Bu son büyük bombalamadan ötürü, hem sizlere geçmiş olsun diyorum, hem kutluyorum.
Genel Başkanlık Karargahı olarak değerlendirilen bu sahaya yönelik büyük bombalama, güncel gelişmelerin de ışığında iyice anlaşılıyor ki, çok önemli bir Genel Kurmay planlamasının, yine çok önemli bir halkasıymış. Her geçen an bilgileri bir araya getirdiğimizde ve yeni gelişmeleri de buna eklediğimizde gerçekten kapsamlı bir planla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlıyoruz.
Hiç şüphesiz bu son planlama değildir. Daha da yeni bir planlamayı ardı arkasına geliştirecekleri veya genel planlamanın bir başarısızlık temelinde kendisine yeni bir başlangıç yaptırma biçiminde yürürlükte kılmak isteyeceği açıktır. Kaldı ki buna yabancı değiliz.
PKK tarihi, hemen hemen doğuşundan günümüze kadar böylesine kapsamlı tasfiye planlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Tabii, bu son planlamanın kendi özgü yenilikleri var. Hem kapsam, hem katılan güçler bağlamında çok ileri bir düzeyi temsil ediyor. Ve aynı zamanda bizim de genişleyen ittifak sistemimizi hedefliyor.
Daha önceki planlamalar, Türk Genel Kurmayı’nın kendi öz güçlerine dayanarak ve salt PKK’yi ve Önderliği’ni özel olarak hedefleyerek geliştiriyordu. Fakat bu son planlama çok kapsamlı bir uluslararası hazırlık ittifakı temelinde geliştiği gibi, yalnız PKK Genel Başkanlığı’nı ve onun temel karargahlarını hedeflemiyor. Geliştirdiği ittifak sistemini de kesin kapsamına alıyor. Yenilik burada, ayrıca kullandığı teknikte bir sınır tanımaz çılgınca yaklaşım var.
Hiç şüphesiz bunlar bastırılamayan PKK ve onun askeri gelişmesiyle de çok sıkı bağlantılıdır. Gelişmelerin önü açık tutulup, hız kazandırılınca planın da kapsamı uluslararasılaşıyor ve tekniği de yoğunlaştırılıyor. Böyle bir değerlendirmeyi yapmak mümkündür.
Tasfiye planları tarihine baktığımızda biraz daha netleşmemiz mümkün. Çok kısa ana hatlarıyla değinecek olursak; PKK’nin bir grup olarak gelişme durumu ortaya çıktığında ki, bu 1975’lerin ortalarına denk geliyor, o zamanki tasfiye planı, grubun özellikleri ve biraz da bizim başlatma konumumuzu, dolayısıyla kişiliğimizi inceleyerek, içine sızma ve kontrol altına alma, tehlikeli olanlarını saptırıcı veya kendi kontrollerindeki eylemlerle bitirme, kalanı da elde tutma mantığına dayanıyor. Çokça incelendiği gibi, PKK’nin bir bağımsız grup olması aşağı-yukarı 1975’lerde netleşti. Ve o zaman grubumuza dahil olan bazı öğeler, grubu tamamen kontrol altına alma, etkisizleştirme, fazla gelişme şansı vermeme, gelişme olmuşsa saptırma, önde gelenlerini ya katlettirme, ya da kontrollerindeki eylemlerle bitirme ve yine son söz hakkını da ellerinde bulundurma çabalarına giriştiler. Bunu, aşağı-yukarı bizim yurt dışına çıkmamıza denk bir anlayış ve bir plan olarak yürüttüler.
1977’lerin ortalarından itibaren biz, bizzat böyle bir tasfiye ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Dolayısıyla biraz daha bilinçli yaklaşarak ömrümüzü yurt dışına çıkıncaya kadar, bu plana karşı bir planla, bizi saptırmaya karşı onları saptırmayla karşılık vererek, denilebilir ki, en iyi karşılığı verdik.
Tabii burada en belirgin yön, hata yapmamaktı. Anlayışları böyle yumuşak bir biçimde sonuçlandırmak. Yumuşak derken de, içinde Haki Karer arkadaşımızın öldürülmesi gibi cinayetler var, yine kirli, kullanılmış silahlarla içeri atıp otuz yılla cezalandırmalar var, bazı soygun eylemlerini, cinayet eylemlerini bizim kararımıza dayandırarak yaptırıp ve bizi böyle ağır eylemlerde olsun, cinayetlerde olsun cezayla cezalandırmak istediler. Hepsi mümkündür.
Tabii bunu yapmayınca, bunların sıkıntısı başladı. Özellikle Fatma ve Pilot gibi, sanırım bu işin önde gelen yürütücüleri epey sıkıldılar ve zamanın uzatılmasına büyük bir hoşnutsuzlukla yaklaşım gösterdiler. Bizim de olağanüstü sabrımız ve onları böyle nihai karara götürebilecek hatalar yapmayışımız, yine “kontrolünüzdeyiz”, “istediğinizi yapabiliriz, ama hele dur!” İşte çeşitli acabalarla, soru işaretleriyle, “öyle yaşasak daha iyi olmaz mı?” umudu veriyoruz. Onlar, yine işlerinin kontrollerinde yürüdüğünü sanıyorlar. Her ne kadar çok tehlikeli, kontrol dışı gelişmeler oluyorsa da, son çıkışımıza kadar, aslında kontrol var. Bunu oldukça bilinçli bir şekilde onlara yansıtmış olmamız, onların nihai darbeyi vurma gibi bir eğilim içine girmelerini önledi. Grup aşamasındayken, PKK tasfiyesini daha çok bunlara dayanarak boşa çıkarma.
Bu konuda sanıyorum bizim karşıt planımız veya yaklaşımlarımız son derece hayati bir rol oynamıştır. Düşmanın saldırı tarzını, yine yönelim taktiklerini en uygun bir taktikle karşılamıştır. O da, onların eylem anlayışlarına girmeyişimiz, yine, provakatif davranışlarına geleneksel Kürt kişiliği ile cevap vermeyişimiz, -hem kadın, hem erkek boyutunda- daha özgün bir davranış biçimini sergilememiz, derin endişelerle ve tabii bunun doğurduğu tedbirlerle grubun şansını artırmaya çalışmamız, belki de hem sol, hem Kürt grupları tarihinde görülmemiş böylesine bir anlayışla onları karşılamamamızdır ki, ne polis literatüründe, ne de MİT literatüründe bunun başka bir özgün örneği yoktur. Bu, sanırım onları bir kargaşaya, bir değerlendirme hatasına götürüyordu. Zaten, günlük merkezlerine giden raporların da saptırmalı raporlar olduğu ve kararların da böyle raporlara dayandırılarak gelişmesi, onları gittikçe daha fazla hataya götürdüğünü söyleyebilirim.
