercih edilmesinin daha değerli olmasıydı. Mevcut tabutluğumda bile moralli olmamın tek nedeni, onurlu bir barış için yaşamamın soylulaştırıcı bir savaştan daha az değerli olmamasıdır.
Simitis hükümetinin bu tavrının özünü anlamak çok daha önemlidir. ABD ve İngiltere, hatta Almanya’nın da onayı dahilinde bir tutum olma ihtimali bulunmaktadır. Yine Baduvas’ın davetine hiç sahip çıkmaması düşündürücüdür. Gelmememi kesin isteyebilirdi. Bakan olan birisinin bu kadar basit kalması anlaşılır olmaktan uzaktır. Önemli bir ihtimal, ayaklarımın Ortadoğu’dan bilinçli kopartılmasıdır. Bunda İngiltere İstihbaratı temel rol oynamış olabilir. Karışık güçlerin devrede olması ihtimal dışı değildir. Daha sonraki gelişmeler şu gerçeği gösterecektir: Avrupa’ya çekilip kişiliğimi ve onurumu yıktıktan sonra, ellerinde ehil bir araç olarak, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu denkleminde kullanılmamın tasarlanması en güçlü olasılıktır. Yunanistan’a ilk adımımı atar atmaz; hukuk, insan hakları ve demokratik toplum kurallarının benim için olmadığını, katı siyasi ve ekonomik çıkarlarının esas alındığını anlayacaktım. Yunanistan’la başlayan tavrın Türkiye korkusu olduğunu veya anlaşarak sağlandığını belirtmem pek gerçekçi olmaz. Tersine, en üst düzeyde Batı sistemi olarak, başta Başkan Clinton olmak üzere, Türkiye’nin tavrını çok önceden ve çok dakik olarak inceledikleri kanaatindeyim. PKK ve Öcalan olgusunu kendi çıkarları için Türkiye’nin başına en ideal biçimde patlatmakta ve kullanmakta çok bilinçli olduklarını da belirtmem gerekir. Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtleri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sürecek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek. Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma stratejinin ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avrupa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.
Dostluk eğilimimi belirtmek durumundayım. Beş yaşındaki bir çocuk da olsa, dost bellediğimde sonuna kadar inanmam benim için bir karakter özelliğidir. Hayatta belki de en büyük zayıf (kendim buna inanmıyorum, dostluğun ve yoldaşlığın güven şartının hiç çiğnenmemesi gerektiğine batıl bir inanç gibi halen inanıyorum) yönüm, bu tür bir güven duygusudur. Dostluk ve yoldaşlık adına bu yönümün korkunç kullanıldığını biliyorum. Ama en temel insani değer olduğundan, vazgeçmemem gerektiğine de eminim. Bana göre, dostluk ve yoldaşlıkla oynamak, anasını ve eşini satmak gibi bir şeydir. Dolayısıyla dostluk ve yoldaşlık bağı 20. yüzyılın şahsında en büyük darbeyi yemiş olduğundan, onun en son ve en trajik kurbanı ben olacaktım. Bu anlamda 20. yüzyılla boğuşmaktan bahsetmem gerekir. Önce Yunanistan’da, sonra olası dostluk adına gittiğim ikinci durak Rusya’da, dostluğun başına neyin gelmiş olduğunu belirtmem hayli öğretici olacaktır.
İki seferin sonunda yoğunlaşmam, Yunan karakterini sınırlı da olsa çözme imkanını verdi. Bahsettiğim, hakim Yunan karakteridir. Mutlaka halkının bazı özgün ve egemenlerden farklı karakteristik özellikleri vardır. Tanrı Dionysos’tan beri Yunan halkının özgünlüğü bir gerçektir. Coşkulu ve dostçadır. Ama dünyanın tüm ülkelerinde görüldüğü gibi, bu karakter yenilmiştir ve ancak elinden ağlamak gelir. Dünyanın tüm halkları dostluklarına sahip çıkamazlar. Ama ardından bol bol ağlarlar. Kendi kendilerine dost ve yoldaş olduklarında da böyle yaparlar. Ayrılıkları, yitirişleri ve birlikleri ağlama ve ucuz sevgiye gömülmüştür. Saygı duyulsa da, bunun fazla değeri yoktur. Dostluğu ve yoldaşlığı koruyamayan bir saygı ve sevgiye, anam da olsa, hep hor baktım. Karşılıklı bir sevgi ve anlayış göstermedim. Sanki kader bana, ‘Çok değer verdiğin dost ve yoldaşların için ağlamaya değmez’ der gibidir. Karşı çıktığım, dostluk ve yoldaşlık değildir. Tersine, ona zafer değerini veremeyen, dost ve yoldaş olmasını bilmeyen, sahte ve zavallılardır.
Yunan egemen sınıf tarihine bakıldığında, MÖ 1600’lerde Mikenlerden beri mitolojik bir biçim kazanmış olan düşünce tarzlarına göre, tanrı Zeus her türlü puştluğu ve kalleşliği yapabilir. Önüne çıkan her kadını baştan çıkarabilir; her tarafından, alnından, kıçından Athena başta olmak üzere birçok küçük tanrı doğurabilir. Yalan ve kandırmaca tanrısal özellikleridir. Troya kahramanı Hektor’u nasıl kandırdığını, ona inanan Homeros bile hayıflanarak dizelerine döker. Yeter ki Helenistlerin çıkarına olsun. Bir nevi İsrail Tanrısı Yehova gibidir. Helenler ve İsrailoğulları seçilmiş kavim oldukları için, diğer insanlık, yani barbarlar aleyhine ne yapsalar haklarıdır ve tanrıları da bunu böyle emretmektedir. Bu mitolojik gerçeklik, daha sonra dinsel ve siyasi gerçekliğe dönüşecektir. Mitoloji deyip geçmemek gerekir. Günümüze kadar dinin ve siyasetin temelinde yatan mitolojik gerçekliklerdir.
Bu mitolojik özellikler, Yunan hakim sınıfının nasıl doğduğunu dile getirmektedir. Ana kaynağı da Sümer mitolojisidir. Anadolu, Fenike ve Mısır üzerinden hem mitolojik, hem de maddi toplum olarak beslendikleri bilinmektedir. O günden beri değişmeyen bu sınıfsal ve ulusal karakter bütün çıplaklığıyla karşımda duracaktır. Hileci, kandırmacı, çıkarları uğruna hiçbir insana değer tanımayan, dışındakileri değersiz ve barbar sayan bir zihniyet ve ahlaktır. Temsil ettiğim insanlık, halk ve tarih gerçekliği, özünde kendisiyle bağdaşmayacak farklı bir tarih, siyasal ve kültürel gerçeklikle karşılaşmıştı. Bu bir anlamda Medler ve Perslerden beri devam eden Doğu-Batı karşılaşmasının küçük bir devamıydı. Batı kapısı, şahsımda temsilini bulan Doğu çıkışına kolay geçit vermeyecekti. Atina’nın başka hesapları da vardı. Tüm yaklaşımları, Türk tehlikesine karşı herkesten ve her yöntemle yararlanmaktı. Benim şahsımda yararlanabileceklerine -tabii dostça bir biçimde- pek göz kestiremiyorlardı. Yararlanmayı, tipik İngiliz politikası gibi “iti ite kırdırma” biçiminde ele alma yanlısıydılar. Dostluklarının bir kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Önceden planlanmamış çıkışım, ortaya çıkan zorunluluk karşısında, denenmesi gereken önceliklerin başında görüldü. Reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve gizli kirli istihbaratla bağlantılı çıkarlar nedeniyle, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarında özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF, ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Halbuki Duma benim 298’e karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fakat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle işbirliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi.
Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor, Sümer rahiplerinin tapınak sosyalizminin bile gerisinde olduğunu hatırlatıyordu. Rusya devrimciliğinin kapitalizmin ve feodalizmin ufkunu aşamadığının, devlet kapitalizminin sosyalizmi doğuramayacağının, dolayısıyla çağdaş liberal kapitalizm karşısında tutunamayacağının bir örneğini sergiliyordu. Bunu bizzat görmem, 20. yüzyılın bir yüzünü daha iyi tanımama yol açtı. 20. yüzyıl bir ihanet yüzyılına çok benzemekteydi. Devrimler ve özgürlükler yüzyılı, daha sona gelmeden, hiçbir insanlık değerine kökten bağlı olmayan ve maddi çıkarcılığın her ilkeyi tutsak ettiği bir yüzyıl olarak 2000’e dayanmıştı. O kadar kanlı geçmesi yücelmesine değil, barbarlığına bir kanıttı. Genele hükmeden, ilkel milliyetçilik ve kaba materyalizmdi. İnsanlığın tarih boyunca tüm yüceltici, gerçekten insan hakları ve demokratik içerikli özelliklerine karşı en kapsamlı bir karşı-devrim söz konusuydu.
Devrimin ve karşı-devrimin tanımını yeniden yaptıracak bir sonuçla karşılaşılmıştı. Karşılaştığım tablo insan gerçekliğine daha doğru yaklaşmaya zorluyordu. İlkelerle güne gömülmüş yaşam tarzını kıyaslamamı aydınlattı. Bazı sembolik kalıplara takılmamam, artık tanrı ve insan maskelerini (ki, aynı gerçeği ifade ederler) cesaretle parçalamam gerektiğine dair cesaret ve bilincimi arttırıyordu. 20. yüzyılın putları kırılmalıydı. Bireyin varlığı ve hakları toplumun varlık ve haklarından önce gelmeli veya en azından ikisi arasındaki optimal (verimli ve özgür birlik) nokta esas alınmalıydı. Bireysellik ve ona ilişkin hakların kapitalizmin insafına terk edilmesi vahim bir yanılgıydı. Bireyin varlığını ve özgür gelişimini esas almayan her toplumculuk, aslında Sümer rahip tarzıydı ve egemen sömürücü sınıfları doğurmaya mahkumdu. ‘Her şey toplum için’ sloganı aslında en eski bir sınıflı toplum sloganıydı. ‘Her şey birey için’ ise, çelişkili gibi görünse de, en gelişmiş sınıflı toplumun, kapitalizmin sloganıydı. İki ilkenin sloganlarına yenik düşmeden, bir insanlık, özgürlük ve eşitlik idealine dayanmak esas yoldu. Bilimsel sosyalizm bir olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatörlüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu. Zor sisteminin aşılmasına dayanan bir siyasal teori ve pratik, bireyi baştan esas alan bir özgürlük ve toplumu kolektif emekle yücelten bir eşitlik ideolojisi, bilimselliğin ve tekniğin yol açtığı imkanlarla egemen sınıf barbarlığını aşabilir ve özlenen toplumsal ütopyanın gerçekçi ifadesini kovuşturabilirdi.
Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandırması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiplerinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Moskova’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlandıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği kadar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşmanın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça ortaya koyuyordu.
Roma’ya 12 Kasım 1998’de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin ‘Yeniden Yapılanma’ adlı grubundan Milletvekili Ramon Montaviani’nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D’Alema Hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. İtalyan büyük sermaye çevrelerinin ağır tahriki, Avrupa ülkelerinin tam destek vermeyişleri, özellikle Almanya’nın kişiliğini sarsma ve kendini dayatma tavrının ağırlığı altında inisiyatifli davranamıyordu. Baştan savmacı tavır gelişiyordu. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyordu. Ağır sorumlulukları olan birisi için, ilk çıkan fırsatta ayrılması gerektiği açıktı. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu. Demokratik hukuk tavrı sergilenmeyecekti.
Niyetim Kürt sorununu demokratik bir platforma çekmekti. Destek olunsaydı, Türkiye’nin de bu tavra gelmesi zor olmayacaktı. Anlaşılan, Avrupa Kürt sorununun ciddi çözümünden yana değildi. Sorunla Türkiye’nin uğraşması daha çok işlerine geliyordu. Yunanistan’ın tavrından da bu anlaşılıyordu. Avrupa’da siyaset, savaşın sonunu getirebilirdi. Bu ise, ABD de dahil, Batının stratejisine uygun düşmüyordu. Almanya’nın tavrı, bir an önce dağ yolunun açılmasıydı. Uzun vadeli düşündükleri açıktı. Ortadoğu’da Kürtlere dayalı bir kargaşa daha çok işlerine geliyordu. Dolayısıyla benim beklenmedik çıkışım, taktikleri dışında bir durumdu. Bütün hazırlıkları, ehlileştirilmiş işbirlikçi Kürt şahsiyetlerine dayanıyordu. PKK ve özellikle benim varlığım, on yıllarca yürütmüş oldukları ve çok sermaye akıttıkları Kürt kozunu ellerinde işlemez kılıyordu. Ya çok sarstırıp kişiliksiz biri konumuna getirecekler, ya da dışlayacaklardı. Bunda ABD’nin eğilimi de hesaba katılıyordu. Zorlasam kalabilirdim. Roma hukukunun doğduğu merkezden atılmam zordu. Fakat siyasi riskleri ağırdı. Bu kadar zorlayan bir devletin daha tehlikeli yönelimleri de her an hesaba katılmalıydı. İlk doğacak fırsatta ayrılmam zorunluluk arz etmişti.
Avrupa’nın üç tarihi başkentinde geçirdiğim toplam dört ay bazı önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştı. Demokrasi ve hukuk, Kürt özgürlük iradesine hakkını vermek niyetinde değildi. Avrupa’nın insani bir Kürt politikası yoktu. Sadece Türkiye’ye yönelik taleplerinde bir argüman olarak kullanılıyordu. Aslında son iki yüz yıllık politikalar sürdürülüyordu. Kürtleri Ortadoğu’da İran, Irak ve Türkiye yöneticilerini kendi politikaları doğrultusunda zorlamak için en uygun araç olarak görüyorlardı. Acil bir çözüm için tavır almamalarının altında bu temel neden yatıyordu. Onlara uzun vadeli sorun yaratan bir Kürt olgusu lazımdı. Çözüm ise, kullanacak malzeme bırakmıyordu.
Bu tutum Kuzey Irak’taki Kürt işbirlikçileri için de geçerliydi. Sorunlu bir Türkiye kendilerine muhtaç olacaktı. Dolayısıyla PKK’nin hep bir sorun olarak kalması, politik çıkar için hepsine çok gerekliydi. Benimle çözümü değil, istedikleri gibi davranıp uzun vadeli politikalarına hizmet edecek birilerini düşünüyorlardı. İki yüz yıllık politik perspektiflerine aykırı bulunuyordum. Özgür karakter ve bağımsız karar inisiyatifi kabul edebilecekleri bir durum değildi. Bunu kabul etmeleri, onlarca yıldır besledikleri birçok işbirlikçi Kürdü kaybetmeleri demek olurdu. İtalya Türkiye’den daha çok yatırım ve ticaret imkanı elde etmek istiyordu. Bunun için en radikal tavrı alabiliyordu. Ama benim durumum, pratikte görüldüğü gibi bu hesabı da bozuyordu. Çıkarları kişiliğimi kaldırmaya uygun düşmüyordu. Anlaşılan, Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürt sorunu sınırlarında duruyordu. Ancak işgüçlerinden ucuzca yararlanma ve uzun vadeli Ortadoğu politikalarında bir araç olarak kullanılan Kürt yaklaşımı geçerliydi. Bu yönüyle de olsa, politika yine de tam şekillenmeden uzaktı. Ağır basan yön, genel birçok sorunda -başta Balkanlar - olduğu gibi, Kürt sorununda da Avrupa’nın şekillenmiş bir politikasının olmadığıydı. Her devlet ancak polis ve istihbarat çerçevesinde yaklaşıyor, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla da sızmaya çalışıyordu.
Roma’dayken ve sanıyorum Moskova’dayken, benimle en yoğun ilgilenen bir güç de MOSSAD’dı. “Kürt meselesinin en esaslı sahibi benim” dercesine, istihbarat ve denetim ağını esasta geliştiren güç olduğu giderek açığa çıkarıyordu.
ABD, İsrail ve İngiltere ayrı bir kanat olarak duruyorlardı. Avrupa henüz dağınıktı. Zaten bu tip önemli sorunlarda ortak bir politikadan yoksundu. İngiltere iki yüz yıldır önderlik ediyordu. Olası Kürt politikası İngiltere olmaksızın düşünülemezdi. İsrail’in doğuşuyla denetim MOSSAD eliyle yürütülüyordu. Barzani ve Talabani’yle birlikte birçok Kürt sisteme bağlanmıştı. Yalnız PKK’nin durumu yaratmış oldukları sistemi bozuyor, yaratılmış dengeyi tehdit ediyordu. Bu nedenle beni sorumlu tutup, sıkı bir teşhir ve tecrit politikasına hapsetmişlerdi. Türkiye’yle 1996 antlaşmaları, operasyonel roller üstlenmelerine de yol açmıştı. Bunu çok iyi hesap edememek bir eksiklikti. Roma’dayken hala ciddiye almamamız, İsrail gücünü hesaplamadaki yetersizlikten kaynaklanıyordu. Daha sonra anlaşılacak ki, Moskova’yı da benimle ilgili olarak avuçları içinde tutan İsrail’di. Benim esas takibimde ve işlemez duruma getirilmemde İsrail’in payı belirleyiciydi. Tabii bunu ABD’nin büyük mali ve diplomatik desteğiyle birlikte yürütüyorlardı. Moskova’da kalmamam için IMF’nin 8 Milyar Dolarlık kredisi kullanılmıştı. Yine Türkiye’den bu amaçla Mavi Akım Projesi koparılmıştı. En alçakça olanı şuydu ki, hiçbir şey vermeden, sıkışık durumumu bol bol kullanarak, birbirlerinden birçok tavizi koparıyorlardı. Türkiye’de “Apo primi” denilen rantçı sistem, uluslararası alanda da daha büyük çaplı uygulama buluyordu. Tüm Avrupa, Rusya, ABD ve en son Kenyalı bürokratlar da nemalarını alacaklardı. Şahsımda bir halkın özgürlük istemlerinin böylesine maddi çıkarlarla pazarlanması çok alçakçaydı.
İtalya’da psikolojik savaş sonuç veriyordu. En ufak bir fırsatta çıkmaya hazırlanıyordum. Moskova temsilcisi Numan Uçar’ın köylü basitliği komplonun derinleşerek sürmesine yardımcı oldu. İtalya temsilcisi Ahmet’in de pasif ve sorumsuz hali, olup biteni tam anlamaktan uzaktı. Hepsi kendi basit dünyalarında çoktan tükenmişlerdi. İtalya’dan çıkışta hem ben, hem Başbakan D’Alema rahatlamıştı. D’Alema kötü bir demokrasi ve insan hakları sınavını vermişti. İtalyan sermayesi karşısında ürkekti. Hukuk ve demokrasinin gür sesi olsaydı, özgürlük tarihine katkısı unutulmaz olurdu.
Tekrar Moskova’ya vardığımda, büyük ihtimalle oyunun son perdesi bilinerek hazırlanmıştı ve oynanıyordu. İtalya’dan çıkartılmam, her iki tarafın karanlık güçleriyle yetersiz PKK temsilcilerinin safdilce yaklaşımlarıyla gerçekleşmişti. Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanması süreciydi. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki, karar üst düzeyden ve kesindi. Bilinen akıbette üzerine düşeni yapıyorlardı. Oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirip, sonradan Tacikistan’ın Başkenti Bişkek olduğu anlaşılan köy evi gibi bir yerde bir haftalık bir tutukluluktan sonra, aynı statü içinde Petrograd yoluyla garip dost gibi görünen ve emekli general olduğu söylenen Nagzakis’le Atina temsilcisi Ayfer özel bir uçakla gelip Atina’ya doğru yola çıktık. Uçağın devlet bağlantısı açıktı. Önce Romanya’ya indirilmek istendi. Nagzakis teslim etmenin burada gerçekleşeceğinin Simitis’le kararlaştırıldığını iddia etmektedir. Doğru olabilir. Kabul etmeyince, zorunlu olarak Atina’ya indik. Aynı cehennem zebanileri, Stavrakis ve Kalenderis bekliyorlardı. Yalnız bu bir gün sonra olacaktı. İlk gün geldiğim gibi VIP salonundan geçip bir gün Nagzakis’in kaynanası, halktan ve dost olan kadının evinde kalacaktım. Ona şunu demiştim. “Pangalos ihanet edebilir mi?” Çok kesin ‘hayır, seçim için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diyordu.
Dışişleri Bakanı Pangalos açık bir hileye başvurdu. Resmen görüşmek amacıyla çağırdığı eve en üst düzeyde istihbarat ekibi yollamışlardı. Dostça olmayan tehditkar bir üslupla “Sana sabah saat dörde kadar süre tanıyoruz. Aksi halde bildiğimizi zorla yaparız” dediler. Bu bir düşmanca yaklaşımdı. Geçek suratlarını gösteriyorlardı. Önceden anlaşmış oldukları açıktı. Geriye benim halen devam eden dostça güvenimi kullanıp istedikleri yere çekmekti. Kenya çok önceden CIA ile birlikte hazırlanmıştı. Bunu sonra anlayacaktım. Çok güvendiğim Kalenderis, Yunan devletinin şerefi üzerine söz vererek, tehlikeden uzak bir yer olarak eski Yunanlıların etkili olduğu Kenya’da 15 gün içinde Dışişleri Bakanının hazırladığı Güney Afrika pasaportuyla çözüm bulunduğunu söyledi. Dosta güven esas olduğu için kabul etmemek olmazdı. Yanımda ciddi bir uyarıcı yoktu. Tam anlayamadığım tercüman Melsa, uyuşuk hareket ediyordu. Sahteliklerini çözebilirdi. Ayfer’i alıkoymuşlardı. Aslında tecrit edilmiştim.