Biz böylece uzatmalı savaş taktiğine göre ömrü uzatıyoruz, grubun yaşama şansını geliştiriyoruz. Hatta grubu da oldukça büyütüyoruz. Elazığ tutuklanması gibi, yine Şahin’in itirafları gibi bir tehlikeli durum bile bizim için son derece uyartıcı bir etki oluyor. Oradan çıkardığımız sonuç; dışarı çıkma kararıdır. Bir-iki ay daha gecikirse, grubun tasfiyesi gelişecek. Ciddi bir olayı -bu da PKK içine düşmüş büyük bir operasyon diyelim- doğru bir kararla karşılamamız ve bu çok önemli adımı atmamız, bu dönem düşman planlamasını boşa çıkardı. Ki bu daha çok MİT ve dar bir kontr-gerilla birimi tarafından yürütülüyor, henüz tüm Genel Kurmay’ı etkilemiş olduğunu, yine tüm partileri, siyasi sistemi etkilemiş olduğunu sanmıyorum. Dar bir kontr-gerilla birimi ve MİT çabalarının planıdır. Böylece bu planın etkisinden sıyrılınca, PKK için artık yeni bir dönem başlıyor.
Bildiğiniz gibi sıcak savaşım sahası Ortadoğu, TC’nin kontrolü dışındadır. İlk altı ayda sanırım pek de Türk Genel Kurmayı’nın ve MİT’in fark edemeyeceği bir çalışma yürütülüyor. Kendimiz için bir temel kazanıyoruz. Bazı önemli ilişkileri ve bazı grup aktarmalarını gerçekleştiriyoruz. Bunlar, bizim açımızdan yeni bir gelişmenin ilk adımlarıdır.
1980’lerin başlarından itibaren PKK’nin Ortadoğu sahasına dayalı olarak gelişeceği aşağı-yukarı anlaşılıyor. Bu yıllardan itibaren de yeni bir planlama ile karşı karşıyayız. Zaten biz, ihtiyatı elden bırakmadan aynı yöntemi dışarıdan da sürdürdük. Özellikle Semir’in devreye girişi var. Yine bazı böyle Antep grubuna dayalı olarak Terzi Cemal, Ali Çetiner gibileri de var, -sanırım kuşkulu yönleri var- onlar da çıkıyorlar. Fatma yine çıkıyor, bazı öğelerle birlikte ki bunlar içimizi karıştırabilecek öğeler. Semir ile Fatma, 1980 sonrası ülkeye yönelişi bu sefer boşa çıkarmanın en etkili isimleri olarak değerlendirilebilir. Daha sonra anlaşıldı ki, bunlar zindanla özellikle bağlantı kurabilmişler. Önemli bir PKK karargahı olarak nitelenen Diyarbakır zindanı başta olmak üzere, dayatılan zindan tasfiyeciliği planı oldukça acımasızdı.
Aynı şekilde bu yıllarda bazı zindan dışı gelişmeler de var. Bu sahada, söylediğim isimlerin yanı sıra muhtemelen Avrupa’da Doğan Karakoç’un itirafı vardı. Bu, Ali Çetiner ve Terzi ile aynı grubun elemanıydı, üçlüydüler, onun Avrupa’yı kontrol etme durumları olabilir. Her ne kadar bizim inisiyatifimiz artıyorsa da, onların da kendilerini toparlama ve tekrar içerden PKK’yi etkisizleştirmeye ağırlık vermeleri, bu planın önemli bir parçası. Zaten PKK’nin de dağda savaşacak gerillası yok, kitlesi yok, hepsini pasifize etmiş. Geriye PKK’nin kadrosunun organize etmeye çalıştığımız bir Ortadoğu sahası var. Avrupa’nın da öyle ciddi bir çalışması yok. Tümü, benim etrafımdaki gruplaşma ve kadrolaşmadır. İçerde çekirdeği yozlaştırma, çekirdeği büyük bir kafa karışıklığına itme, çekiştirme, ülkeye değil Avrupa’ya yöneltme, yine kendi aralarında basit yaşam güdüleriyle uğraştırma, yöneltme, bu kişilerin en çok dikkat ettikleri bir yaklaşımdır.
Türk Genel Kurmayı’nın daha fazla planı olamazdı. Olabilmesi için bizim ilişkilerimizin olduğu Filistinli örgütlere el atması lazımdı. Zaten altı ayı geçmeden el attılar, bu bildiğimiz Arafat’la ilişki kurdular. Ecevit döneminde Ankara’da bir elçilik verdiler ki, bu bize yönelik bir planlamaydı. Suriye sahasını bize kapatmak için Suudi’yi devreye sokuyorlardı. Bu dönemi hatırlıyoruz, ama Filistinlilerin belli bir inisiyatifi var, Suriye ise bunu pek dinleyecek durumda değil. Dolayısıyla dışarıdan hükümetin, Genel Kurmay’ın mücadelesi sınırlı.
İçerdeki elemanları da ülke içinde olduğu kadar etkili değiller. Çok önemli yozlaştırmayı, kafa karışıklığını yürütüyorlarsa da, bizim de tabii amansız, örgütsel, ideolojik, diplomatik çalışmalarımız var. Bizim gelişme şansımız bu kez daha yüksek.
1981-‘82 yoğun bir mücadele sürecidir. Çok iyi hatırlanıyor ki, bu yıllarda bir ekip, işte “Hakkari’ye tek bir grup göndertmeyeceğiz” sloganı adı altında faaliyet gösterdiler ve oldukça da önde gelen bazı kadro adaylarımızı baştan çıkardılar, basit yaşam güdülerini ayaklandırdılar. Avrupa’ya yönelme, sahte yaşam anlayışlarını tahrik ettiler. “Bir şey yapılamaz, en iyisi ancak idare edebiliriz” anlayışına saptırdılar. Apolitik, fazla örgüt endişesi olmayan önde gelen birçok öğemizi, hatta merkezi diyelim, boğuntuya getirdiler. Bütün ilkel kişilik düzeylerini çok iyi değerlendirdiler. Zor süreçte güdülere hitap ettirilerek, kişilerin yozlaştırılarak devrim dışına taşırılabileceğini iyi gördüler ve bu konuda da oldukça önemli bir çalışma yürüttüler.
Dışarıda da dediğim gibi Filistinli örgütler elde edilmeye çalışıldı. Suudi ile Suriye üzerine etkide bulunulmak istenildi. Doğu Kürdistan üzerinden bazı birimlerimizin ilişkide oldukları -ki Mehmet Hoca vardı, onlarla ilişkide- KDP ile ilişkilerini yeniden geliştirdiler. O tedbiri de aldılar. İşte “Hakkari’ye tek bir adam çıkartmama” konusunda KDP bağlantısını iyi kurdular. Şahin Kılavuz’un sorumluluğundaki on kişilik ilk grubumuzu imha ettiler. Yine 1982’lerdeki yoğunlaşan grubumuzu kendi kontrolleri dışına çıkarmamaya, TC ile birlikte onu daha da hakimiyet altında tutmaya büyük özen gösterdiler. Çok iyi hatırlardadır, hatta bizim grubun sorumlusu arkadaşımız bile, o gün tutulması gereken stratejik yerlere hiç girmiyor. Hatta eylem yapmama sözünü veriyorlar. “Botan hududunun her iki yanına yaklaşmama” -ki sanırım bu KDP’nin TC’ye verdiği bir söz- durumunu bizim gruba kabul ettiriyorlar. Dolayısıyla çok önemli bir süreci burada boşa çıkartıyorlar. Bunu daha sonra bize de dayattılar. “Eylem yapılmazsa çok iyi olur” diye hatta rica ettiler.
Anlayışın tehlikesini biz sezdik ve gereken sonuçları çıkartmıştık. Velhasıl 15 Ağustos Atılımı’nın eksik de olsa gerçekleştirilmesi ile bu ikinci büyük tasfiye planı boşa çıkarıldı. Birincisinde nasıl yurt dışına çıkmayı başardıysak, boşa çıkarıldıysa, bunu da 15 Ağustos Atılımı’nı başlatmakla boşa çıkardık diyebiliriz.
Tabii buna verilen karşılık daha kapsamlı olacaktı. Nitekim ordu önemli oranda devreye sokuldu. Klasik isyanı ezme planı biçiminde bir planla gelindi. KDP, Güney’de tamamen kontrole alındı. O bildiğiniz ilk bombalamalar bu ilişkiye dayalı olarak yapıldı. KDP ile ilişkilerimiz gittikçe bozuldu. Yine, Suriye üzerinde yoğun görüşmeler yürütüldü. Arap gericiliği ile ilişkiler geliştirilerek, bizim üzerimizde çok etkili olunmak istenildi. Kürt reformistleriyle ilişkiye geçildi. KUK gibi, işte Peşeng, hatta bu Özgürlük-Yolu hem Ortadoğu’da, hem Avrupa’da bize karşıt bir duruma getirildi. Hatta Paris’te gizli görüşmeler yaptırıldı. Yine bu yeni dönemde KDP bünyesinde -içimizde de- gizli görüşmeler yaptırıldı. Bildiğimiz öğeler faaliyetlerini son perdeyi oynamak biçiminde gösterdiler. Özellikle Fatma son perdeyi oynamakta kararlıydı. Yine bu son dönemde Antep grubundan Ali Çetinerler de daha dikkatli değerlendirilebilir. Semir yine Avrupa’da özellikle oynamaya devam ediyor. Bir yerde ilk dönem tasfiye planlarının son perdeleri oluyor. Hem dışımızdaki reformistler, KDP, bilmem ordunun seferber edilmesi, içimizdeki tüm güçlerini kullanmaları 1986’da Agit arkadaşın şahadeti, sanırım bir de Botan’da kuşkulu katılımlar vardı. Onlar muhtemelen bir sızma olabilirdi. Guyine köyünde çıkan bir çete vardı. Onların da Botan’ı böyle kontrol altına alma çabaları 1984 15 Ağustos Atılımı bir yılını doldurmadan tasfiye planını hayata geçirecek çalışmalardı. Sanıyoruz bütün bölgeler mükemmel çalıştılar.
Yine uluslararası alanda PKK’nin teröristliğini geliştirmek için o Palme cinayeti geliştirildi. Yoğun olarak CİA, Alman polisiyle ilişkiye geçildi, anlaşmalar yapıldı, Avrupa’da yayılmanın önlenmesi için. Ortadoğu’da, özellikle Fatma’nın yine provakatif davranışları son haddine kadar gelmişti. Gerillada, Agit’in şahadetin de de görüldüğü gibi, orada da kontrol neredeyse ellerindeydi. Bunların kapsamlı bir plan olduğu net. Bu plan sanıyorum en geç kendilerine göre 1987’ye ulaşmadan, 1986’nın başlarında bizi tamamen yine etkisizleştirme, tasfiye etmeyi amaçlıyor, öyle daha fazla bir ömür biçtikleri söylenemez. Zaten planların yaklaşık olarak altı ay veya bir yıl gibi bir süreyi kapsadığını söylemek gerekir. Bize fazla ömür biçeceklerini tahmin etmiyoruz. Daha önceki de öyleydi, ömür belki de bir-iki aylıktı. Belki 1984’ten sonraki bir yıldır ki, nitekim 1985’in sonlarına geldiğimizde bizim gerillamız kendi kendini tasfiye eder hale gelmişti.
Bizim o zaman buna verdiğimiz karşılık, bütün bu kargaşayı göz önüne getirerek, -büyük bir kargaşa- yani içte, dışta, adeta düşüncede bile süreci iyi tahlil edip kavramak ve ne yapılması gerektiğini cevaplandırmak büyük bir sorun. Tabii epey çağrılar yapılmıştı, gitseydik, sanıyorum mevziiyi zamansız terk etme olurdu ve onlar için sonuçları tam olabilirdi. Yine mevziimizi derinleştirmeyi esas aldık. 15 Ağustos’tan sonra nerdeyse on-on beş kişi kalmıştı. Hiçbir gücü bırakmamıştık. Bir yıl sonra tekrar grubu burada çekirdekleştirmeye özen gösterdik.
O III. Kongre süreci gibi daha geniş ideolojik netleşme ve daha geniş bir kadroyu burada oluşturmanın en doğru bir yaklaşım olabileceğini hissettik, düşündük ve yoğun çabası içine girdik. Yine bu konuda bizim daha planlı, böyle oldukça sabırlı, son derece örgütsel çalışmaya ağırlık veren, onu esas alan, partiyle uzun süre oynayanları biraz daha yakın takibe almamız, onlara teslim olma şurada kalsın, onları giderek daraltma ve nefes alamaz duruma getirmemiz, tahrikçileri tahrik etmek ve böylece de “bize erken doğum -ki, bunu Semir söylüyordu- yaptırdınız” diye erken doğum yaptırmak istedik. Bir-iki sefer hem de erken doğum yaptırma gibi bir sürece onları tabi kılmamız, tamamen renklerini açığa çıkardı. Ve 1986 Kongresi’ne giderken, Fatma zaten tamamen deşifre edildi. Diğerleri de, Ali Çetiner sanırım, tüm bu içten kemirici öğeler önemli oranda netleştirildi. Çekirdek biraz geliştirildi.
Tekrar 1987’den itibaren yeni bir gerilla atağına başladık. Ona verilen karşılık bu sefer Olağanüstü Hal Yönetimiydi. Sanırım bunun da ömrü bir yıllık planlamaydı. Olağanüstü Hal bu planlamanın önemli bir halkasıydı. İçimizdeki dayanabilecekleri öğeleri kaybedince, susturdukları öğelerin artık tamamen etkisizleştirildiği ortaya çıkınca zindandaki gelişmeleri hızlandırdılar. Zindanda özellikle elde ettikleri öğeleri, partinin dışarısını da etkileyecek bir biçimde örgütleyip, planlamanın esası haline getirmek istediler. Bilindiği üzere 1984’ten sonra zindan tasfiyesi neredeyse tamamlanıyor. Bir sahte bölünme yaratılıyor; Hilvan grubu, Batman grubu adı altında. Aynı öğe iki grubu tahrik ediyor, geliştiriyor. 1986’da -ki önemli bir tarih- ilk darbeyi vurduğunda içerde geri çekiliyor, adam tekrar geliyor.