Bu süreçte ihaneti dolaylı yoldan anlatmak isteyen birkaç harekete tanık oldum. Şoför binmem gereken uçağa sert bir vuruş yaptı. Bunun bilinçli bir tavır olduğu kanısındayım. Uçak kalkamadı. Fakat daha sonra hemen İsviçre üzerinden olduğunu tahmin ettiğim yerden, çok özel bir uçak Yunanlı olmayan ekiple gizli bir askeri havaalanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma ihtimali yüksekti. Binmeden önce taksi şoförü on defadan fazla gidip geldi, uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çıkarmadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “kaçırılıyorsun” deseydi, terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu.
Daha sonra her şeyin planlı olduğu anlaşılacaktı. Kenya Büyükelçisi Kostulas beni rahatlıkla havaalanından aldı. İlk konuşması manidardı. İngilizler ve Almanların biraz şerefi olabileceğini, ama Yunanlıların pek şerefi ve onuru olmadığını hissettirmek istedi. Bu sözlerinden bir anlam çıkarmak imkansızdı. Zorla BM toplantısına bırakmak niyeti vardı. Bundan da bir şey anlayamadım. Daha sonra benimle birlikte yemek yemekten de vazgeçti. Hiç oturmamaya çalışıyordu. Belli ki son günleri geçiriyordu. Atina’dan gelen direktifle mutlaka elçilikten atılmam isteniyordu. Dört goril gönderilmişti. Direneceğimizi belirtince vazgeçtiler. Dışişleri, Kamu, Adalet ve İstihbarat Bakanlıkları sabaha kadar bakan düzeyinde telefonla Elçilikten çıkarılmam gereğini belirtip orta yere atılmamda kararlı görünüyorlardı. Kostulas, Kenya Dışişleri Bakanının İstihbarat Başkanı oğlunun olduğu bir toplantıya gidip, her şeyin bilindiğini, fotoğraflarımın bile çekildiğini, tanınan sürenin 15 Şubat’a kadar olduğunu, çıkmazsak zorla bunu gerçekleştireceklerini karar olarak bana aktardı. 15 Şubat’ta çıkmazsak, öldürme dahil her şey olabilirdi. Dolayısıyla o gün çıkmak kaçınılmazdı. Kalmak; baskın, direnme ve silahlı çatışma süsü verilerek öldürülmek olacaktı.
Kalenderis’in son büyük ihaneti şuydu: “Simitis’le konuştum. Mısır üzerinden Hollanda’ya gidebileceğimize dair güvence verdi” dedi. Olduğu gibi kabullenmekten başka bir seçenek yoktu. Daha önce de Beyaz Rusya’nın Başkenti Minsk üzerinden bir Hollanda seferi düşünülüyordu. Aslında bu da tertipti. Büyük ihtimalle Şam çıkışından beri her şey CIA, İngiltere ve Yunan İstihbaratının halen içyüzü tam bilinemeyen bir planı gereği yönetilmekteydi. Tarihin en büyük provokasyonlarından birisi olarak hazırlanıldığından kuşkum yoktur. Ama gerçek içyüzü konusunda her şeyi bildiğimi söylemem olanaksızdır. Bunu ancak kendileri bilebilir. Yapabileceğimiz, ortaya çıkan gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir. Kenyalı polisi Elçiliğin içine kadar almışlardı. Gitmememin baskın anlamına geldiğini açıkça hissettiriyorlardı. Yetkili birkaç cümleyle şunu söylüyordu: “Biz ülkemizde kan dökmek istemiyoruz.” Bu arada ilaç, uyuşturucu kullanma durumları olabilirdi. Mutfakçılar mutlak anlamda Elçiliğe bağlıydı. Durumum bir nevi uyurgezer gibiydi. Dolayısıyla sağlıklı düşünmeden alıkonulmam için gerekli dozajda ilaç kullanmış olmaları bu süreçte yüksek bir ihtimaldi. Çok açık kuşkulu durumları bile çözmememin bir nedeni de uyuşturucu etkisi olabilir.
Bindiğim uçağın etrafında yeşil gözlü ve sarışın, kumral, uzun boylu ve ellerinde otomatik tüfekli adamların tertibat aldığını fark ettim. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi. Elçilikte fotoğrafları çekenlerin de MOSSAD’dan olmaları daha yüksek bir ihtimaldir. Uçağın içinde Türk Özel Timi üzerime çullanıp beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp bantlarla kıskıvrak her tarafımı bağladılar, gözlerime de aynı kalın bantları takıp uçağın arkasına bıraktılar. Uçak Cavit Çağlar’ındı. Doğruyol Hükümetinin niteliğini yansıtan bir olaydı. Uçak iki defa indi. Biri Mısır, diğeri ya İsrail ya Kıbrıs’tı. Gemiyle adaya getirildiğimde, 16 Şubat sabahıydı. Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim mesaj şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığını yapmadım. Ana tarafından kan bağlılığı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım, sonuna kadar konuşmamaktı. Fakat hemen anlaşılıyordu ki, bu tutum komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Komployu açıklamak için yaşamak daha doğruydu. Yolda uçaktan indirdiklerinde ve biraz sürüklediklerinde, “Faili meçhule mi götürüyorsunuz?” dediğim zaman, “Bu şansı sana vermeyeceğiz. Ağzını kapat, yoksa biz kapatırız” dediklerini hatırlıyorum.
Beni adada ilk karşılayan, yarbay rütbesinde ve Genelkurmay Başkanlığını temsil ettiğini belirten bir subaydı. Dedikleri özce şöyleydi: “Bu işte çok oyun var. Biz kardeşlikle halletmek istiyoruz. Bu tertiplere fırsat vermeyeceğiz.” Bu, pek beklemediğim bir tavırdı. Güvenirliğini hiçbir zaman ölçecek durumda değildim. Taktik yanıltmayla birlikte, bir politikayı da dile getirmiş olabilirdi. Bekleyip görmekten başka bir seçenek yoktu. On gün koşulları çok ağır bir hücrede kaldım. Emniyet, MİT, Jandarma ve Genelkurmay İstihbaratı dörtlü çapraz halinde bir soruşturma yürüttüler. Kaba bir baskı ve küfür yoktu. Fakat manevi, psikolojik ortam benim için çok ağırdı. Dayanabilmek mucizeydi. On gün boyunca doğru bildiğim ve bulduğum biçimde konuştum. Tavır koydum. Bir kısmı yayınlandı. Bir kısmı yayınlanmadı. Farklı bir devlet yüzüyle karşılaştığım kesindi. Olgun yaklaşıyorlardı. Oynanan oyunların ne kadar içinde veya karşısında olduklarını kestirmem zordu. Esas aldığım tutum, baştan sona halkların onurlu barış ve kardeşçesine yaşama birlikteliğine fırsat veren bir çizgiyi inançla, kararlılıkla ve bilinçle savunmaktı. Bu durum ideolojik ve politik çizgime ters düşmüyordu. Ayrılıkçılığa ve meşru savunmayı aşan şiddete tavır almam ideolojik hattım gereği olduğundan rahatlıkla tavrımı sürdürdüm.
İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olmaması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ne aykırı birçok yönü olduğu AİHM’e de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlanan senaristleri ve yönetmenleri dışında olan bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmının oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir “demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı” olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre, ne materyal, ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı.
İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Umarım özü olduğu gibi bir kitap ciltleri halinde yayınlanır. Buradaki hususları tekrarlamam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla diyaloglarımın ideolojik, siyasi ve moral temelini vermektedir ve tamamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağlık ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklığa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, “Derin devlet ve Genelkurmayla anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum” biçiminde bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış taraftarları, bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaşma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim. Böyle bir durumun olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise, 1993’ten beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim 1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elverdikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi, ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım olarak attım. Mevcut durum, zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir gücün içeride, büyük bir kısmının dışarıda meşru bir savunma temelinde üstlendiği, “demokratik uzlaşı ve barış için diyalog” beklentili bir pozisyon biçimindedir.
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakımdan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde aşılmazsa, daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma, “demokratik ve laik cumhuriyet” kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmaktadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasi oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örneğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ulusal kurtuluş savaşıyla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle inkar edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politikadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk olarak ve evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyetle bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarlamayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken, devletin üst düzeyidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalardaki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir.
Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve hain yüzlerini gizlemek için “Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömüyor” iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük önem taşımaktadır.
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Güney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından, hem de Avrupa’ya sığınmış, her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadır. Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Kim engelliyor? PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan açıktır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta temsil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahtekar ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
Güneyli işbirlikçiler on yıldır PKK’nin sırtında otonomi hayali ile yaşıyorlar. Hem YNK hem de KDP, bağlı ve uydu güçleri ile PKK’ye karşı korkunç tavırlar geliştirdiler. Onlar için iki yol vardı: Ya samimi bir özeleştiriyle demokratik uzlaşı ve barışa gelmek, ya da hak etmedikleri ve PKK’siz gerçekleşmeyecek otonomiden vazgeçmek. Bunların kırk yıldır yürüttükleri siyaset ve diplomasi Kürt halkına dört bin yıllık yabancı tahakkümden daha fazla zarar vermiştir. Hiç olmazsa bundan sonra dürüst olmayı, barış ve demokrasiye gelmeyi bilsinler. Aksi halde dünya da gelse, içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını görsünler. Tüm şehitlerin, yoldaşların, halkın ve benim kararlılığımın bu olduğunu unutmasınlar.
Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum; yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanıdım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir; yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.
İnanıyorum ki, bu savunmamla eksik kalan ve soru işareti uyandıran birçok hususa kapsamlı cevabımı vermiş bulunuyorum. Halkımıza ve yoldaşlara, başta Türk halkı olmak üzere tüm komşu halklardan ve dünyadan dostlara, beklentilerine ve en azından çok merak edilen ve halen yaşadığım ağır koşullar altındaki İmralı sürecine ilişkin yanıtları en kapsamlı bir biçimde vererek borcumu ödemiş olmaktayım. Eleştirilerini aynı sorumluluk altında geliştirmeleri ve eleştirilerimin gereklerini yapmaları da benim kendilerimden beklentim ve hakkımdır.
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümünde işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı olarak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihi Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü ve hem de laik ve demokratik cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliğin de yoludur.
15 Şubat Komplosu Halklar İçin Kalıcı Barış ve Demokrasiye Dönüştürülebilir
15 Şubat komplosunu tarihi açıdan yorumladığımızda önemli özellikler ortaya çıkmaktadır:
1- Komplonun genelde Doğu-Batı çatışma çizgisi üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Beni Anadolu'nun, Türkiye'nin zayıflatan noktası olarak değerlendirmektedirler. Batının şımarık çocuğu ve uç noktası olarak Yunan siyaseti beni hep ilkesiz, sadece zarar veren bir pozisyonda görmek istemiştir. Tersine ilişkimin kendilerine zarar vereceğini görür görmez ateşe atmaktan çekinmemiştir. Fakat son komplodaki rolü, esas olarak dostluğu kullanan hain işbirlikçilik biçimindedir. Bizzat planlayan ve uygulayan değil, daha çok taşerondur. Bu taşeronluk karşılığında ilerde Kıbrıs ve Ege konusunda taviz beklediği çok açıktır. Sonraki gelişmelerde bu husus fazlasıyla açıklığa kavuşmuştur. Bizzat teslim etme emrini verenin Başkan Clinton olduğu özel temsilcisi Blinken tarafından basına açıklanmıştır. Bunu terörizme karşı tavırla izah etmek dar bir yaklaşım olur. Bunun arkasında İsrail’in olduğu kesindir. İsrail sağının savaş yanlısı aşırı uç kesiminin Türkiye'ye verdiği sözle bağlantısı güçlüdür. Dönemin İsrail Başbakanı sağcı blok Likud lideri Benyamin Netenyahu'dur. İsrail Ortadoğu'nun stratejik dengesinde Türkiye'yi yanında tutmak için komplonun gerçekleştirilmesinde baş aktör durumundadır; fakat yalnız değildir. Ayrıca İsrail sol demokratlarıyla, Şimon Perez çizgisiyle bağlantısı olacağını tahmin etmiyorum. Unutmamak gerekir ki, İzak Rabin suikastı da sağ uçlarla bağlantılıdır. Clinton, komplonun hazırlıkları yoğunlaştığında Monica şantajıyla etkisiz duruma getirilmiştir ve İsrail lobisinin bir dediğini iki etmeyecek durumdadır. Hem karısı Hillary hem de Monica'nın elinde şantajla birçok Başkanlık kararını çıkarmak imkan dahiline girmiştir. Burada İsrail ve Yunan stratejisi arasında Türkiye konusunda geçici bir işbirliği durumu doğmaktadır. Clinton bunu koordine etmektedir. Koordinasyonun temelleri Londra'da atılmış olup, beni izole ederek Kürtleri ve PKK'yi kendi kontrollerine almanın hesabı çok güçlüdür. Benim önderlik konumum Kürtler üzerinde geleneksel Batı politikasını sarsmaktadır. Olayın özü de bu gerçekliğe dayanmaktadır. Avrupa bu nedenle tasfiye edilmemi çıkarlarına uygun bulmuştur. Çünkü uzun süredir yürüttüğü Kürt politikası yine benim yüzümden boşa çıkmaktadır. Birleştikleri daha genel bir özellik, Doğu kültürünü benim şahsımda çözememiş olmalarıdır.
2- Bu husus teslim edilmemin psikolojik ve kültürel gerekçesini teşkil etmiştir. Batı kültürünün beni eritebilecek bir yapıda olamaması, dışlanması gereken bir kişilik olarak görülmemde etkili olmuştur. Maddi, ekonomik çıkarlar belirleyici olmakla birlikte, kültürel temel de göz ardı edilemez. Güya ikinci bir Lenin veya Humeyni çıkarmak istemeyen havaları etkili olmuştur. Kendi kültürlerinin işbirlikçisi veya taklitçisi olmayan, kendini aşağılayıp onları üstün olarak kabul etmeyen birisine hiç de hoşgörülü yaklaşmadıkları netçe ortaya çıkmıştır. Uygar-barbar çizgiyi bu olayda korumuşlardır. Kişiliğim konusunda uzun süre gözlem yaptıkları belliydi. Kendi mentalitelerine aykırı olduğumu çoktan kararlaştırmış gibi bir atmosferde buldum kendimi. Bu atmosfer bilinçli yaratılmış bir durumdu.
3- Avrupa kapitalizminin son iki yüz yıllık Kürt politikasına özünde bağlı kalınmıştır. Bu politikanın temelinde, başta Türkler olmak üzere İran ve Arapları kendine bağlı kılmakta Kürtleri bir tehdit aracı olarak kullanma yatmaktadır. Ben Kürt sorununda ya savaş ya barışla nihai bir çözümü zorlamaktaydım. Onlar ise bu sorunu hep ellerinde kullanacakları bir koz olarak bulundurmayı esas almaktaydılar. Bu silahın ellerinden alınması hiç de çıkarlarına gelmiyordu. Geleneksel sömürgecilik politikasının en kirli bir kalıntısı olarak değerlendirmekten vazgeçmek istemiyorlardı. Stratejik olarak çözümlenmiş bir Kürt sorunu, onlar için henüz zamanı gelmemiş bir konuydu. İran, Irak ve Türkiye ile hesaplarını tam olarak görünceye kadar Kürt kozunu saklı tutma pozisyonu açıkça görülüyordu. Bu, tıpkı Türkiye’de bazı kesimlerin çıkarlarını sorunun sürüp gitmesine bağlamaları gibi bir tavırdır; Kürtler açısından ‘ne öl ne kal’ politikasıdır. Ölmeyecek kadar sahip çıkma, yaşamayacak kadar uçurumda tutma gibi vahşi bir yaklaşımdır. Biraz destek verselerdi, doğru temelde son derece olumlu koşullar doğabilirdi. Örneğin bugünkü Kosova ve Makedonya’da gösterdikleri yaklaşımı Kürtler için de ısrarla sergileseler, sorunlar çoktan hal yoluna girerdi. Benzer bir durum İsrail ile Araplar ve Rusya ile Çeçenler için de geçerlidir. Çıkarları sorunların uzun vadeli sürmesinde yatmaktadır. Ama Avrupa’nın içini, yakınını ilgilendirdiğinde, hızlı ve yoğun davranabilmekte ve çözüm geliştirebilmektedirler. Benim durumum konjonktürel olarak bu tür çözümü çıkarlarına uygun kılmadığından dışlanmayı olağan kılmaktadır.
4- Teslim edilmemde Kürt özgürlük hareketi ve Önderliğinin tasfiyesi belirgin bir amaçtır. Kürt işbirlikçilerle yıllarca yürütülen ilişkiler bu tasfiyeyle tekrar işlevsel kılınmak istenmiştir. Güya liberal-demokratik Kürt önderliği yaratılacak, her devletin kendisi için hazırladığı Kürt öğeler doğacak boşluktan çeşitli örgütler yaratacaklardı. Bu konuda Almanya başı çekmektedir. Alman yanlısı Türk, Kürt, Arap ve İranlı gruplar yaratmak, eski bir Ortadoğu politikasıdır ve bu politika Enver Paşadan beri işlevsel olmuştur. Iraklı Kürtler bu politikanın kurdu olmuşken, son dönemlerde Türkiye’de de ileri adımlar atılmak istenmiştir. Dış güçlerin himayesi altında palazlanmak bir geçim tarzına dönmüştür.
Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmemesi, bir kez daha tasfiye ve parçalama çabalarına ağırlık vermeye yol açacak ya da dağılıp gideceklerdir. Ayrıca sınırlı da olsa gelişen barış koşullarını istismar etmeye çalışacaklar; özgürlük hareketinin özgür sivil toplumu yaratamaması istismar çabalarını arttıracaktır. Dolayısıyla gerek eski tarikat tarzı gerici örgütlenmelere, gerekse işbirlikçi sahte sivil toplum kuruluşlarına dikkat etmek, halkı aldatmalarına fırsat vermemek büyük önem taşır.
5- İmralı sürecini Anadolu ve Mezopotamya’nın kardeş kültürlerindeki barışın dirilmesine vermek savaştan daha zor, sonuçları ise daha devrimci ve üretkendir. Kültürel varlıkların özgür kullanımına dayalı bir barış, Anadolu ve Mezopotamya Rönesansı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci özüne de en doğru yanıt olacaktır. Her savaşın bir barışı olduğu ilkesini gözeterek, halkların çıkarına en uygun barış çabaları son derece gerekli ve önemlidir. Savaşlarının barışını getiremeyenler başka güçlerce hem de kendileri aleyhine kullanılmaktan kurtulamazlar.
Barışı araştırmak ve sınırlı da olsa geliştirmek, kayıp veya boş işlerle vakit kaybetmek anlamına asla gelmez. Savaşlarının gerçekçi barış yollarını geliştiremeyenler, askeri olarak kazansalar bile sonunda boşa çıkarılmaktan kurtulamazlar. Barış konusunda yanlış bir hesap en önemli askeri kazanımları bile anlamsızlaştırır. Halkına ve askerine karşı sorumlu önderler barış sorunlarını en az askeri sorunlar kadar incelemeyi ve gerçekçi çözümler bulmayı amaç edinen kişiliklerdir. Bunu beceremeyen önder ve komutanlar kaybetmekten kurtulamazlar.
İmralı sürecindeki barış çabalarına yönelik tutumların kimlerden kaynaklandığına bakıldığında, sürekli yozluk, marjinallik, hizipçilik ve düşmanlığı bir sanat haline getirenlerin bunda rol oynadığı görülecektir. Çünkü anlamlı ve ciddi olan bir barış; sahte, topluma hizmet etmeyen ve bireyi yüceltmeyen kaosu ortadan kaldırır, yasadışı durumları önler, düzenin meşru geçim ve yaşam tarzını egemen kılar. Yeteneği ve yaşam tarzı buna göre denk olmayanlar ve zamanında dönüşmeyenler, barışı ne anlar ne de isterler. Bunlar savaşın acılarını ve zorluklarını da bilmezler. Buna rağmen sürecin ciddiyeti görülmelidir. Tam başarıya gitse de gitmese de, bu süreç önemlidir. Bunun ardından gelişecek bir savaş bile eskisinden farklı olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı tarihinin en uzun süreli krizi, geçmiş savaşın sonucudur. Bu doğru itiraf edilmeden ve adil bir barışa dönüştürülmeden kriz ortadan kalkmaz. Çünkü nedeni doğru teşhis edilmek istenmiyor. O halde tedavi de doğru olmayacaktır. Türkiye 2000’li yıllarda bu çelişkiyi yaşamaktadır. Kriz ya yeni, ya daha kanlı bir savaşla, ya da adil ve onurlu bir barışla ortadan kaldırılabilir. Aksi halde günlük olarak yaşanan toplumsal kâbustan kurtulamaz.