1987’de bu sahada işler tamamlanınca, Dilaver’i yeni lider olarak lanse etmeye, onun için çok köklü bir hazırlık yapılıyor. Komünist Parti liderleriyle tanıştırılıyor. İçerde sanırım değişik kişiliklerle tanıştırılıyor ve dışarı çıktığında -ki o zaman ancak gelişme biraz Sovyetler Birliği’ne, İşte bu KDP gibi solculuğa dayanarak çıkış yapılabilirdi. Tahminen Şener’de zaten KDP konumuna ağırlık veriyor; içerde ve İstanbul’da KDP’nin içindeki uzlaşan kesimleri bir araya getiriyor, bizzat beraber kalmaları sağlanıyor. Zaten 1987’de de TKP, Haydar Kutlu onlar gelip tam teslim oluyorlar veya anlaşıyorlar. Bunların içinde bu öğeler de var. Zaten bizi boğacak olan da TKP veya o kanalla Sovyetlerdir.
TKP ile anlaştıktan sonra Sovyetlerle de anlaşma olur. TKP’nin de tasfiye edilmesi, Kemalistler döneminde Stalin’le biraz geliştirilen ilişkilere, 1950’lerden sonra da, hatta Demirel döneminde de Brejnev gibilerle geliştirilen işlere bağlı. Sanırım bir araştırmada netleşmiş, TİP’in bile artık işlevsiz bırakılması Türkiye’nin Sovyetlerle geliştirilen ilişkilerine bağlanıyor ki doğrudur. Aynı model işte PKK’ye, Sovyet bağlantısı, -ki Suriye’de hakim, Lübnan’da, Filistin de hakim- Sovyet halkasını iyi yakalarsak, o halkada TKP’yi kullanırsak, TKP’nin de PKK uzantıları var, Şener zaten girmiş, Dilaver tamamen giriyor. Böylece Sovyet ilişkisini arkasına alarak, TKP’yi arkasına alarak.
PKK içinde de epey itibarlı bir adı var, ünü var. Avrupa’da sosyal-demokratları Avukat benzeri ayarlamış. Zaten onlar enderdir, yani NATO çerçevesinde kullanılmaları zor değil. Buna kafa tutacak Palme gibi olanlar da katledilmiş. Ki onun da uluslararası boyutu var. Onun katli bizimle de, Kürt meselesiyle de bağlantılıdır. Çünkü Palme az-çok NATO’ya ve Kürt meselesinde sisteme alet olamayacak belli bir onuru yaşıyor. Yani Vietnam’da da bunu göstermiş, diğer ulusal kurtuluş hareketlerinde de göstermiş. Muhtemelen İsveç’e dayanabiliriz. Palme ile ilişkiler kötü olmayabilir. Onu bize yöneltmek istiyorlardı ve Palme tavır almadığı için o cinayet geliştirildi. Kürtlere ve PKK’ye mal edilmek istendi.
1987’ye geldiğimizde Şener’in hazırlıkları var, Dilaver dışarıya çıkmış, Avukatın da Avrupa’daki faaliyetleri yoğun. Olağanüstü Hal bastırıyor, bizim gerilla hamlemiz var. 1988’in ortalarına geldiğimizde bizim yine genel karargahımıza geldiler. Halen hatırlıyorum, birisi şunu diyordu; “üç ay içinde duman olacaksınız”. Resmen şunu demeye getiriyorlardı; “bu yeni gelişmelere uyun!” “Sosyal-demokratlar ne istiyor, TKP ne istiyorsa, o noktaya gelin. Bırakın o silahı, mücadeleyi, belki bazı haklar düşünülebilir”. Ki, M. Ali Birand böyle gelmişti, bazı kültürel haklar düşünülebilir, ama her şeyden önce bu gerillayı bırakın. Mesaj buydu. Avukat bunu çok açık söyledi, tehditlerle birlikte.
Kresky, ki bu sanırım Yahudi kökenli ve İsrail İşçi Partisi’yle de bağlantılı, yani dostane işte. “Gel sana Avrupa’da davetiye de aldık” diyordu. “Ortadoğu sahasını terk edersen, orada yaşarsın”. Hatta Nargo May diye bir Fransız örgütüyle ilişki kurmuşlardı, “helikopter bile var, dağda kamp da açmışız” diyorlardı. Hatta bir tanesi de Stalinci, kırk yıl Fransa adına çalışmış. Öyle radikal bir örgütmüş. Tamamen bir avlanma örgütü olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bunlar da işte 1988’in ortalarına doğrudur ki, bir yılda bizi tamamen bitirmeyi hedeflemişler.
NATO işin içine bulaştırılmış. Sosyal-demokratlar elde edilmiş. Sovyetler Birliği’ndeki o TKP eğilimi Türkiye’ye gelmiş, o tamamen sağlama alınmış, zindanda tamamen kontrol ele geçirilmiş, Şener mutlak yönlendiriliyor. Dağdaki gerillada da buna benzer durumlar var. Agit’in şahadetinden sonra bu gruplar inisiyatifsiz, fazla gerillayı geliştirmiyorlar, yine gruplar içinde bazı kuşkulu yaklaşımlar var. Zaten gerilla da 1988’in ortalarına kadar fazla açılım göstermemiştir. Böyle bir kuşatılmışlık altında, sanırım 15 Ağustos Atılımı’na gelmeden bitecek. Nitekim Avukat şunu diyordu; “APO gidicidir, biz Avrupa’yı ele geçirdik, zindan kontrolümüzde, dağdaki birçok eyalet de”.
İşte Amed, ki o zaman haklı da, bazı öğeler tamamen onlara çalışıyorlardı. Biz gülünç bulduk. Fakat şimdi anlaşılıyor ki, o plan gerçekten kapsamlı ve o çağrıyı yaptıklarında yürütülecek güçte onlar da. Nitekim buna bir de Almanya’daki tutuklamalar eklenirse, geriye bırakılan öğeler, kontrol altındaki öğeler, içerdekiler de teslim olur. Bunu açık söylemişler, “APO’ya karşı çıkın, sizi iki günde bırakırız”. Bütün bunlar tabii bu planın hem uluslararası boyutunu; Sovyetler kontrole alınmış, Avrupa alınmış, içimizde kontrol gelişmiş. Tabii bu dört dörtlük bir plan. Neden başarıya gitmedi? Yine bu bence benim mevziiyi değerlendirme tarzımla bağlantılı. Eğer burada mevziiyi yine zamansız terk etseydim, örneğin Avrupa çağrısına uysaydım, 1986’dan önce de yine KDP mevzilerine gitseydim büyük bir ihtimalle ne kadar iyi çalışsak da, temel hata yapıldığı için kaybetme riski daha fazla olurdu. Temel taktik veya temel mevziiyi değerlendirişimiz, daha sabırlı olmamız; tabii mevzi yalnız coğrafi anlamda bir yerde kalmak değil.
Mevzilenme; örgütün ideolojik, örgütsel çalışmalarının amansız sürdürülmesidir. Coğrafya olarak da en azından emperyalizmin kontrolünde olmayan bir yerdedir. Bütün girişimleri direniş duvarlarına çarpıyor, geri kalıyor. Boşluklar var, biz ha bire onu değerlendiriyoruz. Dolayısıyla bu isabetli bir mevzi değerlendirmesidir.