6- İmralı süreci Kürt halkı için ve kurumsal olarak benim açımdan üçüncü doğuş dönemidir. Birinci dönem, tarımcıl köy toplumunun 20. yüzyılla çelişen koşullarındaki anadan doğuş ve resmi model topluma kadar geçen süreyi kapsar. Bu dönem arada 15 bin yıllık tarih bulunan bir kopuş sürecinin büyük anlam ve yetersizlikleri içinde geçti. 15 bin yıl öncesi, sonrası yaşam ağı çözümlenememektedir. Bu çözümsüzlük, aile içi ve köy sosyal savaşımına yol açtı. Bir köy isyancısıydım. Bu isyan resmi topluma geçişe kadar devam etti. Daha sonra bu sürece ilkokulla başlayan ve çeşitli aşamalardan geçerek oligarşik cumhuriyete karşı başkaldırıya kadar devam eden ikinci yaratılış süreci eklendi. Don Kişot’un yel değirmenine saldırısına benzeyen bu dönem, sorunların açığa çıkmasına ve daha da ağırlaşmasına yol açtı. Neolitik ve feodal toplumun çelişkilerine kapitalist özellikler de katıldı. Devrimci tarz olmadığı için, bir kargaşa ortamı egemen oldu. Başvurulan isyan kendi içindeki gericiliği bile çözümleyemedi. Yirmi yıl kadar süren bu isyan aşaması, bölge ve dünya çapında etkilemelere yol açtıktan sonra, önüne çıkan çıkmazların sonucu olarak İmralı sürecine dönüştü.
İmralı koşulları yalnız kişi olarak değil, cumhuriyet ve halk olarak üçüncü bir doğuş anlamına gelmektedir. İkinci doğuş şiddet ve savaşla doğmayı, temizlenmeyi ifade ediyordu. Doğada ve toplumda her olguda geçerli zıtlıkların varlığı ve birliği yasası gereğince şiddet temelinde yeterince uzun süren oligarşik cumhuriyete karşıtlık dönemi, yerini demokratikleşmeyle gerçekleşecek olan laik ve demokratik cumhuriyete bırakacaktır. Çelişkisiz gelişme sağlanamayacağı gibi, çözümsüz kalan anlamsız çelişkilerle sürekli boğuşmakla gelişmenin sağlanması şurada kalsın, ancak tahribat, yıkım ve krizler gelişebilir. Türkiye çelişkilerini yeterince anlamakta ve zamanında çözmekte geciktiği için doğal olarak kriz sürecine girmiştir ve bir türlü çıkamamaktadır.
Süreç tüm güçler açısından yeniden bir doğuşu ve şekillenmeyi zorlamaktadır. Devletten ekonomiye, siyasetten hukuka, ahlaktan sanata kadar her alan sarsılmakta, bunalmakta ve krizle birlikte çözümü aramaktadır. Benim İmralı sürecim bu gerçeği tetikleme anlamına da gelmektedir. Nasıl ki daha önceki süreç ‘ben ve savaş’ olgusu olarak anlam bulmuşsa, bu yeni süreç de ‘ben ve barış’ olgusu anlamına gelmektedir. Kurumsal olarak varlığımın temel bir parçası, Kürt özgürlük bilinci ve iradesidir. Savaşla deneyimden geçen bu bilinç ve irade şimdi barış sürecinden geçmektedir. Savaş süreci anti-feodal ve anti-oligarşik cumhuriyet olarak kendini formüle ederken, barış süreci ‘demokratik ve laik cumhuriyet’ olarak özde ve biçimde kendini yenilemek biçiminde ifade etmektedir. Ayrılık ve şiddet istenmiyor ve sistemden tümüyle dışlanmak isteniyorsa, Kürtlerin emekleriyle tarih boyunca Türklerle yaşadıkları devletleşme ve uluslaşma sürecinden zorla, inkar edilerek dışlanmaması gerekmektedir. Barış, siyasetin ve hukukun Kürtlerin kültürel varlıklarını diledikleri gibi özgürce yaşayarak cumhuriyetle bütünleşmelerine yer vermesini şart kılmaktadır. Özgür Kürt iradesinin inkarına dayalı cumhuriyet oligarşiktir ve bunun şiddeti ve ayrılığı doğurması kaçınılmazdır. Özgür birliğe, yani demokratik uzlaşıya açık olması, barış ve birlik içinde yaşamak demektir. Bunun uygulanmaması, oligarşik cumhuriyetle demokratik cumhuriyet arasındaki mücadelenin henüz sonuçlanmamasından ötürüdür. Bu açıdan sembolik olarak İmralı süreci tarihi bir evreyi işaret etmektedir. Bu süreç ya barışı doğuracaktır; ya da eğer bunda başarılı olunmaz ve oligarşik cumhuriyetin inkar ve imha politikaları devam ederse, o zaman bunu daha yoğun ve kapsamlı bir şiddetle birlikte ayrımın derinleştiği bir süreç izleyecektir.
Türkiye’nin tarihinde ilk defa en derinliğine yaşadığı krizin altında bu temel gerçeklik yatmaktadır. Çözümleyici saha olan siyaset olgusunun Meclis ve Hükümet olarak konuyu gerçekçi ve zamanında ele alıp üstüne düşeni yapmaması, sorunların üstünü örtüp çürümeye ve çözümsüzlüğe terk etmesi, basında da yoğun işlendiği gibi krizin kaynağının siyaset olduğunu göstermektedir. Siyaset idam kararını üzerimde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak sonuç alacağını sanmakta ve en büyük yanlışı burada yapmaktadır. Bu yaklaşım Türkiye’yi dıştan ve içten dayatılan ve özünde rantçılık ve yolsuzluk çetesine dayanan bir sisteme, dolayısıyla krize mahkum etmekte; her yıl, hatta her ay milyarlarca Dolar maddi kayıp verdirmekte, manevi olarak da derin acılara ve sıkıntılara boğmaktadır. Madem on beş yıllık savaş, toplam bilanço olarak 40 bin kişinin ölümü ve yüzlerce milyara varan maddi kayıp söz konusudur; o halde yapılması gereken bu olguyu bütün tarihsel, toplumsal ve uluslararası koşullar içinde ele alarak doğru bir tanımlamaya ve çözüme gitmektir. Bu yapılmadıkça, krizin çok boyutlu olarak daha da tırmanması kaçınılmazdır.
Kişi ve önderliksel kurum olarak İmralı sürecim, bu çerçeve altında sorunu değerlendirmeyi gerektirmektedir. Faydacı ve ucuz kullanmacı zihniyetlerle bu gerçekleşmeyince, ister resmi devlet çevresinden, ister işbirlikçi Kürt çevrelerinden gelsin, geliştirilen inkar, iftira ve imhacı yaklaşımlar ucu yine çıkmaza dayalı bir savaş dönemini dayatmaktadır. Bu oyuna düşmemek için çok duyarlı ve anlayışlı davranmakla birlikte, İmralı’da maddi ve manevi imhama dayalı bir gelişmenin tüm Türk ve Kürt özgür irade güçlerinin imhaları anlamına geleceğini bilerek, özgürlük savaşımının halklarımızın lehine sonuçlanması için, meşru savunma savaşının tüm stratejik ve taktik hazırlıklarının yarın savaş başlayacakmış gibi sağlam yürütülmesi, bu sürecin başarısının en temel koşullarından birisidir. İmralı’nın devlet, toplum, halkımız, PKK ve benim açımdan tarihi anlamı budur.
7- 15 Şubat komplosunun Avrupa, ABD ve AİHS açısından da doğru tanımlanması gereken bir anlamı vardır. Kürt özgürlük iradesine karşı girişilen ve kesinlikle hukuk dışı ve AİHS’ne aykırı olan gözaltı ve tutuklanma durumum, Türkiye Cumhuriyeti’nden ziyade, ABD ve AB kurumlarını hem hukuki hem siyasi olarak sorumlu kılmaktadır. Çünkü savunmamda kapsamlı olarak açıkladığım gibi, söz konusu güçler ve kurumlar sömürgeci bir siyasi anlayışla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çiğneyen, hukuka aykırı bir tutum sonucu bu durumu yaratmışlardır. Dolayısıyla AİHM’ne giderken, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin AİHS’ne aykırı durumunu değil, esas olarak AB ve ABD’nin şahsımda Kürt özgürlük iradesine karşı işledikleri hukuk ve ahlak dışı sorumluluklarını yargılamada göz önünde bulundurmak birincil öncelik taşımaktadır.
Avrupa’nın üç önemli başkentinde gerileceğim veya içine konulacağım çarmıh (Kürtçe kelime: dört çiviyle çakılmak) veya tabutluğuma çivi çakılmıştır. Sonra ince bir kapitalist oyunla Afrika yamyamlarının elinden Türk uçağına atılmışım.
Çarmıha ilk gerildiğim yer, başkent Atina’dır. Atina, ister şaşkınlığından ister kör intikamcılığından esinlenen gerici bir kültür ve korkak bir ruhla, Anadolu üzerindeki üç bin yıllık egemenliğini kaybetmesinin acısını çıkarmak istemiş; benden Anadolu Türklüğüne karşı ucuz ve ilkesiz bir zafer beklemiştir. Bunun pek mümkün olmayacağına anlayınca, sanki benim sahibim kendileriymiş gibi, Kıbrıs ve Ege’de bazı tavizler karşılığında bir hediye paketi veya bir kurbanlık koyun gibi Türk Hükümetine sunma ihanetinin tarihte eşi görülmemiş alçaklığını ve dostluk kitabından hiç yeri olmayan şerefsizliğini göstermiş; AB üyesi olarak, AİHS’ne karşı hukuk suçunu işlemiştir. Hiçbir karşı bahane ileri sürülmeden, bu olaydaki büyük ahlaksızlığı ve hukuk karşısındaki suçu nettir. Gerekirse bu çok sayıda tanık ve açıklamayla kanıtlanabilir.
Yunanlı yazar Kazancakis, ‘İsa’nın Yeniden Çarmıha Gerilmesi’ romanını çoktan yazmıştır. Ama benim konumum bireysel değildir. Önderliğine ölümüne bağlı milyonlarca özgür iradeli Kürde de çarmıha gerilme eylemi uygulanmıştır. Yunanlılar kendilerini tanrı Zeus’tan beri çok kurnaz sayabilirler. Zeus’un alnından yarattığı kızı tanrıça Athenna, hileyle Troyalı Hektor’u, kardeşi Deiphobos’un kılığına girerek savaşın ateşine atıp tasfiye edebilir. Böylece Anadolu’nun kapısını açabilir. Bu gerçeklik mitolojide geçer. Ama ben 2000’e bir kala, 20. yüzyılda yaşarken bu tuzağa düşürüldüm. Kendileri beni öldürseydi, bir komployla da olsa kaza süsü vererek bunu gerçekleştirseydi gam yemezdim. Kültürleri gereği olup biterdi. Ama hiçbir insanlık kitabında ve hiçbir ahlaki ilke içinde yeri olmayan paketleme usulü bir hediye halinde, 30 bine yakın şehidin acıları ve analarının gözyaşları arasında, hiç de hazır olmadığım ve hala benden bir şeyler umut ettikleri en kritik bir anda, Türk özel savaş timlerine teslim etmeye nasıl cesaret edebilir? Arkalarında ABD Başkanı Clinton varmış, o emretmiş. (Özel Danışmanı Blinken bunu resmen basına açıkladı.) Yunan Hükümeti de dostlukla oynayarak bunu uygulamış.
Clinton o dönemde Senatonun Monica Skandalini yargılama kıskacı altındadır. Karısı Hillary ve sevgilisi Monica, ikisi de çok önceden hazırlanıp Beyaz Saray’ın içine sokulmuş iki Yahudi kökenli kadın ajandır. Yahudiler bu sanatı kendilerine Allah’ın verdiğini söylerler. İncil’de İbraniler bahsinde geçtiği gibi, ilk kadın ajan olarak fahişe Rahav’dan övgüyle bahsedilirken, Clinton Kızılderilileri avlayan beyaz adamın kovboy kültürlü haddini bilmez son temsilcisidir. Sırf yaşadığı Monica Skandalinden ucuz kurtulmak için, MOSSAD’ın şart kıldığı beni teslim etme iradesinin uygulanması, Yunan Hükümetinin görevi olamazdı. Büyük ABD Başkanının desteği için her şey yapıldı. Yoksa başka türlü bu komplonun ahlaksızlığı ve hukuk dışılığı göze alınamazdı.
İsrail, Türkiye üzerinden stratejik bir denge kurmak için beni kurban etme hakkına sahip olamazdı. Ortak atamız Hz. İbrahim bile insan kurban etmeyi ilk dinden kaldıran peygamberdir. Onun anısına, dinine saygı gereği, MOSSAD’ın bu kurbanlık eylemine girmemesi gerekirdi. Üstünlük için bir ahlaki sınır olmalıdır. Hiç olmazsa Yunan Hükümeti bu kirli oyuna alet olmamalıydı. Türkiye üzerinde böylesine ince oyunlarla aralarında anlaşıp hiç de akıllı olabileceğine inanmadıkları ben Kürdü bir canlı atom bombası gibi kullanmamalıydılar. Bir gün Kürdün de aklının başına geleceği ve intikamını örgütleyebileceği hesaplanmalıydı. Binde bir de olsa bu ihtimal de hesapta tutulmalıydı. Ortodoks Hıristiyanlığının merkezinde her bakımdan İsa Mesih’in ruhunu yeniden çarmıha geren bu suç böylesine ucuz işlenmemeliydi. Yahuda İskaryotluğun çağdaş türevi olunmamalıydı. Daha da kötüsü, sahtekarca açıklamalarla bu vahim ahlaksızlıkla suçluluk örtbas edilmemeliydi. Fazla uzatmayacağım. Atina’da hazırlanan çarmıhın veya tabutuma ilk çivinin çakılmasının tarihi ve insani anlamı bu çerçevededir. Eğer dürüst davranmak esas olacaksa, bunun hem siyasi hem de hukuki yönlerinin kesinlikli göz önüne alınması gerekir.
İkinci çivi Moskova’da çakılmıştır. Buna hiç şaşırmadım ve kızmadım. Şikayet etmeyi de pek anlamlı bulmuyorum. En soylu değerlerine bile en aşağılık biçimlerde vurdumduymaz kalan Rusların ve Hükümetinin herhangi bir insani ve ahlaki kaygı taşıdığına ihtimal vermedim. Ruslar para için feda etmeyecekleri bir değerin olmadığını bu dönemde fazlasıyla kanıtlamışlardır. Avrupa Konseyi üyesi olarak Rusya, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla parlamento durumunda olan Duma’nın bire karşı 298 oyla kabul ettiği siyasi iltica istemimi göz ardı edip, beni zorla Rusya’dan atması hukuk dışıdır. Bu da AB ve AİHM’ni ilgilendirir.
Avrupa’nın mukaddes başkenti Roma’da çakılan üçüncü çivi Papanın gözü önünde olmuştur. Her ne kadar başta büyük insan Aziz Paul da Roma’da ilk öldürülen Hıristiyan olmuşsa da, benim için ölümden beter bir süreç dayatılmamalıydı. Avrupa ve Roma çağdaş uygarlığı temsil ettiği iddiasındadır. Roma 2000’e bir yıl kala Saint Paul’a yapılan bir uygulamayı ikinci kez denememeliydi. Aynen onun gibi ben de Şam’dan geliyordum. Uygarlık üzerine bazı gerçekleri dilimin döndüğü kadarıyla anlatacaktım. Neden bu kadar kabul etmez duruma geldiler? 66 gün demirden bir kafes içinde tutar gibi, her tarafıma çelik gibi polisler yerleştirerek davrandılar. Ben henüz adını bile kabul ettirememiş, hiçbir insani hak tanınmayan, tarihin en eski bir halkının varlığını ve özgürlük istemlerini de dillendirecektim. Bunun Avrupa siyasi ve hukuki değerlerine göre bir hak ve demokratik talebi olduğu açıktır. Bu hakka hiç saygı gösterilmedi. Kaçırtılmam için her şey yapıldı. Çarmıha gerilmenin bütün psikolojik işlevleri yerine getirildi ve postalandım. AİHM gerçekliğin bu yönü üzerinde durup, AB’ne biçim ve ruh vermiş olan başkent Roma’da neden böyle bir durum gelişti diye hesap sormalı ve gereğini göz önüne getirmelidir.
Kenya’nın başkentine kaçırılmam tamamıyla Avrupa ve ABD’nin ortak iradesiyle gerçekleşmiştir. En aşağılık rolü de şımarık çocukları Yunan Hükümetine oynatmışlardır. Bunun hikayesi uzundur. Kısmen bahsettim. Bu kaçırılma ve Kenya Elçiliklerinde teslim etme gerçeğini gerekirse sözlü olarak da AİHM’ne uzun uzun ve kanıtlamalı olarak anlatırım. İpe çekme, paketi, tabutluğu veya çarmıhı taşıtma görevinin çok iyi terbiye ettikleri Afrika’nın Kenyalı yamyamlarının elleriyle gerçekleştirilmesi komplonun en kirli işlerinden birisidir. Güya Avrupa tertemiz oldu, suçu Kenya işledi. Açık ki, Avrupa halkları kırdırtmada epey tecrübe kazanmıştır. Burada da basit bir siyasi cellat rolü oynatmıştır. Kamuoyundan ve yasalardan çekindikleri için, biraz da bu taktiği devreye sokmuşlardır. Yani Avrupa’da asla kirli iş olmaz; olsa olsa yamyamlar arasında olur!
Kenya’da ABD’nin rolü açıktır. Zaten ABD Başkanı kendi rolüne, yani teslim etme emrine sahip çıkmıştır. Bence Yunan İstihbaratıyla CIA’nın bu dolabı Türk aşkına çevirmedikleri kesindir. Ölümümün Türklerin elinde gerçekleşmesini stratejik bir amaç olarak benimsediklerinden kuşku duymuyorum. İngilizlerin yaklaşımının da bu olduğuna inanıyorum. Bana göre kısmen benim kaba bir direnişçi gibi Türk düşmanlığı yapmamam, kısmen de Türk Genelkurmaylığının ihtiyatlı yaklaşımı, bu oyundan bekledikleri bombanın hem de benim şahsımda on binlerin canına mal olabilecek biçimde patlamasını önlemiştir. 21. yüzyılın bir Kürt-Türk çatışma yüzyılı haline gelmesi önlenmiştir. Fakat her iki tarafa da, hem Türklere hem de Kürtlere dostluk maskesi altında oynanan bu oyunun tarihte eşine hiç rastlanmayan, Bizans oyunlarından da beter en alçakça ve şerefsizce bir komplo olduğu açıktır. Hem Türklerin hem de Kürtlerin komplonun bu yönünü mutlaka görmeleri gerektiği inancındayım.
İsrail, benim dünya çapında tecrit ve teslim edilmemde belirleyici rol oynamıştır. Benim Ortadoğu’ya çıkışımı ve Kürt hareketinde yeni bir çizgi geliştirmemi stratejik açıdan kendine rakip ve tehlikeli bulmuştur. Geleneksel olarak Kürt hareketi denilince Irak Kürt işbirlikçi güçlerini esas almakta, çok yönlü ilişkilerle onlar vasıtasıyla tüm Kürtleri stratejik bir ağ içine almaya çalışmaktadır. Bu ağı parçalamam ve oldukça bağımsız hareket etmem, ayrıca işbirlikçilerin hareket sahalarını sürekli daraltmam ve Arap sahasında çok kalmam, hakkımda dünya çapında strateji geliştirmelerine yol açtı. İsrail için sanırım Arafat’tan çok daha fazla istenmez bir durum arz ediyorum. Türkiye’yle benim hakkımda stratejik ittifaka girmelerinde bu etkenler temel rol oynar. Bu stratejinin İsrail sağına ait olduğundan kuşkum olmamakla birlikte, solu temsil eden Şimon Perez çizgisince ne kadar benimsenip benimsenmediği açığa çıkmış değildir.
İsrail 9 Ekim 1998’den önce bana el atmıştır. 6 Mayıs 1996 bombalamasından haberi ve desteği vardır. Yunanistan’ın ne kadar taşeron olarak kullanıldığı incelenmeye değer bir konudur. Başbakan Primakov’un beni Moskova’dan sürmesi kesinlikle İsrail ve Yahudi lobisiyle bağlantılıdır. Bizzat son seferinde Ariel Şaron’un geldiğini hatırlıyorum. İtalya’yı ABD üzerinden sıkıştıran da İsrail’dir. Londra’da, Avrupa’da istenmeyen adam olarak tavır çizilmesinin arkasındaki gücün de MOSSAD olduğu güçlü bir olasılıktır. ABD’yi aleyhimde teslim etme emrini vermeye zorlayan da Yahudi gerçeğidir. Ben İsrail’in bu tavrını hep Çıkış’ta Musa’nın başına getirdikleri ve belki de öldürdükleri tavra benzetirim. Demokratik bir Ortadoğu’da Yahudi halkının da yerinin olmasını hep isterim. Yine Yahudi bilim, sanat ve felsefe gücüne hayranlık ve saygı duydum. Bana karşı yaptıklarıyla kendilerine çok zarar verdiklerini her geçen gün daha iyi anlayacaklar. Kürtler bu yönlü gerçeği gördükçe daha çok uyanacaklar, güçlerine kavuşacaklar ve adaleti gerçekleştirebileceklerini kanıtlayacaklardır.