Ben geçen gün ‘Savaş Sanatı’ adlı bir kitap okudum. 2000 yıl öncesini anlatıyor. Onu yazan Isu Sun adındaki Çinli generalin bir-iki cümlesini okudum. Onu ders kitabı olarak mutlak işlemelisiniz ve her arkadaşın cebinde bulunmalı. Biz o kitaba göre davranmışız. Orada bazı temel stratejik ilkeler vardır. Savaş sanatında ona göre aslında mevziiyi değerlendiriyoruz. Bu tabii düşmanın gücünün muazzam kullanılmasına ve bizim de -orada bir söz var işte- “savaşmadan savaşı kazanmak”, bu ilkeye göre mükemmel bir savaş yürütüyorum. Yani savaşmadan savaşı kazanmak ilkesini hayata geçiriyoruz. Ve mükemmel sonuçlar veriyor.
Tabii bu savaşmadan savaşmak, çalışmamak anlamında değil. Tam tersine düşmanın istediği pençeleşmeyi, istediği yerde savaşmayı kabul etmemek anlamında savaşmamaktır. Yoksa kendimize göre müthiş bir savaş yürütüyoruz. Nedir mevzi savaşı? İşte sizin hiçbir zaman yapmadığınız bizim gerillamıza hakim olan bir anlayış vardı; düşmanın tedbirinin en çok aldığı noktaya saldırmak. Bunu yapmayan gerilla birimi var mı? Halbuki intihardır ve bu savaşı kaybetmedir. O kitapta çok güzel işliyordu. Benim ki tabii bunun tam tersi, düşman bütün hamlelerini, bütün kılıçlarını savuruyor, ama ortada hedef diye bir şey yok, kılıcı boşa çakılıyor. Bir anlamda savaşmadan savaşın bütün inceliklerini uyguluyoruz.
Birimlerimiz ise, tersine, ben buna Donkişot yöntemi diyorum. Yel değirmenine saldırır gibi düşman birimlerine saldırma. Temel hatayı böyle işliyorlardı. Ama tabii savaşın kaderi bizim elimizde olduğu için, stratejik olarak biz yönettiğimiz için gerillanın o kadar kayıp vermeleri ve rolünü oynamamaları fazla etkili olmadı veya bizim savaş tarzımızın kazanmasını önleyemedi. İşte bu anlayış gereği, biz mevziimizi sağlam tuttuğumuz için, 1989 ortalarından itibaren onların hiç beklemediği yerden çıkış yapıyoruz. Bütün değerlendirmeler; -sanırım emin yerlerden alınmıştır- “siz biteceksiniz” diyordu. Avukat kesin konuşuyordu. Birand kesin konuşuyordu “mucizedir yaşamınız” filan diyordu. Ve sanırım bunu söylerken de boş konuşmuyorlardı.
Biz siyasi mülteci olarak Avrupa’ya yığılmış olsaydık, Burkay gibi olurduk, bu Haydar Kutlu gibi olurduk. Tabii bu da bitmedir. Avrupa’nın elinde oyuncak olmadır ve bu bir gerçek. Yani bunu bozan; bizim mevzide ısrar ve 1988 sonrası tekrar bu sefer daha da çalışma tarzımıza yüklenerek böyle nicelik olarak tekrar bir yoğunlaşmayı başlattık. Kampı çok daha geliştirdik. Çözümlemeler derinleştirildi. Çekirdeğin biraz daha yoğunlaşması 1989’u iyi başlattı. 1989’da bir gelişme vardır. O, bu çabaların ürünüdür. 1988 tasfiye planının boşa çıkarılmasıyla bağlantılıdır.
Tam bu noktada, yine bizim bu planı boşa çıkartacağımız anlaşılınca ki, Dilaver’de 1988’in başlangıcında intihar etti. Avukat-Fatma tümüyle yer altına kaçtılar, halen de açığa çıkmıyorlar. O Şener olayı meydana geldi. Sanırım, Şener 1989’da çıkarıldı, tabii 1988 planıyla bağlantılı. İçerde onun rolü çok büyüktür, fakat dışarıda elemanları var, onlar boşa çıkarılınca Şener’in dışarıya çıkarılışı, aslında hukuki değil. En önemli yön budur. Hukuk dışı bir görüşle dışarı çıkarılmıştır. Yani politik amaçla dışarı çıkıyor veya bu söylediğimiz yeni politika gereği liderlik yapması için dışarıya çıkarılıyor. 1989’da geldi. Onun geliş tarzı ilginçtir. İncelemeye değer, artık bazı arkadaşların incelemesine bağlı. Biz aldık yanımıza ve bir yıl kadar ona karşı da çok duyarlı bir yaklaşım gösterdik. Hata yapmamak için büyük hassasiyet gösterdiğimi hatırlıyorum.
1989 boyunca onu -bana göre anlamlıydı tabii- anlamadan bırakmak, olumlu veya olumsuz yönde olsun hatalı bir yaklaşım göstermek yerinde değildi. Ve mükemmel bir portre çizdi. Yani bu dürüst olsa, en azından Kemal Pir kadar hassas birisi olabilirdi dedim. Daha doğrusu o imajı veriyordu. Ama şu bazı zaaflarını tespit ettik; arkamızı döndüğümüzde müthiş numara çevirdiğini gördük. Belki kişilik zaaflarındandır, zindan etkisidir diyorduk, öyle kuşku verici yönleri vardı, anormal yönleri vardı. O da giderek sabırsızlandı, mutlaka sonuca gitmek istiyordu. Alenen anlaşma var demek istiyordu. İki-üç sefer dilinin ucuna getirdi, fakat daha sonra çakıl taşı gibi tekrar yuttu. İki-üç defa denedi, halen hatırlarda, “anlaşma yaptık TC’yle”, işte bu Özal’ın yeni yaklaşımları filan vardı, “gel sen de uy!” diyordu.
Zindanda işte yavaş yavaş bırakmalar vardı, yumuşamalar vardı. Sanırım o sözde taleplerin karşılanması, ama tamamen PKK’nin tasfiye edilmesi var. Bu dönemde Şener kilit adamdır. Gerillayı tasfiye etmeyi bir no’lu görev olarak kafasına koyuyor. Bunun için benden güç almayı taktiğinin en önemli parçası olarak kabul ediyor. Yani mükemmel kavrayan birisi. Çok zeki daha doğrusu, Fatma gibi böyle kurt bir kişilik. 1989’un sonlarında, 1990’ın başında bu plan aslında tamamen hayata geçirilecekti. 1988’in ortalarından sonra ve 1990’ın başına kadar biçilen bir yeni planlama sürecidir.
1990 sonu, bu planın da artık tam hayata geçildiği, IV. Kongre’yi gerçekleştirmeden PKK’nin tasfiyesinin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir süreyi kapsıyor. Avrupa’daki yargılamalar devam ediyor. Zaten önüne gelenler tutuklanmış, üzerinde teslim alma operasyonları devam ediyor. Avukat, Fatma onlar gizli çalışıyorlar. Avrupa’da bilinen faaliyetler böyle gidiyor. Dağda kuşkulu gelişmeler var. Kör Cemal gibi, Metin gibi, ya direkt ya dolaylı yönlendiren, yönlendirilen tiplerin yaklaşımları var. Gerilla zaten fazla güçlü değil. Yine Baran onların çabaları var. Özellikle Hakkari’de, Çukurca’da zırnık kadar gerillaya adım attırmama ki çok önemli bir çalışmadır, 1990’lara kadar diğer bölgelerdeki gerillanın da tutunma şansı fazla değil. Ama olanı da işte çok yönlü bir kontrolle etkisizleştirmeyi yöneldiler.
Dediğim gibi bizim Anakarargaha dayalı olarak bu yeni tasfiye planı etrafında o zaman Beka’ya çok sayıda ajan gönderildiğini biliyoruz. Kampın içine epey sızmaların yapıldığı belliydi. Hatırımdadır, yine Starda birisi çıkıp konuştu, Ersever’in öldürülmesinden sonra şunu diyordu; “biz APO’yu aslında 1990’larda yakalamıştık. Bize dirisini isteriz dediler”. Benim o zaman yaptığım yorum; diri değil de, Şenergilin tam hakimiyeti elde etmeleri için benim biraz daha yaşamam veya benden güç almaları gerekiyordu. Güç almadan Şener tam hakimiyetini kuramazdı. Şiddetle bağlıydı, çünkü hareketin tüm kadrolarını kontrol altına alabilecek imkanları elde etmemişti.
Hasan Bindal’ın şahadeti de bunun bir parçası. Muhtemelen bundaki kitle ve katılımlar bize bağlı olabilecek tiplere bağlanabilirler, dolayısıyla bir prova olarak onun katledilmesi söz konusu. Geriye bağlanmayacak veya farklı bağlanacak bir kişi olup-olmadığını denemiş, Güney kitlesi, bilmem gidip temel eğitim sahasında denemiş hepsini, özellikle kızlarla da epey oynayarak bağlamış. Semir de aynı yöntemi uyguluyordu. Fatma da kadın zaafını çok iyi kullanarak bunları etkilerine alabileceklerini ve bize bağlı kadroları da boşa çıkarabileceklerini kesinleştirmişti.
Denemeler başarılı tabii, burada bizim aldığımız bir karar Şener’i tam böyle kendini kanıtlayacak bir ortamın içine sokmaktı. Kemal Pir rolünü oyna dedim, tamam dedi, yaparım filan, çünkü o imajı geçirmek, sınamak gerekiyordu. Bu tabii onun planlarının allak-bullak olmasına yol açtı. Hemen şunu belirtebilirim ki; Şener bir general kadar etkili bence. Çok politik, kurt gibi birisi, yani taktikte ben ne isem, o da karşı tarafta odur. Yani hem de çok zeki, böyle hem de adım adım geliyor. Hamleye karşı hamleyle, ilişkiye karşı ilişkiyle cevap veriyordu. Ama halen ipler elimde tabii. Ve benim onun hakkında aldığım karar, onu planladığı gibi çalışmaktan alıkoyuyor. Çünkü kamp önemli, yine Güney faaliyetleri var.
Beni kontrole almak için ona söylenmişti, çünkü o zaman Cem Ersever’le yanında o öldürülen bir bayan vardı, işte onu bile yanımıza getirecek kadar etrafımızı kolluyor. Kürtçe öğrenmiş, birçok Güney’li KDP ilişkileri ile ilişki kurmuş, birçok ajan göndermiş. Burada mesele hal edilecek. Temel taktik bu. Şener de bunun önde geleni, esas hareketin başı gibi hareket edecek. Baş kopunca geride yaptığı çalışmalar var. Hatırlardadır yani, bir not, geçerken düşüyor mu, bir yere mi gönderiyor, işte oradan gönderilmiş bir not diye gönderdiler. Biz açtık, bir bayan arkadaştı -halen yaşıyor- kıyamet koparıyor, APO’nun ajanları arkamızda, işte keşfedildik. Aman Şener, şöyle Şener. Tabii ilahlaştırmış, “bizi bir an önce al, bizi mahvedecek”. O zaman bu, tıpkı Fatma olayında olduğu gibi suçüstü yakalanma gibi bir şey. Yani böyle gizli çalıştığı açığa çıktı. Tabii o zaman biraz daha tedbir alındı. Tekrar dönmek istiyordu. “Mutlaka gelmeliyim yanına”. Sanırım o da kaybettiği noktada kazanmak, yani biraz zaman olsaydı herhalde fiziki tasfiye de dahil, tüm yöntemleri deneyecekti. Bizim de tedbirlerimiz, yine ihtiyatlı, duyarlı yaklaşımımız var. Bunu da sanırım engelledi ve 1991’in Mart’ında kaçtı zaten.
Tabii onun öyle kaçması, tam örgütü ele geçirmemesidir. Taktik şu; örgütü ele geçirecek. İşte sağ bırakılması, APO’nun işte hemen tasfiye edilmesi, örgütün ele geçirilmesi için gerekiyor. Ele geçirebilmesi için zamana ihtiyacı var. Benden aldığı güce ihtiyacı var. Bunun için mutlaka ilişkileri benimle sürdürmesi gerekir. Bütün bunlar denk gelmiyor, giderek açık veriyor. Kongrede “bunu uygulamaya alalım” diyordu, “gerillaya saldırısı var”. IV. Kongre’de birçok arkadaş bunu fark etmiş, belgeler de var. Kuşkulanıyor. Dilaver gibi, diğerleri gibi, yani Semir onlar gibi mosmor kesiliyor ve işi kaçmakta buluyor. Dolayısıyla o kontrgerillanın diğer çalışmaları yarım kalıyor. Bazı tipler vardı, epey gelmişlerdi. Onları örgütlemeden veya fiziki saldırıya yönelmeden -ki güçleri var mı, yok mu, o da ayrı bir mesele- tedbirlerimiz vardı. Bir sürü böyle planlama çalışmaları 1991’in başlarından itibaren boşa çıktı.
Şimdi bu planlama dönemi de, çok önemli bir planlama dönemi ve gerçek bir tasfiye planlamasıdır. Ki birçok ayrıntı da söylenebilir ama esas itibarıyla böyle 1988’in ortalarından itibaren oldukça kapsamlı geliştirmiştir. Birçok boyutu vardır, özü budur. Karargahı ele geçirmekle giderek kongrede de tümüyle ele geçirmek. Hedef gerillayı hemen tasfiye etmek, PKK’yi işbirlikçi KDP türü bir örgüte dönüştürmek.
Başaramadılar tabii. Biz yine 1991’de daha da güçlenmiştik. Bu körfez savaşı dolayısıyla Irak’ın durumu önem kazandı. Yeni gelişmeler orada ortaya çıktı. Değerlendirmelerini istedik, yeterince değerlendirmediler. Bu sahayı biraz daha iyi kullanmaya çalıştık. Çok yoğun kullandık. Tecrübe artmış, olanaklar artmış, neredeyse her yıl 1000’e yakın kadro savaşçıyı burada çıkardık. Güney halkında gelişme hızlı, 1990’da bildiğiniz gibi Cizre, Nusaybin serhıldanları başlamış, ülkeye tümüyle yayılıyor. Kısaca, Özal’ın son planı da, kısmi bazı reformlar içerse de, başarısızlığa uğruyor. Özal hakkında, aslında yeni bir tavır geliştirdiler, “istemeyiz” diye.