Reber APO
- Ayrıntılar
Değerli Yoldaşlar!
1990'lı yıllara başladığımız bu günlerde, Partimiz'in şiarı; "2000 yılına bağımsız ve özgür Kürdistan'ı dayatalım"dır. Hepinizi bu coşkuyla selamlıyoruz. Yoldaşlar, günler ağır ve zorlu geçti. Hepimiz için bu böyledir. Ama hangi özellikler, kutsallıklar zorlu mücadelelerin sonucu değil ki!... Bu kadar çabayı, bu kadar emeği niçin gösteriyoruz? Acılar boşa gitmesin, akıtılan kanlar akmışlıklarıyla kalmasın ve her şey niçin yapılmışsa ona ulaşılması içindir. Şüphesiz kolay olmuyor, ama dayanıyoruz ve olması için de yükleneceğiz. Şimdiye kadar nasıl yüklendikse yine öyle yükleneceğiz.
Hemen belirtelim ki, bu mücadelede bizi en fazla uğraştıran olay düşmanın kendisi değil; yapımızın yetmezlikleri, hastalıklarıdır. Bu yetmez ve hastalıklı yapımızın çıkarmış olduğu virüs kişiliklerdir. Ulusumuzun başına bela olan şey, yine ulusumuzda yaratılan tiptir. Bugün, düşmanı en fazla besleyen, ona en fazla destek sunan düşman, bizim kendi içimizdeki yetmez, yanılgılı, hastalıklı bu virüslerdir. Ama biz PKK'nin temellerini atarken, bu tipe, bu tipin ortamına vura vura işe koyulmuştuk. PKK'yi var eden bu tavırdı. Ben, bu varlık nedenimize oldukça yüklendim ve buna bir ruh, devrim ruhu olarak baktım. Kurtuluşa ancak bu ruh götürürdü. Biz, PKK'yi var eden bu ruhu korumak, Hakiler'in, Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in şahadet çizgisini korumak olarak ele aldık. İşte bu tavır, bugün bizi zafere götürüyor.
Yoldaşlar;
Azim ve inanç zafere götürüyor. Sizler zindanlarda bunun canlı abideleri oldunuz. Parti sizin gibi militanlarıyla ne kadar övünse azdır. Ama biz işleri basit bir övünme olayı olarak ele almadık. Böyle yapsaydık, size büyük bir haksızlık etmiş olurduk. Hayır, biz mücadeleyi böyle ele almıyoruz; mücadeleyi yürütenlerin kolektif çabaları olarak ele aldık. Böyle bir kolektivizm neyi gerekli kılıyordu? Sizin yürüttüğünüz direniş mücadelesi, Parti'yi kendimizde korumaydı. O halde, size sağlam bir Parti ve mücadele ile karşılık vermeliydik. Bunu yaptık. Bugün her zindan yoldaşının övüneceği ve savaşacağı Parti silahını size sunuyoruz. Zindandan çıkan yoldaşlar oluyor, buyrun diyoruz. Düşmanın en fazla çektirdiği yoldaşlar sizlersiniz, intikamınızı, devrimci intikam görevlerinizi yerine getirebilmeniz için size Parti silahını veriyoruz. Bu silahı sizin için koruduk; pas tutmamış, işler haldedir ve çok daha üstün bir ateş kabiliyetine ulaşmıştır.
Yoldaşlar, bunun anlamını kavramak gerekir. Doğru bir devrimci yaklaşım, görevi bu tarzda ele alışımızda ne kadar isabetli bir seçimde bulunduğumuzu tespit edecektir. Temel halkayı bu tarzda yakaladık. Bu doğru yaklaşım, halkımızın yanlışlıklarla düzenlenmiş tarihine de alternatif bir cevaptır. Biliyorsunuz ki, halkımızın tarihsel zaafı bir örgüt silahından yoksun oluşudur. Bu yoksunluk, darağaçlarını heybetli kılmıştır, onları sadece isyancıların değil; isyanların da, umutların da asıldığı, yok edildiği canavarlar olarak halkımıza dayatmıştır. Çünkü, bunları sonradan parçalayacak, yıkacak bir savaş olayını yürütecek örgüt yoktur; ki, zaten örgütsüzlük o darağaçlarına analık etmişti. Bu yoksunluk, düşmanın bastırması altında, halkımızın boyun eğici bir tarzda yok oluşa gitmesinin nedeni olmuştu.
İşte biz, tarihimizin en büyük zaafını gidermeyi temel görev olarak bilerek, direnişimizin en kutsal meyvesi olan Partimiz'e süreklilik kazandırarak yaşamı anlamlı kıldık. Niye bunca acı ve fedakârlığa katlandık? Parti için! Parti, acıların, fedakârlıkların boşa gitmemesinin teminatıydı. Acılarınızın, fedakârlıklarınızın, kanınızın tedbirini böyle aldık ve bunların amaçlarını örgütledik. Yine, tüm bunların hesabını düşmandan sorduk. Sorumlu devrimcilik buydu. Bu bilinç, aynı zamanda PKK'nin ilk adımının bilincidir. PKK'nin bugünlere varmasında, ilk adımdaki bu bilinç belirleyici olmuştur. Bunları şunun için anlatıyoruz; size karşı olan görevlerimizi doğru ele aldık ve çözümünü de doğru yaptık. Bunu kavramalısınız. Diğer görevler tamamen bunun üzerinde gelişir. Sizler mücadelenin en zorlu cephelerinden birini yaşadınız, zorlu mücadelelerde örgüt silahının ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz ve yine örgüt silahının yetkince çalışmasının da mücadeleyi ne oranda etkilediğini yaşamınızda gördünüz.
Devrimciler gerçekçidir, PKK'lilik gerçekçi olmadır.
Dağda olsun, zindanda olsun, hepimiz gerçeklerimizle yaşayacağız ve hiçbir şekilde yaşamımızı bu tarzda ele almaktan sapmayacağız. Hemen belirtelim ki, eğer bugünlere gelmişsek, yaşamı bu şekilde ele almayı elimizden geldiği kadar zorlamamızdandır. Bunu önemli oranda başardık. Ancak bu yetmez. Bugün savaştığımız en önemli zaaflardan biri de; gerçekliğe oturmamış, ya da ondan uzaklaşmış eğilimlerdir.
Değerli Yoldaşlar!
Neler becerdiğiniz nettir. Bunu anlatmanın gereği de yoktur. Zaten bunu yapmak zorundaydınız. Halk, en değerli evlatlarından bunu beklerdi, bunun tersinin yapamazdınız. Cezaevi bileşimi PKK'nin en yetkin kadrolarının üzerine kurulduğu ve böyle bir bileşim bize, sizden yetkin başarılar bekleme hakkını veriyordu. Buna hakkımız vardı ve siz de bu hakkı verdiniz. Bu olması gereken bir başarıydı. Yalnız bu görevlerin tamamlandığı anlamında değildir. O zaman görevi iyi kavramak temel halkalardan biri oluyor. Şu andaki temel görevlerimizin en başında gelen; bugüne kadar vardığımız gelişmeleri çok dikkatli ve titiz bir tarzda geliştirmektir. Yoldaşlar, düşman karşısında başarılıyız ama, bu başarılar yaşamı kurtarmaya yetmiyor. Biz, kendimizi başkasıyla kıyaslayamayız. Belki en büyük şanssızlığımız, gerçekten de yarış halinde olduğumuz bir güçten yoksun oluşumuzdur ve bu da tarihte ilk'ler yaratma olayıdır. Bir tecrübe varsa, onu bizzat kendi pratiğimizden çıkarıyoruz. Bu durumda da attığımız her adımın büyük bir hazırlığını yapmak zorundayız.
Tarih, bize yanlış, eksik, yetmez adımlar atma hakkını vermiyor, kesinlikle vermiyor. Ve işte tarihin kesinkes bize dayattığı noktalarda yoldaşlar sıkça yanlışlık yapma, yetmezliğe düşme tavırları içine giriyorlar. Hazırlıkta büyük olmak, atıl kalmak değildir. Pratiğimiz bunun ifadesidir. Pratiğimiz, oldukça akılcı davranmanın, yetmezlikten, yanlışlıktan kurtarılanın üzerine oturan başarının ifadesidir. Mücadele geliştikçe, sözünü ettiğimiz bu durumların önemi daha da artmaktadır. Bütün Parti yapısı için böyledir
Yoldaşlar;
Mücadelenin diyalektiği, şayet görevler iyi kavranırsa ve ona göre konumlanırsa, hangi cepheden olursa olsun görevlerin birbirini besleyen bir tarzda yerine getirilebileceğini göstermektedir. Şüphesiz cephelerin ateş gücü birbirinden farklıdır ve biz, sizlerin ateş gücü büyük cephelerde yer almanızı büyük bir arzu olarak içimizde besledik, besliyoruz. Ancak, her mevzinin etkin bir çabayla, ateş gücü daha yüksek bir cepheye dönüşebileceği, dönüştürülebileceği de bir gerçektir. Bu bağlamda siz yoldaşların büyük direniş çizgisini etkin bir tarzda ama, bir o kadar da akılcı ve bilinçli bir tarzda sürdürmeniz canalıcı bir sorun oluyor. Buna önemle eğilmeniz gerekiyor.
Daha önce iletmiş olduğumuz mesajlarda, görevlerin neler olduğunu, bu konudaki perspektiflerimizi size sunmuştuk. Geniş ve oldukça ileri bir kadro potansiyeline sahipsiniz ve bu perspektifler üzerinde görevleri netleştirme durumundasınız. Bizim ne demek istediğimizi anlamalısınız. Tarihi dönüm noktaları olur, orada ölmesini bilmemek yanlıştır. Ama bu dönüm noktalarını iyi tespit edin. Her döneme bir dönüm noktası rolü atfetmeyin. Partimiz'in tarihinden, cezaevi tarihinizden dersler çıkarın. Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in eylem anlayışı oldukça öğreticidir. Bunlardan sonuç çıkarın dememize gerek yok. Ölünmesi gerektiği noktada şahadete ulaşmışlardır. Burada çıkan sonuç; siyasi kimliği, direniş çizgsini ölümüne korumaktır. Ancak bunu ekonomist bir tarzda yorumlamamak, bu sonuçları çıkarmamak gerekir. Her döneme özgü talepler ve yine bu taleplere özgü bir eylem biçimi olur. Eylemde zenginlik önemlidir. Bunu yaratmak gerek. Her eylemde önünüze ölümleri koymanıza bir anlam veremiyoruz. Çünk düşman da bunu önünüze koyuyor. Bu bir çelişkidir ve bu çelişkiyi çözmenin başka yolları, yöntemleri olmalıdır. Ölmekten başka çaremiz yok mu? Bu soruya iyi cevap verin, bir değil; bin düşünün. Ya inkar, ya ölüm deniliyorsa, ölümü emrederiz ama, sorun o düzeyde değilse, başka arayışlar öneririz.
Bizim en büyük başarımız nedir? Düşman bizi yıpratmak istedikçe, biz onu yıprattık. İşte bu nokta üzerinde yoğunlaşmanız gerekiyor. Düşmanı, onun bize dayattığı ölüm planlarında boşlayıcı bir yıpratmayı nasıl yapabilirsiniz? Bunu düşünün, mutlaka bazı eylem biçimleri bulabilirsiniz, diyoruz. Devrimciliğin yetkin bir komuta etme olayı olduğunu bilmek gerekiyor. Bu bakımdan da durumunuz önemli. Cezaevi direnişleri SHP vb. demokratlara siyaset metası oluyor. Bunu nasıl yaptıklarını biliyorsunuz. Elbette en geniş kesimleri mücadelenin yedeğine almak ve ilişkileri geliştirmek iyidir ve doğrudur, ama bu ilişkiler tamamen devrime kanalize etmek esasından hareket edilmelidir. Burada ne sağcılığa, ne de solculuğa düşmemek gerek. Onlar direnişi yedekleyeceklerine, direniş onları yedeklemelidir.
Türk Solu'nun direniş kahramanlığı gibi pozlarda kendini size dayatması ve yine bazı arkadaşların sekter yaklaşımları sizi doğru bildiğinizden alıkoymamalıdır. Biz zindanlarda o kadar direnip, canlar verirken en rezil bir duruşu yapan "sol" güçlerin bugün "direnme direnme" diyerek, sırtımızdan kimlik kazanmalarına müsaade etmeyin. Bir eylem yapılacaksa ve bu bizim için zorunlu ise, yaparız. Kanıtlanmış direnişçiliğimizin üstüne bu tavırlarıyla gölge düşüremezler. Oyunlara gelmeyin. Bizden de bazıları gerçeklerimizi iyi kavrasınlar. Direnişçilik ayrıdır, olur olmaz çıkışlar ayrıdır. Daha önce de belirtmiştik, bir kitle olayına ulaşmanız gerekiyor. Şimdiye kadar cezaevleri bir kitle duvarıyla örülmeliydi. Dikkat edin, en fazla zorlandığınız konuların başında bu geliyor. Pratiğiniz, halka oturmamış bir öncünün savaşına benziyor. Gerçekten mücadelemiz, insanlık onurumuzun en yüce biçimidir ve en sıradan insan dahi burada kendisini görebilir ve görüyor da. Sorun; bunu örgütlemektir. Bir aile hareketini bile doğrudürüst örgütleyemediniz, fakat yapabilecek durumdasınız.
Olanaklarınızı dikkate alıyoruz. Ama dikkat edin ve bunu yapın diyoruz. Ne demektir bu? Ağırlıklı görevin sizin omzunuzda olduğu açığa çıkar. Bizden yardım isteyebilirsiniz. Buna bir şey demiyoruz, yapabildiğimiz oranda yapıyoruz. Gerçeklerimizi iyi kavrayın, insan malzememizi göz önünde tutun. Zamana ve insana çok yüklendiğimizin nedenlerini iyice bilince çıkarın. Yaşam sanıldığı kadar kolay kazanılmıyor yoldaşlar! Ben, insanımızdaki iğne ucu kadar umuda yüklenerek, ordu yaratmanın kavgasındayım. Mükemmel insan aramıyorum, çünkü yok. Mevcut olanaklarla mükemmele ulaşmaya çalışıyorum. PKK budur. Siz bunu pratiğinizde önemli oranda becerdiniz, daha da becerin. Özgül sorunlarınızın, özgül örgütlenmesini ve yine bu özgül örgütlemelerin güncel örgüt ilişkisine kanalize edilmesi önemlidir. Bunların üzerinde de önemle durmanız gerektiğine işaret etmeye sanırım gerek yoktur.
Bizden bekleyeceğiniz en büyük şey; savaşı daha da tırmandırmaktır. Direnişinize, acılarınıza verilecek en anlamlı cevap bu olacaktır. Bu konuda andımız var: Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in ve nice zindan şehidinin intikamını en kahredici bir biçimde alacağız. Benim bütün ahım budur, andım budur. Siz de bunu nasıl becerdiğimizi iyi inceleyin. Bakın, en küçük bir hesapsızlık görmeyeceksiniz. Her şey hesaplıdır. Düşmanı de kahreden budur.
Kendi cephenizden en iyi sonuçları yakalayabilecek güç ve kapasitede olduğunuza inanıyoruz. Bu inançla, hepinizi yoldaşça kucaklar, zorlu yaşamınızda başarılar dileyerek selamlarımı sunarım.
Şubat 1990
Reber APO
- Ayrıntılar
Suriye’den çıkış NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı sanıldığı kadar her şeye hâkim değildi. İkisi de Kürt sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın düşünmekteydiler. Savaşın Kürtlerin toptan tasfiyesine yönelmesini hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor, hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyetten Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kuraldışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilince, aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı.
Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına, hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüzyıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları özünde Ortadoğu halklarına, özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Bunlardan PKK’nin öncülük ettiği Kürt direnişinin payına düşen ve daha önceki bölümlerde taslak halinde sunduğum dört önemli Gladio savaşı dönemi vardır. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve daha barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladio’cu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail İstihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı. Kaderci çizgide değildim. Ama yaklaşık otuz yıllık ideolojik, politik ve askeri çizgiyi bir anda bir tarafa bırakarak rota değiştirmek de anlamlı bir kadere karşı çıkış tavrı olamazdı. Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas alamazdım. Atilla Ateş’in NATO-Gladio’su adına yaptığı son uyarıdan sonra, ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk, güneyden İsrail ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim için daha uygun bir üslenme imkânı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar. Rusya’nın tavrı daha onursuzcaydı. Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisine karşılık bizi Moskova’dan zorla çıkardı.
Atina ve Roma macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erba-kan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet iyi açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani yakalan-mama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değillerdi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun, özellikle Irak’ın kontrolü ve düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilir-lerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, yani bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Suriye’den çıkışımda bu destek sağlanmıştı.
1990’ların başında ABD ve İngiltere’nin, 1996’da (Türkiye ile İsrail arasında askeri alanda stratejik işbirliği antlaşmala-rı) da İsrail’in mutlak desteği alınmıştı. Sıra işin iç yanını halletmeye, yani gerekli hükümet değişikliklerini ve ordu içi tasfiyeleri yapmaya gelmişti. Onu da 1990’dan itibaren adım adım hayata geçireceklerdi. Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Doğan Güreş’in İngiltere’ye ilk gezisini yapıp geri döndüğünde “PKK’nin tasfiyesi için bize yeşil ışık yakılmıştır” demesi bu gerçeği ifade eder. Daha sonraki süreçte sadece Kürtlere ve PKK’ye yönelik imha saldırılarıyla yetinilmediğini, Cumhurbaşkanını katletmeye, hükümet değişikliklerine, ordu içi tasfiyelere, topluma yönelik pasifikasyon hareketlerine, bir dizi aydın ve işadamı suikastlarına, kitlesel katliamlara ve medyanın teslim alınmasına varana kadar hangi korkunç olaylar ve çatışmaların sahnelendiğini iyi bilmekteyiz. Eksik olan şey, tüm bu olayların zincirleme bağlantılar içinde olduğunu anlamaktır. NATO’ya girişinden 1998’e kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm önemli siyasi ve sosyal olayların temelindeki kalın NATO-Gladio’cu çizgiyi görmeden, hiçbir önemli olayı, çatışmayı ve suikastı doğru olarak çözemeyiz. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına 1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Çıkışta önümde iki yol vardı: Bunlardan birincisi dağ, ikincisi Avrupa yoluydu. Dağ yolunu seçmek savaşın şiddetlen-mesi, Avrupa yolunu tercih etmek ise diplomatik-politik çözüm şansını aramak demekti. Dağ yolu hazırlıklarının gün-ler öncesinde yapıldığı bilinmektedir. Kuvvetli ihtimal dağa çıkış yönündeydi. Fakat tam o sırada bir Yunanlı heyetin yanımıza gelişi ve Atina temsilcimiz Ayfer Kaya’nın yoğun telefon görüşmeleri (Ki, görüşülenler üst düzey yetkili sayılmaktadır), rotayı Atina’ya çevirmemize yol açtı. Suriyeli yetkililerin sorunu çok acil çıkış yapmamdı. Fakat Avrupa’ya çıkışımdan pek de rahat görünmüyorlardı. Bu konuda alternatif yaratmamaları kendilerinin ciddi kusurudur. Atina’ya çıkış aslında hesapta yoktu. Bir fırsattı ve oradaki dostların ciddiyetine inanarak bu fırsatı değerlendirmekten kaçınmadım. Eğer karşılaştığım tablodaki gibi olduklarını bilseydim, kesinlikle çıkış yapmazdım. Burada sorulması gereken soru şudur: Yunanistan’da da çok güçlü olduğu bilinen Gladio bölümü mü acaba bu çıkış senaryosunda rol oynadı? Buna kesin yanıt veremiyorum. Bu konunun araştırılması gerekiyor. Türkiye’ye teslim edilmemde ABD’nin Türk yönetimiyle sağladığı uzlaşmada Yunanlılarla olan sorunların çözümünde ilke anlaşmasına varılmış, en azından bu doğrultuda söz alınmış olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Ege ve Kıbrıs sorununun çözümünde bu yönde niyet belirtmeleri kuvvetli bir ihtimaldir. Türkiye’nin bu konuda sınırsız tavizkâr tutum içinde olduğu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Suriyeliler 9 Ekim’de uçağın yönünü ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde rahatlamışlardı. Atina’ya indi-ğimde karşıma Kalenderidis çıktı. Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir. Kendisi aynı havaalanında beni bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, âdeta Nuh der peygamber demez bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki ilişkimiz Numan Uçar girdi. Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski kanalıyla o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya inmeyi, Moskova’ya giriş yapmayı başardık. Fakat bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez havasındaydı. O koşullarda kalış olamazdı. Yaklaşık otuz üç gün sözde gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail Başbakanı Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı Allbright Rusya’ya gelmişlerdi. Rusya’nın Başbakanı Pirimakov’du. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi. Sonunda Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak ayrılmamı sağladılar.