Bildiğiniz gibi Demirel ve İnönü’nün yeniden hazırlanışı var. Genel Kurmay tarafından bu bir darbedir. Güreş hakeza, Özal ekibi yavaş yavaş gözden çıkarılıyor. Kesin başarısızlık nedeniyle Özal ekibi, özellikle Jandarma General Komutanlığı’ndakiler -ki savaşı yönetenler de onlardı- gözden düşürülüyor. Sanırım bazıları tasfiye ediliyor. Özal da Cumhurbaşkanı, birden bire tasfiye edemezler. Ama tamamen etrafını kuşattılar. Demirel, İnönü taktik icabı, önce “Kürt kimliğini tanıyoruz” dediler, o süreç 1992 oluyor. Bildiğiniz gibi Lice, Şırnak Newroz katliamı başladı. Ama halen hareket sürekli yeni bir planlama peşindeydi. Bu aşağı-yukarı 1993’e kadar geliştirildi. Onun ilk uygulaması Güney savaşımıydı.
1992’de Güney savaşı KDP ile birlikte yürütülüyordu. YNK’yi dahil etmişlerdi. Celal’i çağırdılar. Yalnız aralarında çelişki vardı. Özal kısmi reformlarla bu işin yürüyebileceği -ki Amerika görüşüydü ve bu halen devam ediyor. Demirel-İnönü ise klasik Kemalist politikayı sürdürüyorlardı, şimdi bunu Ecevit yürütüyor. “İmha edelim, bitirelim”, diğerleri ise, “bazı açılımlar sağlayalım” diyorlardı. Bu Özal’ın sonunu getirdi. Özal bunda ısrar etti. Yani askeri yolla bu iş tamamen halledilmez, jandarma komutanlığının hepsi bunu söyledi. Hatta en son Mete Sayar da bunu söyledi. Bu da tamamen tasfiyesiydi, bu da çok nettir.
Geriye 1993 darbesi -ki bu yalnız biz değil, bir çoklarının dikkatini çekmiş- 1993’ün farkı şurada; Özal’ın tamamen indirilmesidir. Çiller gibi bir çılgının Başbakanlığa doğru tırmandırılması, Demirel’in Cumhurbaşkanı olması, İnönü’nün babasının başbakanlık rolüne benzer bir rolü oynaması söz konusu. O DEP’li milletvekillerinin yine içeriye alınmaları ve faili meçhul cinayetlerinin çığ gibi büyütülmesi, büyük köy boşaltmaları, her gün katliam türü böyle yüklenmeler, Özal’ın tam tasfiyesi ile yani o eğilimin tamamen kırılması ve bu Kemalist-faşist ekibin bütünüyle işleri denetim altına almasıyla başlıyor. Bunlar 1994’te bunu doruk noktasına vardırdılar. Planın en şiddetli bu kısmı 1994 ve 1995’te, sanırım artık kendilerine göre plan tamamlandı. 1995 Newroz operasyonları vardı. KDP ile bağlantılı yürütülüyordu.
KDP’nin o zaman TC’ye çok bağlı olduğu net karşımıza çıkıyor. Celal, ABD ile İngiltere ile biraz bağlantılı. Bu ise yine Özal yönetimi, “PKK’yi siyasi bir güç haline getirelim, gerilladan uzaklaştıralım”. Ama ekip bunu kabul etmiyor, “tamam tasfiye edelim” diyor. Böyle bir çatışma da devam ediyor. Bu savaşa yansıyor, bu çelişkiyi görüyoruz, değerlendiriyoruz. Burada kilit rol KDP’ye düşüyor. Artık içimizde dayanabilecekleri fazla adam yok, örgüt içi sağlamlaştırılıyor. Çok geri, apolitik kadrolar da olsa, merkez rolünü oynamasa da, ama esas itibariyle de çalkalandırmayı yapabilecek yeni bir isim yok.
Esas rol KDP’ye düşüyor. Zaten o kaçanlar da KDP’nin yanında, Baran ve diğerleri orada üsleniyorlar. Kaçan tüm diğerleri orada, sahte bir PKK altında, diğerleri Almanya’da, Alman polisinin denetiminde -ki Alman-KDP ilişkisi Almanya-Türkiye ilişkisi, Türkiye ile KDP ilişkisi bu konuda ittifak diye sürdürüyor. Henüz ciddi bir yarık yok.
1995 Mart operasyonu, bu anlamda tarihin en kapsamlı bir operasyonu olmak yanında, siyasi sonuçları itibariyle de artık PKK’nin tamamen işinin bitirildiği bir son plan olması gibi bir anlama da sahiptir. Buna karşı tabii bizim gösterdiğimiz karşılık bellidir. Ortadoğu sahasına dayalı yaptığımız çalışmalar var, mevzi geliştirmesi var. Güney Kürdistan faaliyetlerine çok özel bir ağırlık vermemiz var. Orada çalışanların yozluklarına, sorumsuzluklarına rağmen, bizzat kendimiz olağanüstü ağırlık verdik. Unutmayalım ki, karargahımız bile savaşın anlam ve önemi konusunda kafa karışıklığını aşamadığı gibi, olanakları savaşa tam yatırmıyor.
Bu savaşın böyle yürüdüğünü hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Çok apolitik, düşmanın genel planını anlamaktan uzak, en önemlisi kendi rollerini kavramaktan uzak, fakat buna rağmen, bizzat bizim çok kapsamlı yaydığımız bir güç vardı, onlar direneceklerdi. Yekitiyle ilişkili, taktik ilişkiyi de çok iyi değerlendirdik. Diğer, ülkeye, her alana, eyalete yakın dört-beş müdahale vardı.
Bütün bunlar birleştirildiğinde çok zorlansa da, aslında gerillanın yok edilemeyeceği açıktı. KDP’nin yine Güney’de yok edemeyeceği açıktı. Bilinen durum ortaya çıktı. TC birliklerinin uzun işgali kaldıramayacağı kadar, zorlanması vardı, uluslararası alanda da, maddi anlamda da geri çekilmeleri ardından bizim 1995’in ortalarından itibaren daha büyük müdahalelerimiz ve illa 1995 Ağustos’unu Güney hamlesi olarak ilan etmemiz, ilk bu adımı atmamız oldu. Biz çok iyi biliyorduk ki, KDP’yi, temel bir tasfiye halkası olduğu için halletmemiz gerekiyordu. Bu isabetli bir karar. KDP demek, aslında TC’nin en zayıf yerinden veya en can alıcı kısmından vurulması demektir. Planlarının belkemiği idi ve bunun kırılması demekti. Ve nitekim biz yine istediğimiz gibi savaşmamakla birlikte, çok hata olmakla birlikte KDP’yi önemli oranda etkisizleştirecek, düşürecek noktaya kadar getirdik. Ki bunda İran’ın rolü var.