Moskova’yı hemen tercih etmem, “Ne de olsa yetmiş yıllık bir sosyalizm deneyimi yaşadılar; ister çıkarları ister enternasyonalist tutum gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler” inancından kaynaklanıyordu. Sistemin çöküşüne rağmen, moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum. Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.
Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma temelinde oldu. Yeni ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden Yapılanma’dan iki dost Milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu sefer İtalyan İstihbaratının göstermelik senaryosuyla altmış altı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın tavrı dürüst ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma kararlılığındaydım. D’Alema son haftadaki demecinde, İtalya’da dilediğim kadar kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.
Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Halen içyüzünü tam bilemediğim bu laçka tavra güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim, kesinlikle Roma’dan çıkış yapmazdım. Yanıl-tılmıştım. D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu tutum yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı gidişin Ermenistan’a olacağı-na beni ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım anlaşmaları gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkentine indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada bekledik. Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk. İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü tekrar Atina’ya çevirdik.
Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Özellikle Hades aklıma düşmüştü. Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece kalabildim. Kadına “Pangalos ne yapar?” diye sormuştum. “Seçimlerde kullanır” derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana biraz da eski soylu ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi. Dürüst unsurlar yok muydu? Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi. Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak hem de resmi geçerli pasaport alacaktım. Yunan devlet sahtekârlığı bu oyunda da başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu sahtekâr tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum arabanın şoförleri ayıkıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba harcadılar. Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi ise arabayı gizli olması gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik ki, hiç ayıkmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için acele gitmek istiyordum. Uçak Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı.
Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’den önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi ‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden süzülürken, bu gidişi sonraki yorumumla Yahudi soykırımında kullanılan tren seferine benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.
Nairobi’de yanımda bulunan bir arkadaş düşüncelerini tam açıklasaydı ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirebil-seydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini yadırgamıştım. Bu, bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu. Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar fır dönüyordu. Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz. On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı anlaşılmaya değerdir. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce kendi ikametgâhı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem yüzünden Nairobi zebani-sine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekârca da olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı. Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi senaryolar hep kuşkuluydu. Çıkmamakta diretmiştim.
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (Bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen hiçbir yer aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu… Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti. Pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi Gladio’nun adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleşiyor denilen süreç, aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.
Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik olan operasyondu. Ecevit’in “Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım” demesi boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı nasıl Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı. Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da, diğeri İsviçre’de dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendisi açısından daha uygun gördü. Geçici bile olsa, Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte bulunmadı. Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım. Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu. İran’da olsaydım, belki de stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a güvenemiyordum; geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşüne kadar eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu. İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.
Bizim varlık nedenimiz ise, partimiz ve özgürlük çizgisiydi. ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecektik ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün tanınması bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus-devleti Proto-İsrail olarak inşa edilmişti.
KDP bağlamında da benzer bir Beyaz Kürt oluşumu inşa edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürt-lerde benzer ama aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batının Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı ama aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını kollamak son derece akıllı bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve barış imkânının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri denetim altından çıkarıp, başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri, bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması, bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olarak Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarıl-masıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Kesin böyle olacaktır demek sosyal bilimler açısından doğru değildir, böyle olması yüksek bir olasılıktır. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.
…
İmralı sürecinin uluslararası komplo niteliğini göz önünde bulunduran bir savunma anlayışına öncelik tanıdım. Yaşa-dıkları ağır Türklük bilinci, Türklük adına hareket edenlerin gerçekle bağlarını kopartmıştı. Komplonun ardındaki felsefeyi kavramaları doğalarına aykırıydı. Çünkü onlar da en az yüzyıllık bu komplo felsefesinin inşa ettiği yapılanmaların ürünleriydi. Dolayısıyla inşa edilmiş bu yapılanmalarını inkâr etmeleri ve eleştirel yaklaşmaları beklenemezdi. İster yargılanma komedisi sırasında ister hükümlülük sürecinde olsun, kendilerinden herhangi olumlu bir değişim iradesi beklemek anlamsız olurdu. Genelkurmay Başkanlığı temsilcisinin fısıltı halinde söylediklerine uygun davranılacağına inanmak, mevcut koşullarda safdillik olurdu. Zaten sözlerini uygulayabilecek kadar bir karar gücünden yoksundular. Benim için ABD’nin arkasında durduğu ve AB’nin kontrol ettiği bir sistem icat edilmişti. Sistemin kurgulanması İngiltere’ye aitti, icrası da Türklerin payına düşmüştü.
Komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyeti anlamak büyük önem taşır. Sıkça komplonun asırlık bir temeli oldu-ğundan bahsediyor, döne dolaşa bunu açıklıyorum. Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan bahsettim. Bun-lardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması, çocuğun “Anne bak, kral çıplak” demesine yol açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır.
İmralı sürecinde bu konuda zorlandığımı belirtmeliyim. Öyle ki, komplonun içinde birbirleriyle oldukça çelişkili güçle-rin varlığı söz konusudur. ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den Yunanistan’a, Ken-ya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleşti-ren neydi? Neden benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu? Ayrıca hedeflenmeme için için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki şah-sımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir tanımlama, tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim.
Örneğin İngiltere bu güçler içinde en tecrübelisidir. Benim Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’, yani ‘İstenmeyen Kişi’ ilan etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı. Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen benim için alınmıştı? Savunmamın birçok bölümünde buna yönelik birçok ipucunu açıklamaya çalıştım. Bu nedenle fazla tekrarlamaya gerek yoktur. Özcesi, Ortadoğu’ya yönelik iki yüz yıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle Kürdistan politikasından ötürü (özetle TC’den “Ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi Kürtlerini” politikası nedeniyle) ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştım. Bütün planları ve uygulamacıları karşısında tehlikeli olmaya başlamıştım.
ABD’nin derdi daha başkaydı. BOP devreye konulmak istenmekteydi. Bunun için Kürdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı. Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü oynamaması için neden kalmayacaktı. Zaten diğerleri ‘Büyük Ağabey’in uslu küçük kardeşleriydi. Ne söylese başları üzerinde yeri vardı. Türk solculuğu (istisnalar hariç), Kürt işbirlikçileri ve PKK’deki rahatsızlar için ciddi bir rakiplerinden kurtulma fırsatı söz konusuydu. Hepsinin bu tavırlarının derinindeki felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin, egoizminin felsefesidir.
Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış oluyorum. O günlerde Kürdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini kazanmalarından yana olmak, her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi ve bencilliği aşmayı gerektiriyor, sağı ve soluyla kapitalist modernite yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası, küresel liberalizmin dünyayı fethetme savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kürdistan üzerindeki mücadele hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.
İmralı döngüsünde tüm bu tarihsel hesaplar şahsımda yeniden canlandı. İmralı sürecini çözümleyebilmem için uzun bir tarihsel temeli bulunan güncel çıkar çatışmalarının farkına varabilecek bir bilince sahip olmam gerekiyordu. Hegemonik sistemin komplo hesaplarında çok dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, ustaca planlanmış ve son iki yüzyılda uygulanan bölgeye ilişkin ‘böl-yönet’ politikalarına alet olmamak, özellikle hedeflenen Türk-Kürt çatışmasının derinleşmesinde bu güçler yararına kullanılmamaktı. Bu politikalara alet olan Ermeniler, Grekler, Balkanlardaki etnik yapılar, Araplar, Süryaniler, Türkler ve Kürtler çok şey yitirmişlerdi. Bunlardan bazıları binlerce yıllık vatanlarından ve kültürel varlıklarından olmuşlar, hatta ulusal toplum olmaktan çıkarılmışlardı. Ayrıca Türklerle birlikte yaşadıklarından ötürü birçok güç Kürtlere karşı öfke içindeydi. Malazgirt Savaşından beri stratejik önemini her zaman koruyan bu birlik, özellikle 1925’ten bu yana uygulanan inkâr ve imha politikasıyla berhava edildi. Cum-huriyet’in bu asli unsurunun inkârı ve tasfiyesine yönelik süreç derinliğine araştırılıp tarih felsefesiyle yorumlandığında, özünde bu stratejik birliğin hedeflendiği açığa çıkıyordu. İngilizler ve iç uzantılarının Mustafa Kemal’i zorlamaları komplonun en önemli adımıydı. Geleneksel Türk yönetim olgusunda, felsefesinde Kürt düşmanlığı ve asimilasyonculuğu yoktu. Bu düşmanlık özel amaçlarla geliştirilmişti. İsyan süreçleri ve sonrasında yaşananlar bu gerçeği doğruluyordu. İmralı’da oldukça dikkatimi çeken ve üzerinde daha da yoğunlaştığım bu durum, politik felsefemde köklü bir dönüşüme yol açtı.
Üç versiyon halinde geliştirdiğim savunmalarımda bu siyasi düşüncenin gelişimini görmek mümkündür. Vardığım sonuçlar ana hatlarıyla şöyleydi:
a- Komplo benim şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı. Teslim ediliş biçimi ve bunda rol oynayanla-rın niyeti terörün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir yüzyıl daha sürecek anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü isteselerdi, bu yönde çok olumlu gelişmelere katkı sağlayabilirlerdi. Oysa işleri sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu. Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüz yıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19. yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu Türk yönetici elidine kavratabilmekti.
b- Dolayısıyla komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum. Hegemonik güçler Türk yönetici elidinin iktidar konusunda ne denli zaaflı olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları sınır tanımaz hâkimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hâkimiyet aynı zamanda mahkûmiyetleri demekti. Hâkimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri yoktu; daha doğrusu, ‘hâkimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
c- Hegemonik güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki, hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar bu yöntemin doğrulanması anlamına geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’in kararları tam da bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmaları daha çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını parçalara bölmek ve karşılıklı çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyor, hem de ikisini birbirine ezdiriyordu. Tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuarı haline getirilmişti. Sadece PKK’nin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
d- İmralı sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve Özgürlük Hareketi’nin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları, AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden arındırılmış bir Kürt Hareketi aranıyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı. Türk yönetici elidiyle bu temelde ittifaklara açıklardı.
Özcesi, özellikle İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci kolektif özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas sonuç buydu; üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu. Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik Ortodoks dogmatik tutuma, ne de kendimi kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve demokratik çözüm yolu oldu.
Reber APO
- Ayrıntılar
Hasan Bindal (Hamza) yoldaşı ulusal birliğin harcı olarak anlamalıyız. Hamza arkadaşa büyük değer vermek gerekiyor. O'nu ulusal birliğin harcı olarak anlamak gerek. Çok iyi tanıyorum kendisini, bende anıları var, en eski çocukluk arkadaşımdır. Şehit Hamza'yla ilişkimizin, -özenle vurgulayacağım-, beni nereye götürdüğünü biliyor musunuz? Ulusal birlik fikrine götürdü. Ailelerimiz arasında çelişki vardı; onun için, bir araya gelmemizi, arkadaşlık kurmamızı istemiyorlardı. Çocukluğumuzda bile bu tarzda bir engelleme vardı. Ben, ısrarla O'nunla arkadaşlığı sürdürmek istedim. Çok zor da olsa sürdürdüm ve O da takip etti bu arkadaşlığı. Sadık bir yoldaş olduğunu kanıtladı ve iyi bir yoldaşlık örneği sergiledi.
Şüphesiz, kendisi şehit Haki, Halil Çavgun, Mazlum, Kemal, Hayri, Agit ve yüzlerce pırlanta değerindeki şehitlerimizin, bir o kadar parlak ve son halkasıdır. Kendisini 1990'ın 25 Ocak'ında yitirdik; önemli günlerin hazırlık çalışmaları içinde, tüm yapısıyla kendisini göreve adamış bir şekilde ve tamamen görev basında yitirdik kendisini. Bu, parti tarihimizde, şehit Hamza'nın bir kilometre-taşı olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor ki öyledir de. Partiye hizmet etmiştir. Her arkadaşa şu veya bu şekilde hizmeti olmuştur. Belki görünmez ama hepinize şu veya bu oranda hizmeti olmuştur.
Acısından ve olayın kendisinden bahsetmeyeceğini. Ama düşünce ve ruhta, beni şüphesiz derinliğine etkilemiştir ve hatta biraz daha yenilenmeye götürebilecektir. O'nu, biz partinin anlamlı şehitlerinden biri olarak görüp, hareketimizin temel taşlarından birisi haline getireceğiz.
Bunu yaşamıyla gerektiriyor, şahadet anıyla gerektiriyor. En ufacık bir acı bile duymuyor şehit olurken; olağanüstü bir durumda çok soğukkanlı. Bu ne demektir. Ölüm O'nun için yok! O'na, somut bir biçimde daha çok layık olmanın büyüklüğünü yaşayabilmeliyiz.
Şunu düşünüyorum; şehidi yüreğimize sığdırıyoruz ama bir önder, eğer gerçekten şehitleri temsil ederse önderdir ve onların yaşamına bütünüyle bağlı kalırsa önderdir. Bunu, bütün çıplaklığıyla görmemiz için bir vesiledir O. Buna dayanabilmek çok zordur, fakat çok kudretli kılar adamı. Dayanabilirsen ve yaşatabilirsen buna varırsın. Şahadete bağlılık, yüzlerce hitabın veremeyeceği bir anlamı veriyor, ciddiyeti veriyor.
Kendinizi tümden onlara uyarlama, onları tamamen özümseme ve bu temelde kişiliği saflaştırma; görevi büyük kılan budur. Bunun size büyük hizmeti oluyor. Anıları size hizmet ediyor. Yaşamınız boyunca bu büyüklüğü herhalde sizler de bu halka kat be kat vereceksiniz. Böyle yapacağız. Yürek büyüklükle yanmalı, düşünce büyük sıçrama yapmalıdır. Acı böyle giderilir, dönüştürülür.
Biz, şehit Hamza'yı bir komutan olarak düşünüyorduk. Fakat O'na daha açmamıştık. Bir Hz. Hamza gibi diyordum, gideceği yerin komutanı olacak, savaş komutanı olacak. Yine bu değerde olan birisidir. Yani, o yoldadır kesinlikle, O'nun şahadetini içimize yedirirken, bin defa Yasasın Kürdistan demek gerekiyor. PKK sonsuzluğa doğru yol alsın denilir. Bundan hiçbir zaman sapılmasın, herkes o sadakati Kürdistan'a, partiye ve önderliğe göstersin denilir. O'nun şahadeti tamı tamına bunu izah ediyor. Ülkeye, partiye ve önderliğe büyük sadakatle bağlılığın şehidi!
İslam tarihinde Sıddık'tan çok söz edilir; öyle biri. Eğer gerçekten layık olunacaksa, her birimiz, her PKK militanı sadakati temsil edecektir. Ülkesine, partisine ve önderliğine, sonsuza dek, bağımsız ve özgür yaşama dek sadakati temsil edecektir. İşte o zaman, Kürt insanı diyecek ki, benim de sadık, bağlı değerlerim vardır.
Değerlerimizin sadakati, davaya bağlılığı, beni, ülkeye sonsuz derecede bağlıyor, devrime sadık kılıyor. Şehitlerimizin anısı temelinde, partiye, ülkeye, devrime bağlılık esastır. Bizi bugünlere getiren budur.
Şüphesiz, Kürdistan halkı bu şehidimizden çok şey öğrenecektir. Sizler başta olmak üzere PKK'liler çok şey öğrenecektir. Şehidimiz burada bu şekilde tarihi rolünü oynayacaktır.
Bir yoldaşın bütün canlılığıyla gözümüzün önünde yaşaması, bizde bir yürek olur, bir düşünce ve bir ruh olur. Bu durum, olumsuz yönden etkilenmemize müsaade etmez. Bizler, Kürdistan'ı böylesi şehitlerimizin şahsında daha da büyütürüz; halkı, çıkarsız sevmeye, düşünmeye, kurtarmaya yürürüz. Günler çok ağır da geçse, sizler bu günleri çok anlamlı kılarak, şehitlerin anısına bağlı kalarak yaşayacak ve oldukça olgunlaşacaksınız. Hamza arkadaşta yakalayabileceğiniz en önemli özellik de olgunluktur, alçakgönüllülüktür. Bunlar, sizin için de değerli ve bu biçimde yaşamınızda oldukça etkili olacak hususlardır. Anılara başka türlü yaklaşmamak da gerekir. Anılarını çok yüceltmek gerekiyor. Bütün şehitlerin yaşamını tekrar tekrar büyüklüğümüzün bir aracı haline getirerek, onları yaşayarak karşılık vermelisiniz.
Bizim şehitlerimiz çok büyük; açıları çok büyük ve derin. Ama biz, onların büyük acısını, büyük PKK'ye, onun büyük militan kişiliğine büründürerek yaşatıyoruz. Başka çaremiz de yok. Ağlamakla, kendimizi acılı duygulara bırakmakla altından çıkamayız. Bu durumda bizim yapacağımız iş, 1990 hamlesine katılacak olan, başta parti militanları olmak üzere tüm Kürdistan halkını, bu anı temelinde daha olgun, daha güçlü bir savaşım içinde tutmak ve anıyı bu temelde gelişecek güçlü savaşımda somutlaştırmaktır. Bu, hepimiz için geçerli olan tarzı da ortaya çıkarır.
Hamza arkadaşı yakından tanıyorsunuz; ama benim en yakın arkadaşım, çocukluk arkadaşımdır. Beş yıl burada, yakınımdaydı. Benim için ulusal birlik misaliydi. Ben şahsınızda neyi yakalıyorum? Halkımızın çok uzağında düşmüş bir alandan, vatanın çok uzak bir köşesinden gelmişsiniz. Biçilen anlam sizlere her şeyi verir. Bunun için tüm gücümüzü ortaya koyuyoruz. Bu anlamda bize vereceğiniz karşılığın, gerçekten Kürdistan'ın muhtaç olduğu büyüklüğe ulaşmak olacağına inanıyorum. Yaşım, tecrübem demeden, yeter ki bu büyüklüğe ulaşın. O zaman bizim çabalarımızın karşılığını vermiş olacaksınız. Bunlar olursa, yaşam daha da anlam kazanacaktır. Şehitlerin yeri daha fazla büyür içimizde. Aksi takdirde, yani bir karşılık veremezsek böyle olamazsak, bu ağır koşullarda düşmanın bu imhasını boşa çıkaramayız; onun enginliği ve jenosidi karşısında ayakta duramayız.
Daha önceki konuşmalarımda sıkça belirttiğim gibi, şehitlerin anısına bundan dolayı da büyük değer biçmek gereklidir. Hazineler değerindeydi, ne kadar yüce değerler varsa ona ulaşma gücündeydi. Siz de ona ulaşabilirsiniz; tertemizsiniz; bütün gençliğinizle ve de en ufak bir kişisel çıkar peşinde olmadan, bir halkın hizmetine ve gerçekten PKK gibi şehitlerin abideleşmiş ifadesine katılacak bir büyüklük sergileyebilirsiniz. Bu anlamlıdır. Ben bu anlamı iyi değerlendiririm ve ona da çok iyi göz kulak olurum. Bu temelde, şehitlerin anısının hepinize, bütün genç katılanlara çarpıcı bir şekilde yansıtılmasına özen gösterdim. Eminim ki, sizler de buna ulaşabileceksiniz. Büyüklüğü, olgunluğu, alçakgönüllülüğü yerinde ve zamanında yaşayabileceksiniz; bu size güç verecektir. Sizler de şehitlere layık olmakla partiye ve halka güç vereceksiniz. Ve bunda çok ısrarlı davranırsanız, onların yerini kat be kat doldurabilirsiniz. Hem de gençliğinizin coşkusu ve enerjisiyle, onların anısını çok çok ileri götürebilirsiniz. Böyle olursa, bu acılar bizi daha da güçlendirir. Sizler böyle olursanız, PKK daha fazla kazanır. Mutlaka böyle yapmalıyız. Ve bunda kararlıyız.
Ben de, şu anda büyük şehidimizin anısına en uygun kişilikle karşılık vermeye çalışıyorum. Ocak çözümlemelerini şehidimizin anısı olarak veriyoruz ve sonuçla, O'nun özlemini, önümüzdeki atılıma yansıtacağız. Bu sizlerin de özlemidir. Bu temelde daha da güçlenerek çıkacağız. Başka türlü zayıflık beklenemez. Kendinizde bu gücü görüyorsunuz. Duygusal, böyle zayıf olma biçiminde değil de, bugünü yaşamınızın bir dönemeci ve bir kilometre taşı haline getirmeye, büyük yüreğe ve büyük Kürdistan yurtseverliğine, PKK'nin büyük militanlığına ulaşmaya, belki de aylarca ve hatta yıllarca sağlayabileceğiniz mesafeyi bugünün ertesinde sağlamaya yönelmeyi esas alacaksınız. Ve her zamankinden daha fazla hem büyümüş, hem de tek vücut olmuş olacağız. Şehitler bizde gerçekten yaşamı sürdürüyorlar. Biz onların yaşamının ayrılmaz bir parçasıyız ve onlara gereken değeri vereceğiz.
Bu temelde büyük bir hassasiyet gerektiğini, Ocak çözümlemelerinde kıyamet koparırcasına hissettirmeye çalıştım.
Ocak 1990
Reber APO
- Ayrıntılar
Parti ve ulusal kurtuluş mücadelesi tarihimizde '91 yılının bu son devresini tamamlarken her bakımdan önemli bir süreçten geçmekteyiz. Bir yandan düşman, kendini yenileme, birincil sırada mücadelemizi gündemine koyup özel savaşını eskisi kadar inanmasa da ama yine de ısrarla sürdürme gibi bir konuma ulaşmaya çalışırken, diğer yandan parti ve ulusal kurtuluş mücadelemiz de kendini hem yenileme ve hem de güçlü bir tecrübe temelinde geleceği kesin kazanma biçiminde gündemine koyma ve bu sefer bir daha yıkılmaya, gerilemeye meydan vermeyecek bir gelişmeyi kesinlikle sağlama gibi bir durumla yüz yüzedir. Biz burada bu çalışmayı geliştirirken, sadece standart bir çalışma dönemini gerçekleştirmedik. Her bakımdan derinleşmiş çizgi ve ayrıntılı uygulama esasları üzerinde çok yönlü durduk ve hatta geleceğin üzerine yürürken engel teşkil edecek tutumlara, anlayış ve çaba düzeyinde artık hiçbir bahaneyle girilemeyeceğini kesinleştirdik.
Gün öyle bir gün, dönem öyle bir dönem ki, artık kendini aldatmanın hiçbir anlamının olmadığı, ne bunun nedenlerine ve ne de sonuçlarına bir anlam verilemeyeceği, belki eski yaşamın çıkarları açısından böyle bir yaklaşımın anlamı olsa bile, artık günümüzde bunun hiç imkânının kalmadığı göz önüne getirildiğinde, ulaşılması gereken yaşama çok yaklaşılması, artık bir bütün olarak partinin, sizlerin doğru ve kesin yürümesini emretmektedir. Bunun gereklerini yerine getiremeyenler, hiçbir af, hiçbir lütuf beklemesinler, kendilerini açındırmasınlar, ortaya koydukları davranışlara hiçbir gerekçeyle saygı ve sabırla karşılık görmeyi beklemesinler. Böylesine güç bir dönemde, böyle tutumları sergileyenler aslında lanetle anılmaktan öteye, ölseler de kabaca böyle değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır. Bu her zamankinden fazla şimdiki çalışmalarımızda kesinleşmiş, kararlaştırılmıştır. Geçmişin dolaylı-direkt düşman etkisi altında oluşan ve oldukça yanılgılı gaflet türü yaşamı, parti tarafından aşılmıştır. Ama ısrarla yine de yaparız diyenler olursa, onlar kendi ettikleriyle kendi ölüm fermanlarını yazmış olacaklardır. Bunu artık tartışamayız, affetme gibi bir müessese bile artık burada işlemez. Bu kısa belirlemeden sonra tekrar da olsa kısa bir durum değerlendirmesi yapmakta yarar var. Dünya düzeninde yeni gelişmelerin yaşandığı özellikle yüzyılın başından itibaren sosyalizmin kapitalist-emperyalist sistemi zorlayarak Ekim Devrimi'yle gedik açması, Sovyet sosyalist sistemine ulaşması, Birinci Dünya Savaşı'nın zayıf düşürdüğü sistemden böyle bir sonuç çıkartması, ikinci Dünya Savaşı'ndan daha da güçlenerek çıkması, yüzyılın ilk yarısının en önemli gelişmesidir. Bu gelişme dünyayı iki kutuplu, iki sistemli bir gelişmenin içine aldı. Ama gerçekten geçmiş yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar halkların-emek-çilerin lehine olan bu büyük gelişme, günümüze doğru geldiğimizde, Sovyet sistemi içindeki gerileme ve restorasyon çıkışlarıyla bugün için değişik tarzda da olsa dünyayı yeni bir düzenle karşı karşıya bırakmıştır. Hiç şüphesiz eski klasik sömürgeci emperyalist sistem söz konusu değil yine kapitalizmin eski türü önemli oranda aşınmış, kurulmak istenen yeni düzen kendini çeşitli biçimlerde ele vermektedir. Yeni düzenin belli başlı özellikleri, kapitalizmin yasalarını evrenselleştirme, ulusal sınırları biraz daha zorlama, uluslararacılığı geliştirme, ama bunu daha çok ABD'nin hâkimiyetine götürme, ABD'nin bu anlamda bir zorlaması biçiminde kendini ortaya koymaktadır. Bunalımı bu biçimde evrenselleşerek aşmak istemektedir. Eski sosyalist ülkelere kapitalizmi taşırarak çıkış yollarını bulmaya çalışıyor. Bunu yaparken gerçekten oldukça bağımsızlaşmış uluslar gerçeği içinde olduğunu biliyor, uluslara klasik ve yeni sömürgeciliği dayatmanın koşullarının olmadığının da bilincindedir, ama yine de belli bir bağımsızlık türünü, egemenlik statüsünü derece derece, bölgeler biçiminde olsun, uluslar bazında olsun uygulamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, demokrasi bayrağı altında ve insan haklarına dayalı olma temelinde yaptığı iddiasına sarılmaktadır. Açık ki hem insan hakları ve hem de demokrasi, kapitalizmin yaygınlaşması açısından da anlam ifade eder. Özellikle emperyalist ülkelerin içindeki diktatörlüklerin aşınması -ki her ülkenin somut koşullarına göre değişik anlamları vardır, ama ağırlıklı olarak aşınmışlardır- ileri bir adımdır. Son çözülüşler, yıkılışlar birçok devrimci değeri de kendisiyle birlikte götürmesine karşın, kapitalizmin köhnemiş birçok yaklaşım ve uygulamalarını da tasfiye etmek zorunda kalmıştır. Özellikle dengelere dayalı diktatörlüklerin son elli yıldır halklar üzerinde anlamsız bir ağırlık teşkil etmeleri ve gelişmeden çok daralmaya ve insanı engellemeye yönelik yanlarının daha bir göze battığı bir gerçektir ve bu anlamda diktatörlüklerin yıkılması, bütün yetersizliklerine ve devrim alternatifinin güçlü olmamasına karşın daha elverişli bir ortama da yol açıyor. Her ne kadar bu yıkılışlar fazla çatışmalarla olmuyorsa da -ki, bu daha çok Sovyet sistemindeki gelişmeyle bağlantılıdır-yine de çatışma olasılıkları sık sık gündeme geliyor, gerçekleşiyor ve tam belirgin olmayan bir duruma yol açılıyor.
Yenidünya düzeni aslında düzen olmaktan öteye bir belirsizliktir. Düzen biraz belirginleşmeyi ifade eder, bu anlamda düzen değil, biraz düzensizlik gelişiyor. Bu düzensizliğin, belirsizliğin daha nasıl gelişeceği, nasıl karmaşık hale geleceği tam kestirilemiyor. Sosyalist ülkelerin içine girdiği durum aslında tam bir belirsizliktir. Geçmiş sistemin aşılması kötü değil, lakin yenisi kurulamıyor. Adına demokrasi deniliyorsa da henüz bunun nemenem bir demokrasi olduğu netleşmemiştir. Diktatörlükler yıkıldı deniliyor ama bunların yerine ne denli bağımsız ve özgür eğilimlerin geliştiği netleşmemektedir. Dolayısıyla emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin, başardım demesinin hiçbir anlamı yoktur. Dikkat edilirse bu yıkılışlar ABD'nin saldırılarıyla olmadı, kendi içindeki olumsuz öğelerin, çözümsüzlüğün bir sonucu olarak yıkılış oldu. Değişik bir yıkılış türüdür, dıştan ağır baskı altında gelişen değil, kendi içinde bir hatalar sisteminin, bir yanlışlar sisteminin, bir sosyalizmin özüne ters düşmenin yol açtığı kokuşmanın, kendi içinde oldukça bağlanmanın sonuçta bünyeyi kemirip çürütmesi biçiminde bir yıkılıştır, çözülüştür. Bunun yerine ABD emperyalizmi ne getirebilir? Köhnemiş sömürü yöntemlerini dayatmakla bu halklar tatmin olamazlar: Emperyalizm kendi köhnemişliğiyle gerçekten inandırıcı olmaktan son derece uzak. Demokratik kurumlar olsun, kapitalizmin ekonomik yöntemleri olsun bu halklara fazla bir şey veremez. İşte çekilen sancı buradadır; kendilerine yakışmayanı reddetmişlerdir ye bu iyi bir şeydir, ama yakışan nedir? Kabul edebilecekleri nedir? Kapitalizmden bu konuda alacakları çok azdır, kendilerinin bir şeyler ortaya çıkartması gerekiyor, işte belirsizlik bu anlamdadır ve bunu gidermeleri için de epey çaba harcayacaklardır. Kendi içlerinde kendi sistemlerini yenileyip ortaya çıkaracaklardır. Bunu buluncaya, bunu yaratıncaya, bunun savaşımını verinceye kadar da, bu içinde bulundukları bunalım dönemi, daha da artarak devam edecektir. Nitekim günlük gelişmeler de bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.
Öyle sanıyoruz ki, kapitalizmin zorlukları da artmıştır. Reel sosyalizm uzun süre kapitalizme dayanak teşkil etti. Onun yıkılışı emperyalist-kapitalizmin sorunları anlamına da gelir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist cephede de bunalım krizleri daha köklü ve yine bir aşama biçiminde gelişebilir. Eskiden bağımlı, uydu ülkelere kadar diktatörlükler dayatarak götürmek istiyordu durumu, yine kendi içinde sürekli tekelcilik ve anti-demokratik yöntemlerle götürüyordu, fakat şimdi bunlar yıkılıyor. Dolayısıyla yakın dönemde kapitalist-emperyalist sistemin içindeki bunalımın da yeni biçimler altında daha köklü, daha derin gelişmesi kaçınılmazdır. Bütün bunlar, önümüzdeki dönem açısından yeni düzen çalışmaları biçiminde kendini dile getirmekteyse de biz buna yeni düzenden ziyade, düzensizliğin gelişmesi, iki sisteme, iki bloğa dayalı düzenin aşılması, ama henüz yeni dünya düzeninin nasıl gelişeceğinin de kestirilememesi diyebiliriz ve bu ancak yine halkların ve daha çok da emeğe dayalı çözümlerin devreye girmesiyle çözüm bulacaktır. Bu da sosyalizmin kendini yenilemesi anlamına geliyor. Sosyalizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin açılmasıyla, sosyalizmin mevcut gelişmelere karşılık verecek bir aşamaya kendisini ulaştırmasıyla ancak, çözüm sağlanabilecektir. Yani önümüzdeki dönemin düzeninin sağlanmasında sosyalist yenilenme kesin bir çözümleyici güç olarak kendisini dayatacaktır.
Sosyalizmsiz bir dünya düşünülemez. Ama şimdi böyle bir sosyalizmin nasıl gelişmesi gerektiği de tam bir kargaşa içindedir, eski biçimler kesinlikle çözüm değildir. Eski biçimlere, o neredeyse yüz yılı aşan biçimlere sarılmak, özellikle kalıpçı yönlerine sarılmak beyhudedir. Bunun sonuç getiremeyeceği zaten anlaşılmıştır, ama yeni biçimleniş, yeni bir muhtevayla birlikte nasıl kendisini gösterecektir? Yeni teorik perspektif kadar, yeni program ve perspektif kadar, yeni program ve örgütlenme biçimleri de kesinlikle önümüzdeki dönemin sosyalizmini bekleyen çalışmalar olacak, bu yönlü görevlerin yerine getirilmesi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla yeni düzenlemenin kapitalizmin gücüyle değil, sosyalizmin gücüyle gelişim göstereceği kesindir.
Sosyalizme inançsızlığın özellikle körüklenmek istendiği günümüzde asıl yapılması gereken sosyalizm uğruna daha kapsamlı bir teorik çalışma ve onun öncü pratik çabalarını sergilemektir. Mevcut yeni düzen diye tabir edilen gelişmeye verilecek en doğru yaklaşım budur. Kapitalist emperyalizmin daha iyi incelenmesi ve yeni dönemde aldığı biçimlerinin -sömürü olsun, baskı sistemleri olsun, yine onun kül-türel-sosyal boyutları olsun-gelişiminin nasıl olduğunun dikkatle incelenmesi gerekmektedir ki, bu yaratıcı yaklaşımlara ihtiyaç gösterir. Ulusların bağımsızlık hareketlerinin yeni biçimleri, klasik sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı kazanılan ulusal kurtuluşların, bağımsızlıkların önümüzdeki dönemde nasıl evrim göstereceği, yeni bağımsızlık türlerine sosyalizmin öncülüğü altında ve onun bağlaşık-lığıyla nasıl ilerleme kaydedeceği üzerinde durmak önem taşıyacaktır. Bu yönlü gelişmeler şüphesiz ki içinde bulunduğumuz dönemin önemli sorunlarını teşkil eder. Basmakalıpçı yaklaşımla bu sorunlar çözümlenemez. Sosyalizm herhangi bir ideolojiden daha fazla bilimsel bir özelliğe sahiptir, dolayısıyla bilimsel özelliğine daha çok sarılarak ve fakat geçmişindeki muazzam yetmezlikleri ve yanlışlıkları da görerek, aşarak, insana en yararlı sistem olmayı bir kez daha kanıtlayacak ve insanın kurtuluşunda hayati rolünü mutlaka oynayacaktır.
İşte böylesi bir dünya düzenlemesi içerisinde belki de tarihin ve günümüzün en kadük, en kemikleşmiş, en başa bela bir sistemi olan Türkiye Cumhuriyeti gerçeği karşımızda durmaktadır. Biz bu gerçek üzerine çok şeyler söyledik. Şu açık ki bu, bir yandan köhnemiş Osmanlı yıkıntıları üzerine, fakat bir o denli de onun içinden gelmiş değerler tarafından inşa edilirken, kendisi için en elverişli bir uluslararası durumdan güç aldı. Yani 1920'lerdeki kapitalizm-sosyalizm çatışmasının denge politikasına en çok imkan verdiği, böylesine bir politikaya dayanarak rahatlıkla sonuç alınabilecek bir aşamanın da ürünüdür. Bir yandan son derece elverişli bir Osmanlı kalıntıları sistemi, diğer yandan buna oldukça imkan sunan bir yeni uluslararası kapitalist-sosyalist çelişkisinin yanı başında boy vermesi, TC'yi TC yapan gerçek nedenlerdir. Ve o yetmiş yıldır aşağı yukarı bu dengenin bir ürünü olarak yaşama imkanı bulabilmiştir. Bir gerçeği kavramak için ona hayatiyet kazandıran ortamı, etkenleri iyi görmek gerekir. Dolayısıyla yetmiş yıldır ulusal imhamızı neredeyse sonuç alacak aşamaya getiren bu gerçeği, neden ve sonuçlarını iyi görmek zorundayız. 1920'lerin başında böyle şekillenirken her türlü feodal entrika baskı ve sindirme yöntemleri kadar dengeciliğin de her türlü politik kurnazlığını sergiledi. Karşısındaki Anadolu emekçileri zaten çağlar ötesinin uykusu içindeydiler. Çok sınırlı bir Osmanlı eliti ve yaşamlarını mutlak anlamda ancak böylesi bir devlet kalıntısına ve onun yeni uluslararası alanı değerlendirmesine dayalı olarak gören paşalar, her türlü çılgınlığı elbette yapacaklar, kural-kaide tanımayan, ahlak tanımayan, baskı ve sömürüde sınır tanımayan bir gerçekliğe ulaşacaklardı. İşte TC budur. Buna karşın yüzyılların çokça yenilmiş, alabildiğine işbirlikçi ve hep aleyhte yer almış bir aşiret, kabile sistemi içinde bulunan toplumumuzun hakim öğeleri (aşiretçi-feodal önderlik elbette ki biraz çıkarlarını kollama amaçlı) TC gerçekliği karşısında kendini kollama girişimlerinde büyük bir felaketle karşı karşıya gelecek ve sadece kendileri açısından bu felaket bu kadar derin kalmayıp halk açısından çok daha derin sonuçlara yol açacak, bu dönemin hakim eğilimi olan ulusal gelişme açısından, ulusal kurtuluş açısından en büyük handikaplardan birisi haline gelecekti. Yeni düzene kolay bağlanma, işbirliğine yönelme aşiretçi-feodal önderliğin tarihi bir özelliğidir. Onlar kısa bir isyan döneminden sonra hızla işbirliğine yönelmiş ve ulusal değerlerin ölümcül darbeler yemesine yol açmışlardır. Biliyoruz ki isyan dönemlerinde, çok kötü bir işbirlikçilik türü boy vermiştir. Her türlü ulusal imhayı, inkarı birlikte getiren ve muazzam örgütsüz, uluslaşmamış, vatan ve özgürlük değerlerinin yanından bile geçmemiş, yüzyılların o aşiret, kabile, feodal din, mezhep çelişkileri içinde boğulmuş bir toplum gerçeği içerisinde tabii ki gerisin geriye gidilecek, her şey tartışmalı hale gelecek, nefes alınamaz bir duruma gelinecek ve bu bizlerin de içinde şekillendiği bir dönemin oluşmasına yol açacak; ulusallık adına, özgürlük adına, her türlü insani değer adına bir şeylerin neredeyse kalmadığı bir durumla yüz yüze bırakacak, son derece inkarcı bir neslin, örgütlenme tanımayan, toplumu tanımayan, temel insani değerleri tanımayan bir inkarcı neslin doğmasına ve işte bu nesle dayalı çok tehlikeli bir yaşamın boy vermesine yol açacaktı! Biz kendimizi dünyayla yüz yüze bulduğumuzda, aslında bize biçilen kaftan budur, önümüze serilen yaşam budur. 1950'ler sonrası, bu anlamda yenilmeden de öteye, eski yaşam kalıntılarının da ötesinde, ne yeni adına TC'nin bizzat kendi değerlerini sunabildiği, ne de eski adına bize bir şeyin kaldığı, aksine her şeyin alınıp-götürüldüğü, en yoksullaşmış bir dönemin nesli olarak büyüme ve bu anlamda çok zayıf bir kişilikle, çarpık, zayıf, inkarcı bir kişilikle vücut bulma gibi bir yaklaşımla kuşatılmak ve onun içinde şekillenmekten başka bir çaremiz yoktu. Bu kölelik, dünyanın belki de hiçbir toplumunda, ulusunda, halk gerçeğinde ortaya çıkmayan bir kölelik biçimidir. Dolayısıyla üzerinde halen durmakta yarar görüyoruz.
PKK'nin 1970'lerdeki çıkışını değerlendirirken, dayandığı sosyal zeminin ne kadar ulusallıktan ve halklaşmaktan uzaklaştırılmış olduğunu, ne kadar ulusal inkarcılık ve ihanetin geliştirildiğini, hatta insani değerlerin ne kadar yerle bir edilmiş olduğunu, bunun nasıl, kimler eliyle ve ne kadar başarılmış olduğunu değerlendirirsek ancak çıkışın anlamını hakkıyla kavrayabiliriz. Başlangıçtaki sınırlı bilinçlenme bugün daha da gelişmişse, bu gerçeğe bizi 'mutlaka daha iyi ulaştırmak içindir. Ulaştırdığı oranda da biz temel insani değerler, ulusal özgürlük değerleri ve bunun yaşamsal ifadesi biçiminde kişilikleşmelerden bahsedebiliriz. Bu yeni yeni tanıdığımız, bu temelde güçlenme denilen bir olayı gerçekleştirmemiz anlamına da geliyor. TC'nin günümüze doğru evrimi nedir? Aslında, belirtildiği gibi, antidemokratik, oldukça feodal kalıntılar içeren ve çağdaş cumhuriyetlerle bağdaşmayan bu cumhuriyet, esas gücünü sosyalizm-kapitalizm çelişkisinde buldu. Dengeye dayanıyordu, bu temelde doğdu, 1950'lere gelindiğinde NATO'nun kanadı altına girerek, biraz daha gelişme imkanı bulabildi. Kendini NATO'ya adapte ederek, uluslararası kapitalizmin ve tekellerin gelişmesine uyarlayarak yüzyılımızın bu son çeyreğine kadar getirebildi. Ama yine de her zaman olduğu gibi, sert bir askeri yönetim olmadan yürüyemeyecek kadar zayıftı. Esas itibariyle TC bir askeri cumhuriyettir, sivil yan maskedir, siviller figüran rolünü oynarlar, ama asıl yönlendirme ordudadır. Dolayısıyla sivil otorite veya bir sınıfın siyasal otoritesi batılı anlamda gerçekleşmiş değildir, bu anlamda ister egemen sınıfların koalisyonu ister tek bir kesimin diktatörlüğünden ziyade, hepsini kendi içerisinde özümseyen ve esas itibariyle siyasi otoriteye damgasını vuran diyoruz ki, ordudur. Sivil görünümler zaman zaman tehlikeli olmaya başladığında bu maskesini derhal atıp gerçek kimliğiyle ortaya çıkıyordu. 12 Mart, 12 Eylül bu konuda çok öğreticidir. Böylesine bir askeri cumhuriyet, çıkışını, gelişmesini ve görüntülerini böyle sergilerken, acaba bu yenidünya düzenlemesi gelişirken ne kadar ayakta kalma şansına sahiptir? 12 Eylül, özellikle de onun ANAP-Özal icrası, bir anlamda en pragmatik bir biçimde ve gerçekten öyle fazla yaratıcı falan da değil, telaşla yeni düzenden yararlanmayı da içerir. Yani eski klasik biçimiyle TC'nin sürdürülemeyeceğini bunlar kavrıyor. 12 Eylül bir anlamıyla çok şiddetli bir askeri rejim iken, diğer yandan bu uluslararası gelişmeleri Özal eliyle kapatmak isteyen bir rejimdir. Özellikle iki dengeye dayalı uluslararası sistemin yıkılışı, bunun yerine çok kutupluluğun doğuşu TC'nin durumunu belirsizleştirmiştir. Bu anlamda politikasız bırakmıştır. Batı, özellikle Avrupa bir öğe olmak istiyor, ABD'ye karşı olsun Japonya'ya karşı olsun bir kutup olmak istiyor, ama kendi değer yargılarını da beraberinde getiriyor. Bunlar insan haklarıdır, demokrasidir, belli ölçülerde ulusal haklardır. TC kendi kaderini buraya bağlamak istiyor ama sistemin insan haklarına karşıt konumu, yine anti-demokratik karakteri, ulusal haklar düşmanlığı, bu haliyle artık bu rolünü oynayamaz; çünkü ne Sovyetlere karşı artık karakol teşkil edeceği bir uluslararası durum söz konusudur, ne de Ortadoğu'ya karşı böyle bir durum söz konusudur. Her ne kadar Saddam'a karşı biz yine rol oynayacağız diyorsa da, bunlar da az çok aşılmış durumdadır. Belki İsrail'in iyi bir müttefiki olarak Yahudi lobisi tarafından destek görebilir ama kendini kurtarmaya yetmeyecek bir destektir bu. Dolayısıyla acaba Batıyla bütünleşebilir mi diyoruz? Ama kendini insan haklarına, demokrasiye, ulusal sorunun çözümüne tamamen vermesi gerekiyor. Bunu başarması demek, büyük ihtimalle kemalizmin ve ona dayalı cumhuriyetin yıkılması demektir. Yeni bir cumhuriyetin kuruluşuna cesaret edebilir mi, mevcut düzen orduyla, resmi-sivil kurumlarıyla, anayasası ve partileriyle bu duruma henüz hazır değil. Dolayısıyla tam bir bunalımın sıkışıklığını yaşıyor. Alel acele bazı iç ve dış politikalar oluşturulmak isteniyor, işte Sovyetlerin çözülüşünden sonra Ortaasya Türkleri, Azerbaycan ortaya çıktı. Bunların ortaya çıkması Türk sisteminin, Türkiye'deki TC sisteminin kurtuluşu anlamına gelmez. Tam tersine, daha da karışık bir sürecin içine girmesine yol açar. İsrail'le geliştireceği ilişkiler Ortadoğu'da daha da tecridine yol acar. Nitekim şimdiden bu durum gelişme gösteriyor. İran'la, Arap ülkeleriyle, Batı'yla bir türlü barışamıyor sistem nedeniyle, dolayısıyla orta yerde sallanıp duruyor. Yani sağlam bir dış politika, dolayısıyla yenidünya düzeniyle bu politikalar temelinde bütünleşme başarılmak surda kalsın, ağır sorunlarla ve belirsizliklerle doludur. İç politik düzenlemeleri de zaten bu düzenlemelerle bağlantılıdır. Şiddetle etkilenmektedir ama iç politikada insan haklarını esas alma, demokrasiyi esas alma, ulusal sorunu çözme gibi yaklaşımları, sahtekarca bir-iki sözü söylemekten öteye gitmemektedir, bu konularda sistemin özü gereği, yapısı gereği, bir türlü ilerleme sağlamadığını çok iyi biliyoruz. Nitekim bu konuda en iddialı, sözüm ona liberal gibi gözüken ANAP-Özal'ın son Ekim seçimleriyle yıkılışı da bunun kanıtıdır. En iddialı ekipti, yeni ekipti, liberal ekipti, ama aşılmaktan kurtulamadı, her ne kadar yakında yine geliriz diyorlarsa da fazla güven verici bir konumda olmadıkları açıktır. Ancak yeni bir askeri darbe ile bu düşünülebilir ki, o da bu koşullarda zordur veya mevcut ordu etkinliği nedeniyle gereksizdir. Ekim seçimlerinin ortaya çıkarttığı gerçek özünde nedir? Gerek ulusal, gerekse uluslararası alana yönelik, 12 Eylül rejiminin politikalarının bitmesidir. Fakat bir o denli yeni politikalara açılmama, tam bir eskiyi tekrarlama, yani halkı eskiden nasıl uyuşturmuşlarsa tekrar öyle eskiye dönme durumu söz konusudur. Aslında eski-yeni nedir sorusu da sorulabilir. Yeni eskiyi aratır, eski yeniyi aratır gibi bir durumdur, yaşanan çözümsüzlüktür, daha da gelişen bir bunalım anlamına gelmektedir.
Demirel hükümetinin kuruluşundan bahsedilmektedir, büyük olasılıkla böyle bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümetin karşı karşıya bulunduğu vahim durum örtbas edilemez biçimde gözler önündedir ve bizzat Demirel sözleriyle bunu açığa vurmaktadır: "Koşullar çok zor" diyor Demirel. "Eskiden yaşadığımız sorunlardan daha zor sorunlar karşımızdadır, herkesin çözüm için katkısına ihtiyaç vardır." Peki, ama herkesin katkısını neyle isteyecek? Çok dar bir tekelci kesim için toplumu soyup soğana çevirdiler. Emekçilerin, Kürt halkının iliklerini kuruttular, bunlardan daha fazla ne isteyebilirler? Uyguladıkları baskı ve zulümdü, katkı beklemeleri çok zor. 12 Eylül gelirken uluslararası alandan, NATO'dan yardım istiyordu. Niçin? Komünizm tehlikesi var, devrim tehlikesi var, diye. Peki, şimdi hangi komünizm tehlikesinden bahsederek yardım alacaklar NATO'dan? NATO'nun en son yaptığı zirvesinde NATO'nun daha çok siyasi bir kurum haline gelmesi, siyasi görevlerinin ön plana çıkarılması kararına varıldı. Bu Türkiye'nin aleyhine bir durumdur. NATO, yeni stratejisi gereği demokrasiyi, insan haklarını gözetmek durumunda kalacağından eski köhnemiş askeri yöntemler, askeri stratejik yaklaşımlar artık temel stratejisi olmaktan çıkacaktır. Dolayısıyla NATO, bünyesindeki durum değişikliği gereği Türkiye için fazla destek vaat etmiyor. Eskisi kadar NATO desteği, yardımı söz konusu olamaz. Buna ortam elverişli değil. Tam tersine, Türkiye'den bir şeyler istenecek; "Siyasal sistemini düzenle, demokrasiyi geliştir. İnsan haklarına bağlı ol, ulusal soruna belli oranda çözüm getir" denilecektir. Batı bu yönlü baskıları habire geliştirecektir. Dolayısıyla 12 Eylül'ün başında olduğu gibi yeni dönemin hükümet çalışmaları destek göremeyecektir. İç politikada yeni hükümet daha fazla baskıya yönelemez, çünkü baskı uygulanacağı kadar uygulandı. Yani örgütlerin tasfiye edilmesiyle, tutuklamalarla, işkenceyle alınacak sonuçlar alınmıştır. Dolayısıyla yeni hükümetin içerde baskıyı geliştirerek kendisini güçlendirmesi düşünülemez. Hatta bu konuda tersini yapmak zorundadır. İnsan haklarını, demokrasiyi belli ölçülerde geliştirirse belki yaşama şansına kavuşabilir. ANAP'ın yıkılmasının en önemli iç nedeni buydu. Dış nedeni de dediğimiz gibidir, yani yeni düzenin artık ANAP türü, 12 Eylül türü bir rejime destek vermemesi rol oynamıştır.
Emekçilerin daha fazla sömürülmesi de artık mümkün değildir. Gerçekten geçen on yıl içinde sömürü yöntemleri alabildiğine gelişti ve ancak bu kadar sömürüyle dış ticaretin geliştirilmesi, döviz girdi-çıktısı sorununun halledilmesi gibi sonuçlara ulaştılar. Bunu da daha fazla geliştirmeleri düşünülemez. Emeğe daha fazla pay düşecek bundan sonra. Yeni hükümet bu temelde emeğe daha fazla pay, halka daha fazla demokrasi tanıyabilir mi? Yine içerde bu yönlü baskılara olumlu cevap verilebilir mi? Görünüşe bakılırsa mevcut koalisyon hükümeti, Demirel'in önderliğindeki koalisyon hükümeti bunlara öncelik vereceğini söylüyor. Öncelikli sorun demokrasidir, emekçilerin konumlarına biraz daha dikkat etmedir; onları daha fazla sömürme değil. Geçmiş on yılda kaybettiklerini biraz kazandırmadır. Ama hangi kaynakla? İç ve dış kaynaklar artık elvermiyor. Sermayeye yönelmeleri gerekir, tekelciliğe yönelmeleri gerekir. Ama tekelciliğe ne kadar yönelebilirler? Sermayeye karşıt bir konuma yönelme güçleri olabilir mi? Bu çok zordur; dolayısıyla ekonomik sorunların çözülmesi biraz zor. Biraz daha fazla demokrasi; burada daha fazla demokrasi bir defa halkın mücadelesini hızlandıracaktır, daha fazla örgütlenme ve eylemliliğe yol açacaktır. Bu, kaybettiklerini hem ekonomik hem siyasi düzeyde kazanmak, yine sosyal-kültürel tahribatları gidermek i-cin halkın çok yönlü bir ayağa kalkışı gerçekleştirmesi ve bu yılların hesabını sorması anlamına gelecektir.
O halde bu hükümet bir yandan sermayenin hem demokrasi hem de emekçilerin haklarını vermeme dayatması, ama diğer yandan da halkın daha fazla demokrasi ve emeğe karşılık istemesi gibi bir çifte baskı altında kalma ve böyle iki çelişkili güç arasında yol alma gibi bir gelişme çizgisiyle kendisini karşı karşıya bulacaktır. Uluslararası alandan da artan bir biçimde, demokrasi ölçülerine uyması, eski şoven politikalardan uzaklaşması için bir baskıyla karşı karşıya bulunacaktır. Bütün dünyadan bu yönlü baskılar karşısına dikilecektir.
Böylesine güçlü bir baskı altında bu hükümet ne kadar yaşayabilir veya bu baskılara bu hükümet ne kadar karşılık verebilir? Gerçekten dikkatle değerlendirilmesi gereken bir süreç olacağı daha şimdiden açıktır. Dolayısıyla bu bir darboğazdır, artan bunalımdır; fakat halkın lehine, halk demokrasisinin lehine gelişme imkanlarının fazla olduğu, bunalımın halk lehine, emek lehine, ulusal kurtuluş lehine çözüme zorlayacağı bir süreçtir de. Yani '80'lerin başındaki durumun tersine bir durum '90'lar-da yaşanıyor, daha da hızlı yaşanacaktır. Bir anlamda '80'lerin başından itibaren geliştirilen dıştan destekli muazzam baskı ve sömürü, '90'ların başından itibaren yine dıştan bir destekle de demokrasinin, sömürüye karşıt olmanın hamlesine dönüşecektir. Demire! önderliğindeki koalisyon, bunu fazla kavgaya dökmeden, iki tarafı da idare eden bir mantıkla frenlemek ve böylece ciddi bir devrim seçeneğinin gündeme gelmemesi için tüm gücünü ortaya koymak isteyecektir.
Bu konuda sosyal demokratları da -ki, Türkiye'de anlamı içeriği nedir biliniyor- kullanarak gidişatı kurtarmaya çalışacaktır. Gelişecek demokrasi, devrimci demokrasi hamlesi altından, özellikle de baş sıradaki ulusal kurtuluş hamlemizin etkisi altından TC'yi, onun yeni durumunu kurtarmaya çalışacaktır. Hükümet bu nedenle tamı tamına olası bir devrimsel gelişmeye karşı düzeni sigortalama, hükümetidir. Egemen sınıflar koalisyonu içindeki durum gerçekten karmaşık; çok şeyin hesabının sorulabileceği, buna karşı kendilerini ne kadar savunabilecekleri, savunma için nelere başvurabilecekleri gibi konularda tartışmalar gelişmektedir.
Dikkat edilirse yeni partiler, yeni koalisyonlar, yeni seçimler çok kısa süreler içerisinde boy verebilir. Yine Anayasa değişiklikleri, parti seçim yasalarının değişikliği hukuki alanda hızla gündeme gelebilir. Veya emeğin kendisini örgütlendirmesi hız kazanabilir. Burada asıl anlaşılması gereken, egemen düzenin ordusu ve sivilleriyle aslında ne 12 Mart'larda, ne 12 Eylül'lerde olduğu gibi bir müdahale gücünde olduğu; asker ve sivilin birbirlerini idare etmeleri döneminin de artık geçtiği, bunların kaynaştıkları, içice eridikleridir. Ne sivil kliğin ve ne de askeri kliğin artık durumu kurtarmasının, bir on yılı, bir beş yılı kazandırmasının mümkün olmadığı bir durum yaşanıyor. Daha fazla bütünleşecekler ama bu bunalımın daha da genelleşmesi ve kliklerle de artık idare edilemeyeceğinin anlaşılması, bu anlamda çözümsüzlüğün netleşmesi, ya tam tutarlı bir demokrasi ve bu anlamda yeni bir TC gerçekliği ve TC'nin bir halk demokrasisine dönüşmesi gerçeği; demokratik bir cumhuriyete dönüşmesi gerçeği ya da bunalım içinde çökmesi anlamına gelir. Bu açıdan bir devrimci gelişme ile mi dönem kapanır, yoksa bir reformlar paketiyle mi kapanır, şimdilik kesin bir şey söylenemez.
Düzen kendini reformizme etmek istiyor; başarırsa cumhuriyeti reformlarla biraz allayıp-pullayıp yenileyecek, başaramazsa devrim seçeneği ağır basacaktır. Devrim seçeneğinin ağır basması, özellikte her şeyden önce buna önderlik eden ve bu durumların ortaya çıkmasında baş rolü oynayan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin ve onun PKK önderliğinin kendini bu hükümet döneminde de güçlendirerek geliştirmesine bağlıdır. Özellikle de özel savaşın kendini daha da yetkinleştirerek sürdürmek iddiasında olduğunu iyi görmek gerekir. Olağanüstü hal kalkar mı kalkmaz mı, bu hiç önemli değil. Sıkıyönetim mi gelir, o da önemli değil. Zaten Kürdistan'daki mevcut yönetim tamamen askeri-faşist sömürgeci niteliktedir. Bu her zaman için böyledir. Zaman zaman bazı Kürt işbirlikçilerine dayanması fazla bir şey değiştirmiyor. Bu tip işbirlikçiler zaten aşıldı. Sivil maskeli idare edilmesi askeri hakimiyeti fazla örtbas edemez bizde, dolayısıyla olağanüstü hal olmuş, sıkıyönetim olmuş; bu ayrımları fazla ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, olsa da ayrıntıdır. Ordu ağırlığı, ordu denetimi -ki, günümüzde çok iyi tanıdığımız özel savaş, dikkatle değerlendirmeyi gerektirecek bir biçimde hüküm icra edecektir. Aslında hükümetin idaresinden ziyade, Kürdistan'da özel savaşın idaresi diyeceğiz. Hükümet yine onun ekonomik, siyasi, diplomatik ihtiyaçlarını gidermekle mükelleftir. Esas karar, esas uygulama özel savaş subaylarınca geliştirilecektir. Özel savaş aslında başından beri uygulanıyor; önce gizli uygulanıyordu, şimdi açığa çıkıyor. Unutmayalım ki, gerçekten dikkatli bir göz, Türk basınını bile incelediğinde milimi milimine bize yönelik, Kürdistan'a yönelik bir özel savaşın uygulandığını görecektir. Camilerdeki hutbeyi okuyan resmi maaşlı müftüsünden tutalım hocasına, o-kuldaki öğretmenine kadar hepsi özel savaşın hizmetindedir. Belediyesidir, partileridir, hatta her türlü ekonomik, sosyal içerikli kuruluşlardır; hepsine özel savaşın elemanları sızdırılmıştır. Onların direktifleri doğrultusunda çalıştırılmaktadırlar. Maddi-manevi bütün resmi-gayri resmi düzeydeki kuruluşlar bunların kontrolü altındadır. Biz biraz üzerine yürüdük gerilettik, bazılarını açığa çıkardık ve fakat tümünü açığa çıkarmak, geriletmek, büyük savaşım ister. O halde özel savaşın karakterini, özelliklerini daha iyi görmek gerekir. Şimdiye kadarki kavrayışımızın sınırlı olduğu, ona karşı geliştirdiğimiz savaşın bu nedenle zayıf kaldığı göz önüne getirilerek, bu hükümetin de aslında özel savaşı kaldırması surda kalsın ona daha iyi hizmet etme gibi bir çaba içinde olacağını göz ardı etmeden ve fakat özel savaşın da hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar gerileme içine girdiğini, deşifre edildiğini, bir anlamda küçümsenmeyecek oranda etkisizleştirildiğini iyi görerek ve nihai olarak özel savaşımın direkt ve dolaylı anlayış ve kurumlaşmalarını ve şiddete yönelik yanlarını dikkate alan kapsamlı bir devrimci savaş taktiğiyle karşılamayı bilmek gerekir.
Demek ki önümüzdeki dönemin devrimin lehine gelişmesi için her şeyden önce birincil planda ağırlıklı rol gerilla savaşında olmak üzere özel savaşın şiddete dayalı bütün uygulamalarını aynı şiddetle karşılamak, bunun için gerillayı derinliğine ve genişliğine iyi oturtmak büyük önem taşıyor. Biz şimdiye kadar gerillanın çocukluk aşamasını yaşadık. Gerillanın toyluk, amatörlük aşamasında kaldık. Olgun bir gerilladan bahsetmek zordur. Hatta ağırlıklı olarak silahlı propagandaydı bizim yaptığımız. Gerillanın bazı temelleri atıldı şimdi, ama gerçekten bir gerillacılık yaptığımıza inanıp kendimizi kandırmamalıyız. Gerillanın alt yapısı biraz oluşturuldu ve gerillaya benzer bazı eylemler, çabalar içine girildi ama çok yetersiz. Her kim ki, iyi gerillacılık yaptık, hem de nerdeyse en iyisini veya işte ancak bu kadar yapılabilir diyorsa, o kendini aldatıyor; o gerilladan, onun ordulaşma aşamasından bir şey anlamamıştır. Biz çok iyi biliyoruz ki, bu konumda olan birçok öğe var. Bunlar hiç şüphesiz önümüzdeki dönemin özel savaşına sağlam bir karşılık veremezler. Zaten dikkat edilirse şu anda en çok üzerinde durduğumuz da gerilla çalışmalarını engelleyen böylesi çabaların önünde durmaktır. Bir türlü gerillayı geliştirmeme, gerillaya rolünü oynatmama, gerillanın emrettiği eğitim, örgütleme, lojistik, üslenme ve hareket tarzını geliştirmeme, bunları bir türlü ordu esaslarına, onun yönetmeliğine bağlayamama ve bu konuda objektif olarak gerçekten bir tasfiyeci rol içinde bulunma durumu eğer asılmazsa gerillanın yozlaşması ve kendi kendini tasfiye etmesi göz ardı edilemez. Gerçek bir tehlikedir bu. Çoğunun iyi niyetli olması, köylü usulü savaşması bu durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Burada şunu çok iyi bilmek gerekiyor ve özellikle sizlerin çok iyi bilmesi gerekiyor, halihazırda savaşa varım diyenlerin müthiş anlaması gerekiyor: Mevcut düzeyin her ne kadar bir gelişme düzeyi olarak alsak da son derece zor bela ayakta tutulan bir düzey olduğunu, bizim, özellikle önderliğin çabalarının ardı arkası gelmez katkılarıyla ayakta tutulduğunu göz ardı edemezsiniz. Birlik savaşçılarının, komutanlarının konumu eğer her gün ihtimamla, sağdan-soldan destekle yönlendirilmezse düşmeleri kaçınılmazdır, diyoruz. Yani savaşçı ve komutan rolünü oynamaktan uzaktır.
Bu anlamda bu devrenin veya bu devrenin şahsında bütün partinin gerilla savaşı içine giren savaşçı ve kadrosunun üzerinde durulmasının en temel nedeni de bu durumu aştırmak, salt önderlik çabalarıyla veya alışılmış silahlı mücadele biçimleriyle bizim bu durumu artık daha fazla ilerletemeyeceğimizi, kurtaramayacağımızı iyi bildirmektir. Ve eğer gerekenler yapılmazsa, özellikle bizim çabalarımızın şu veya bu nedenle arkası kesilirse, değil gelişme, tasfiyenin kaçınılmaz olduğunu size göstermek içindir. Burada özel savaşı karşılayacak, ona göre gerillayı geliştirecek pozisyonu, gerilla savaşçılığını, gerilla örgütlendirmesini, ordulaşmasını sağlamak gibi ertelenemez, üzerinden, altından, sağından, solundan geçilemez, mutlaka gereği yapılması gereken emredici bir görevle karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde özel savaş eğer iyi bir gerillayla karşılık bulmazsa, başarı kaydeder. Mevcut gelişmelere, bizim çabalarımıza, partinin dışta-içte yürüttüğü siyasal çabalarına güvenerek sahte bir gerilla yaşamına kimse kendini kaptırmasın. İçinizde özellikle bu yönlü tehlikeli eğilimler, yaklaşımlar var. Partinin büyük tecrübesine dayanan gelişmenin üzerinde ucuz yaşanmak isteniyor. Gelen bütün raporlar, hiç çaba harcamadan, ucuz komutanlık talepleriyle dolu. Bir Türk teğmeni dört yıl genelkurmaylık okur, staj dönemi vardır, askeri liseden geçer, daha öncesinde ilkokulu, ortaokulu okur. Bu kadar kapsamlı bir eğitimden geçen kişi teğmen, yani bir takımın komutanı olur. Bizimki ise daha doğru dürüst iki kelime konuşamıyor ama bir günde bir takım da değil, bölük komutanlığını istiyor, bizden. Artık bu gaflete bir son vermeliyiz. Böyle ucuz komutanlık olmaz! Böyle komutanlık anlayışını yerle bir edeceğiz. İki keçi gütmesini bilmeyen, ben komutanlık istiyorum diye kendisini hangi cesaretle dayatabilir? Bizim bir ordulaşma imkanı yarattığımız doğrudur. Savaşçı derlediğimiz doğrudur. Fakat bunlardan komuta teşkil etmek, takım komutanlığı teşkil etmek, doğru dürüst bir-iki kelimeyi konuşamayan, doğru dürüst bir nizamı bile kendine yedirmeyen adamın tasarrufuna bunları bırakmak kendimize yapılabilecek en büyük kötülüktür. Biz kendimize bu kötülüğü yapıyoruz şimdi. Yapmayalım; edebinizi bulacaksınız, terbiyenizi, nizamınızı bulacaksınız. Bu işe gönüllü geliyorsunuz, 'Varım" diyorsunuz, talep üstüne talepte bulunuyorsunuz ve fakat özüne, nizamına gelmezseniz sizden daha alçağı yoktur. Ordulaşma en oynanmayacak savaş biçimidir, örgüt biçimidir. Ülkedeki birimlerin durumuna bakıyoruz; gerçekten, eğer birlik komutanı olursam yaşadım, diye düşünülüyor. Biz bu partiyi bu aşamaya getirmek için kendimizi lime lime ederken yaşama diye bir şey aklımıza geldi mi? Bir takım insanı yiyeceğinden giyeceğine, ruhuna kadar biz donatacağız. O adam da gidecek üzerine oturacak! Böyle gözü kara adamlar şimdi peydan olmuş. Bir defa tepeden tırnağa kadar disiplin kesilmezsen, muazzam bir çalışma gücüne ulaşmazsan, teori kadar işin pratiğini bilmezsen bunun cesaret ve fedakârlığı sende olmazsa, nasıl komutan olmak istiyorsun! Ama ne yazık ki, parti adına önderlik eden, parti adına bu çalışmaları gözetmekten sorumlu olanlar da bir o denli sorumsuz. Ve hiç de ölçülere uygun olmadığını bildikleri halde, bu iş böyle yürümez, böyle komutan olunmaz, böyle savaşçı bile olunmaz diyemiyorlar. Bu konuda görevlerini maalesef yerine getiremiyorlar. Gerillayı geliştirmek, sorunları böyle kavramak ve çözüm gücü olmakla mümkündür. Son yıllarımızı ve bu son devremizi çok büyük bir çabayla biz bu sorunların çözümüne boşuna hasretmedik. Şimdi tekrar söylüyorum: Gönüllü geliyorsunuz, anlam ifade etmesi için çelikten bir disiplini, ordu çalışmasına dayatmalıyız. Bir komutan kimdir, bir savaşçı kimdir, görevi nedir? Bu sorulara cevap vermeden yaklaşmayın diyorum size. Söz veriyorsunuz, hiç olmazsa biraz namuslu bir biçimde bu sözün adamı olun, ama bu da bu yönlü görevlerin başarılmasına bağlı. Bu gücü kendinizde oluşturun. Hiç şüphesiz biz burjuva okullarında olduğu gibi, harp okullarında olduğu gibi uzun süreli bir eğitim görmeyeceğiz. Halkın okulları bunlardır. Halkın askeri okulları bunlardır. Halkın evlatları bu okullarda gerilla için, kadro ordulaşmaları için gerekeni alırlar ve biz de gerekeni veriyoruz. Fazlası var, eksiği yok aslında. O zaman layık olalım. Verileni alalım. Halk savaşçılarına, halk ordulaşmasına ne lazımsa onu kendimizde üretelim. İmkansız değil bu, koşullar çok olgun hale gelmiştir.
Reber APO
1991 Aralık Çözümlemelerinden Derlenmiştir- Ayrıntılar
Kürt sorununun çözümünde şiddetin yöntem olmaktan çıkması, inkâr ve baskı politikalarının sınırlı da olsa aşılması, demokrasi seçeneğinin özüne uygun biçimde açık tutulmasına yakından bağlıdır. Dil ve kültür üzerindeki eğitim ve yayın yasağı terörün en aşırı biçimi olduğu gibi, karşı şiddete de sürekli davetiye çıkarmaktadır. PKK’ de şiddetin oldukça kontrolsüz ve meşru savunma anlayışını çok aşan kullanımı olmuştur. Günümüzün birçok hareketinde daha aşırı biçimlere başvurulduğu iyi bilinmektedir. Buna karşılık tek taraflı ateşkes ve ağırlıklı olarak sınırlar dışında meşru savunma pozisyonunda kalma, “terörizm” suçlamasını geçersiz kılmaktadır. Yapılması gereken, diyalog sürecine ve demokratik birliğe açık kapı bırakan yaklaşımları devreye sokup, tümüyle silahın bırakılmasını sağlamaktır. PKK’nın mevcut konumunun bu kapsamda değerlendirilmesi, ileride telafisi güç gelişmeleri önlemek açısından da önemli bir fırsat sunmakta ve değerlendirmeyi gerektirmektedir. PKK’nın Türkiye somutunda yasal demokratik dönüşümüne açık kapı bırakılması, tümüyle yasaklama ve tasfiye sürecine sokma yöntemine göre daha gerçekçi ve uygulama şansı olan politik çözümün doğru yoludur.
Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelin-de cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellâtlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi, bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet, ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde var olduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan, demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yok-tur. Tersine en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda gelişeceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasi ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olma da dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.
Sınıflı topluma dayalı uygarlık tarihinin aldığı en son biçim kapitalist uygarlık çağıdır. Bu çağın çöküş döneminde ortaya çıkan en önemli olgu, gerçekleşen büyük bilimsel-teknik devrimlerin meşru savunma koşulları dışında toplumların dönüşümünde zorun rolünü geçersiz kılmasıdır. Kaldı ki, tarihte egemen ve sömürücü politikaların hizmetinde zor büyük oranda tahribat ve yıkım dışında bir anlama sahip olmamıştır. Mülkiyetin hırsızlık karakterinin verdiği korkuyla yönetici kesimi en büyük güvence olarak zoru görmüş, onu kutsamış ve abartılı kahramanlık öyküleriyle sürekli yüceltme gereği duymuştur. Hatta ilk mitolojilerde zor nedir bilmeyen tanrılar, sınıflı toplumun gelişimiyle, özellikle feodal çağda en çok cezalandıran ve kahreden sıfatlar yüklenmişlerdir.
Zorun rolü toplumsal dönüşümlerde sanıldığından daha azdır. Toplumsal süreçlerin niteliksel sıçrama dönemlerinde, tutucu engelleri aşmak açısından, zor bir dönüşüm rolü oynamaktadır. Bu tür zor eylemleri kısa süreli ve niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, sonra aşılmak durumundadır. Hâlbuki tarih boyunca uygulanan ve süreklilik kazanan zorun büyük kısmı fetih, işgal, talan ve benzeri eylemlerle haksızlık içermekte, tahribat ve yıkıma yol açmaktadır. Bunu örtbas etmek için, bu tür eylemlerin tanrının emri gereği olduğu söylenmekte; ölünürse şehit, kalınırsa gazi gibi sıfatlarla kutsanmakta, bu da yetmedi mi ganimetten büyük paylar verilerek mükâfatlandırılmakta, aslında böylece lanetli bir tarih yazılmaktadır. Bu anlamıyla yazılanların tarihi en lanetli tarih olarak değerlendirilirken, mazlumları da insanlığın gerçek vicdanı ve emek kahramanları olarak yüceltmek, doğru bir tarih yazmak anlamına gelmektedir. İlerici sistemlerin savunulması ve yayılması da gerçek özüne sadık olma koşullarıyla aynı yüceliğe sahiptir.
Uygarlık tarihinin zor çözümlemeleri doğru yapılmaktan uzaktır. Tarihe damgasını vuran şey, egemen ve sömürü sınıfın yüceltilmesini ve yönetici konuma gelmesini ifade eden mitolojik, dini ve felsefi görüşlerin ağır etkisidir. Tarih bu görüşlerin etkisiyle çok haksız, rolün gerçek sahiplerini tersyüz gösteren, gerçekten tarih olabilecek olguları göz ardı eden en tehlikeli kurgusal edebi metinler olmaktan öteye bir anlam ifade edemez durumdadır. Öncelikle bu tür tarihin tarihini doğru yazmak gerekir. Ancak bu görev başarıyla yerine getirilirse, daha çözümleyici bir tarih yazma şansı doğar. Belki de tarihte en büyük haksızlık, tarihin bu tür yazımına dayalı olarak yapılmıştır. Daha da olumsuz olanı, bu tarihi esas alan, bundan etkilenen ve adına tarihi kişilikler ve kurumlar denen olguların yaptıkları eylemlerin zincirleme hazsız akışıdır. Yanlış yazılan tarih hep yanlış yaptırır. Doğru pratiğin bir koşulu da bu nedenle ve öncelikle doğru bir tarih anlayışıdır. Doğru bir tarih anlayışı ise, uygarlığın doğru çözümlenmesinin başlangıç adımıdır.
Bu savunmayla yapmaya çalıştığımız da, en amansız bir süreçte doğru bir tarih ve uygarlık çözümüne taslak düzeyinde de olsa bir katkıda bulunmaktır. Ortada büyük haksızlık, komplo olduğunda ilk yapılması gereken iş, haksızlıkların tarihsel ve uygarlıksal temelini açıklığa kavuşturmak ve tarih yaptıklarını sananların alçak komplocular olarak çirkin maskelerini düşürmektir. Batının ve Doğunun tüm önemli merkezlerinden komplo tarzı yaklaşım sahiplerini, arkalarındaki dünya görüşlerini ve sefil yaşamlarını orta koymak, insanlığın büyük savunması anlamına gelmektedir.
En son olarak kapitalist uygarlık çağının yaşadığı süreç birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Muhafazakâr tarih bakış açısına sahip olanlar, yaşanılan dönemi “tarihin sonu” olarak değerlendirirken, devrimci yaklaşımla bakanlar “sosyalizm çağı” olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu yaklaşımların arkasındaki felsefe birincisi için durgun bir idealizm olurken, ikincisi için kaba materyalizm olmaktadır. Bunlar yaşanılan çağın tüm karmaşıklığını görmekten ve çözümlemekten uzaktır. Post modern uygarlık yaklaşımları da fazlasıyla pragmatik ve günübirlik yaşama gömülmüş sistemsiz görüşlerdir.
Süreci derinliğine belirleyenin bilimsel-teknik devrimler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Tüm toplumsal sistemlerin dönüşümünü belirleyen gelişmelerin maddi temeli, varılan teknik düzeydir. Fakat bu kendi başına tekniğin dönüştüreceği anlamına gelmez. Burada devreye girmesi gereken şey, ideolojik kimlik sürecidir. Eski düzenin aşılması ve yeninin uç göstermesi, ideolojik doğuş olmadan asla gerçekleşemez. Bunu şuna benzetebiliriz: Tarla olmadan tohum yeşermez. Açılan yeni tarlayı tekniğe benzetirsek, tohum da ideolojik kimliği çağrıştırmaktadır.
Kapitalist çağın ideolojik kimliği MS 15. ve 16. yüzyıllardaki Rönesans’la şekillenmiştir. Yeterince işlendiği için tekrarlamayacağız. 17. 18. ve 19. yüzyıllarda en büyük gelişmesini, kurumlaşmasını ve yayılmasını sağlamış ve tamamlanmıştır. Bu konular da ana hatlarıyla gösterildi. 20. yüzyıl ise, bunalım ve bunalımdan çıkış için yeniden paylaşım savaşları ile karakterize edilmektedir. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarla sistemin aynen, klasik yöntemlerle kendini sürdüremeyeceği kanıtlanmıştır. Eski tarz emek sömürüsü, klasik ve yeni sömürgecilik uygulamaları kendilerini aşılmaktan kurtaramamışlardır. Ama bu durumlar yeni bir uygarlığın, hele bir dönemler yaygınca iddia edildiği gibi sosyalist çağın başladığı ve kurulduğu anlamına gelmemekte; daha çok üretimin, paylaşımın ve yönetimlerin dönüşüm geçirmesi an-lamını taşımaktadır. Bu gerçeklik daha çok 20. yüzyılın sonlarında netlik kazanıp, çağdaş demokratik uygarlık olarak tanımlanmak-tadır.
Çağdaş demokratik süreçte kapitalist sistem ortadan kalkmış olmamakta, ama daha önceki sınırsız egemenlik çağını geride bırakmış olmaktadır. Egemenliği, sömürüsü ve yaşam tarzı ileri düzeyde bir sınırlandırmaya tabi tutulmaktadır. Çağdaş demokratik kriterlerin kendileri kapitalizmin dizginlenmesi, zapturapt altına alınmasıdır; istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü emekçilerle ve halklarla paylaşmaya zorlanmasıdır.
Şüphesiz bunda emekçilerin ve halkların mücadelesi belirleyici rol oynamakla birlikte, bu ancak teknik gelişmenin çok ileri boyutlara varmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarih boyunca emekçiler ve halklar çok büyük mücadeleler verdiler. Ama iktidarların ve sömürünün en aşırı düzeyde uygulanmasını önleyemediler. Bunda en önemli etken yenilgileri değildir. Daha çok teknik düzeyin kendi lehlerine bir paylaşıma ve katılıma imkân vermemesidir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artı-değer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak bir düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır. Çağdaş demokrasi, bu objektif koşullardan sonradır ki büyük atılım göstermektedir. Hem ideolojik kimlik olarak, hem siyaset kurumlaşması olarak kendisini sistematize etmesi bu objektif koşullarla yakından bağlantılıdır.
O halde çağdaş demokrasi, başka bir açıdan, kapitalist uygarlık sisteminin tüm sömürü ve yönetme mekanizma ve kurumlarının emekçiler ve halk grupları tarafından yeniden paylaşıma ve katılıma elverecek tarzda düzenlenmesi ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu sistemde ne eskiden olduğu gibi kapitalizmin tek taraflı sömürüsü ve iktidarı belirlemesi, ne de emekçilerin ve halkların kapitalist sistemi tümüyle ve zorla devirip kendi sis-temlerini devrimci tarzda kurmaları söz konusudur. Tersine iki taraf da kendi katı ve tek taraflı ütopya ve çıkarlarını sınırlandırmayı kabul etmektedir. Barış içinde demokratik hukuk devle-tinin kurallarına göre bir yaşam tarzı esas alınmaktadır. Tekniğin yol açtığı verim, artı-değer ve diğer tüm alanlardaki değer üre-timleri, demokratik siyaset mekanizmaları kullanılarak yeniden paylaşıma tabi tutulmaktadır. Bunun için her kesime siyasi iktidara katılım hakkı tanınmaktadır. Kimi zaman zorlama ve sertleşmeler olsa da, bu sistem üzerinde uzlaşmak, kavga içinde yitip tükenmeye tercih edilmektedir. Daha doğrusu, bu da yine tekniğin belirlediği, insanlığı toptan yok edebilecek kadar gelişmiş silah teknolojilerine dayalı saldırı ve fetih savaşlarının herkese kaybettirmesinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir.
Böylesi bir objektif temel kazanan süreç içinde, kapitalizmin klasik biçimini dayatamayacağı açıktır. Hem teknik, hem de emekçilerin ve halkların mücadeleyle kazanılmış özgürlük düzeyleri buna izin vermeyecek bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmıştır. Keyfi bir tercihin değil, koşulların belirlediği yeni bir dönem söz konusudur. Bu gerçekliğe, kapitalizmin demokratik dönüşüme razı olması da denilebilir. Kapitalizm kanlı maceralarla kazanıp yok olmaktansa, evrimci bir süreç içinde kazanma ve gerektiği kadar paylaşabilmeyi sistemin gereği saymaktadır. Bunlarla ne klasik kapitalizmin eski günlerine dönmesi söz konusudur, ne de devrimlerle yok olması geçerlidir.
Süreç içerisinde yavaş yavaş ve yeni uygarlık şekillenmeleri geliştikçe erimesi olanaklı görülmekte, tipik bir dönüşümün varlığına inanılmaktadır. Bunun da temeli yine bilimsel ve teknik geliş-melerde görülmektedir. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında bu kadar etkili olmasının temelinde de yine bu sürece en gerçekçi cevabı vermesi vardır. Bilişim ve iletişim teknolojisinin topluma kazandırdığı muazzam bilinçlenme olanağı, sivil toplumun üçüncü büyük alan olarak kazandığı güç ve siyasetle devletin demokratik kanallara açık olma zorunlulukları, tek başına bir sınıf-sal egemenliğe imkan vermeyecek karmaşıklıkta ve güçtedir. Demokratikleşen toplum ak veya kara ikilemini kaldıramayacak kadar çok renkliliktedir. Çok sayıda teknik mesleki kuruluş olmadan, sadece siyasi yönetimle toplum işleri bir gün bile yönetilemeyecek durumdadır. Daha da temel olanı, özgürleşen bireyi klasik otoriter ve totaliter anlayışla yönetmenin teknik nedenlerle imkansız hale gelmesidir.
Sonuç olarak, kapitalist uygarlık çağdaş demokratik ölçüler içinde kendini yeniden tanımlamakta, ideolojik kimlik kazanmaya çalışmakta ve tüm ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmalarda ilgili toplumsal kesimlerle uzlaşmaya dayalı bir yönetim ve yaşam tarzını kabul etmektedir. Bu durum sınırsız sömürü ve egemenlik çağlarının geride kaldığını kanıtlarken, yeni uygarlıksal gelişmelerin de tarihin gündemine girdiğini göstermektedir. Şüphesiz yeni uygarlık olguları ve ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel-teknik gelişim objektif koşulların temelini teşkil etmektedir. Bu zemine dayalı yaratıcı ideolojik kimlik oluşumları, çağın temel bunalımlarının karakterini aştırabilecek kurumsal olgular serpilip boy verecektir.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutları taze başlangıçlar halindedir. Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu an-lamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır. Daha önce-ki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartıl-makta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bu-nalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu da-ha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkum bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasi alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasi yapılanmaları da aşılmak durumundadır.
Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanım-lamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmak-tadır.
Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, i-kinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır.
Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir. İlgili bölümde de açıklandığı gibi, bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda at-tıkları bir iki küçük adım, ABD'li veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede M.Ö. 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür.
Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeni-den paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekansal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygar-lığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, in-sanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uy-garlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını da-ha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.
Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüz-yıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasi kültürün en önemli özelliğidir. Bu geliş-menin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasi birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görül-düğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmak-tadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkar etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkan tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne bir kurtarıcı rol beklemek ne de inkar etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaş-maktadır.
ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koy-muştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BM'li, NATO'lu ve IMF'li dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgula-nacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konu-sudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl bar-barların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oyna-maktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir.
Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmak-tadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur.
Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkar ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına in-sanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşa-maktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sür-dürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; “Çin işi, Maçin işi” tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üs-tünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleye-bileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur.
Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Buda’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle ya-tan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacak-tır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgi-sinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir.
Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültür-dür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçası ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır.
Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.
Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. M.Ö. 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır. 2000 dünyası benzer bir konumu yaşamak-tadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi in-sanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta "vur patlasın, çal oynasın" felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günü-birlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır.
Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uy-garlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.
Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uy-garlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sen-tezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Orta-doğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.
- Ayrıntılar