İran tehlikeyi oldukça iyi sezdi. Eğer PKK tümüyle tasfiye edilirse, Irak’taki denetimi tümüyle yitireceği, Suriye’de bunu fark etti, dolayısıyla en azından faaliyetlerimize göz yumma veya bazı adımlarımızı atmamıza engel koymama biçiminde karşılık vermeleri buna eklenirse ki, hatırladığım kadarıyla Barzani “PKK gücünü İran’dan alıyor” diyordu. Aslında bu objektif olarak böyledir. Güç olmamız sınırlıdır. Ama ittifak yavaş yavaş gelişiyor. Bu ittifak KDP’yi de çok zorladı. Sonuç; derhal ateşkese geldi ve bizim yoğun etkimiz altındaydı. 1995’in 15 Aralık’ıydı. Bu ateşkes ilanıyla birlikte KDP’nin ve KDP’ye dayalı Türk planının, Türk Genelkurmay planının, buna bir de ABD-İsrail de eklenmeli, otuz yıldır PKK’ye dayalı Kürt planı, TC’nin KDP’ye son beş yılda ağırlıklı olarak esas aldığı Kürt planı felç oldu. Bu çok açık. Celal devreye girmek istedi. KDP büyük bir darbe aldı.
PKK de epey zorlandı. Yekiti kendisine dayalı bir plan geliştirmek istedi. Seçimler zamanında Ankara’ya temsilcilerini yolladı. Fakat işte bilinen seçim, daha değişik durumların ortaya çıkışı ve KDP ile bizim ateşkesle birlikte daha böyle yakın ilişki geliştirme durumumuz, Yekiti’nin, Celal’in de fazla etkili olmayacağı ortaya çıkıyordu. Ki, onu da kontrol altına almaya çalıştık, hem İran, hem burası üzeri. Öyle kendi başına fazla rol oynayamayacağını az-çok ortaya koyduk.
Şimdi gelelim bu yeni planlamaya. Bu durum açığa çıkınca, Türk Genel Kurmayı’nın yeni planı kesin hatlarıyla, bu en son büyük bombalamaya yol açacak kadar kapsamlı ele alınıyor. 1996 itibariyle, yılbaşından itibaren gelişmeler bir kez daha gözden geçirilirse, Çevik Bir’in bazı gizli temasları var. İsrail’e bir kaç defa gidip geliyor. Neden bu plan için İsrail ilişkisi çok önemli görülüyor?
Yeni dönem planlaması için Şam, temel hedef olarak belirleniyor. İsrailsiz Şam’ı vurmak mümkün değil. Hem siyasi, hem teknik nedenlerle. Ayrıca buraya kafa tutmak, kesin ABD desteğini zorunlu kılıyor. ABD desteğini sağlamak için öyle bir ilişki geliştirmek gerekir ki, -bu da İsrailsiz mümkün değil- bu plan temel bir aracısını elde etsin. Türk Genelkurmayı ki, daha sonraki açıklamalarında netleşti. Burayı hedeflemek istiyordu. Burayı hedeflemek için ABD’nin onayını almak, ABD’nin onayını almak için ise, İsrail’i devreye geçirmek gerekiyordu. İsrail’i devreye geçirmek için de, İsrail’le stratejik bir anlaşmaya izin vermek. Ve bu da çok popüler ve günümüzde İran’ı, tüm Arap alemini de ayağa kaldıran, işte “benim uçaklarım Türkiye’de eğitim verecekler, üslerde havalanıp denetleme yapacaklar”. Bu İsrail için çok önemli bir gelişmedir.
Türkiye’yi çok önemli bir riskin altına sokmak, bilakis İsrail’in emrine vermek, tabii bunun siyasi sonuçları da Arap alemini karşılarına almak. Ama eğer destek elde edilmek isteniyorsa, Türkiye’nin de bu tavizi vermesi gerekir. Buna bazı bahaneler de uyduruldu. Mısır’da, bilmem İsrail’le anlaşma yaptı. Ve Suriye de İsrail’le görüşmeler halindedir. “Ben de görüştüm, böyle bir anlaşma yaptım” diye geçiştirmek istedi ama, kimsenin bunu fazla yutacak hali yoktu. Bu temelde açığa çıkmış İsrail-Türkiye stratejik ittifakı, ABD’nin desteğini getirdi. Zaten Çevik Bir ertesi gün, yani bu stratejik anlaşmanın açıklığa kavuşturulmasından sonra geldi. Yine bu İsrail’in bir talebidir. En üst düzeyde, son elli yılda yapılan en üst ziyaret! Birçok anlaşma daha imzalandı; ekonomik, sosyal, ticari, bilmem turistik birçok anlaşma karşılığında.
Bunun en önemli bir parçası da, Mısır’daki o Şarl El Şeyhteki zirvedir. O zirvenin esas bir amacı, Türkiye-İsrail stratejik anlaşmasına geniş bir emperyalist devletle ve işbirlikçiler koalisyonuyla destek olmaktır. Dikkat edilirse, bu zirvenin en önemli bir amacı Suriye’yi çekmekti. Hatırlıyorum, Suriye’de bu kargaşaya yol açtı. Bu zirve aniden çıktı. Amacı nedir? Bunda bir karışıklık vardı. Ne yapılmak isteniliyordu? Tereddüt geçirildi. Tabii ardından tuzak olduğu anlaşıldı. Suriye yönetimi bunu anladı ve Hafız Esat gitmedi. Bu anlamda boşa çıktı.
Eğer gitseydi, Suriye’ye bazı kararlar kabul ettireceklerdi; “PKK’yi bırak, Hamas’ı bırak, Hizbullah’ı bırak, sana istediğin imkanları vereceğiz”. Tabii Suriye’nin bunu yapması, kendisinin direniş çizgisinden çekilmesi demektir. Ve ardından ne gelir, pek belli değildir. Hafız Esat gibi çok tecrübeli bir politika kurdunun bu oyuna gelmesi son derece zor. İran zaten karşı, Libya karşı. Geliştirilen bir plan vardı, Kürt meselesine ilişkin. Ürdün-İsrail-Türkiye planı. Celal Talabani bu konuda Londra’da melikle görüştü. Sanırım bu plan üzerinde ittifakları da oluştu.
Tabii Suriye zirveye gitmeyince, alınan karar artık Şam hedef olabilir. Taktik icabı, önce Güney Lübnan’da vurdular. O günkü basına da yansıdı. “Güney Lübnan’a vurursak, Şam’dan nasıl çıkacağını anlarız”. Fakat bu da umdukları gibi olmadı. Özellikle o mülteci kampların, vurulması vahşetin ortaya çıkması, uluslararası alanda İsrail’i güç duruma düşürdü. Fransa devreye girdi ve ABD’ye karşılık daha çok Arap yanlısı bir tutum içine girdi. Almanya pek o kadar rahat değildi. Bu yeni gelişmelerden, stratejik ittifaktan, Avrupa giderek sesini biraz daha farklı çıkarmak durumunda kaldı. Peş peşe heyetler burayı, Ortadoğu’yu ziyaret etti. Geriye daha sert bir adım atmak ki, bunun ilk işaretleri Mesut Yılmaz’ın 20 Nisan tarihindeki Antalya ziyaretinde yaptığı konuşmada ortaya konuldu. Çok açık; “Suriye PKK’dan vazgeçmezse cezasını çekecektir”.
Bir-kaç gün önce ABD basınını izlediğimizde, Güney Lübnan’da ateşkes olması hiçbir şey ifade etmez, asıl bela, tehlike Şam’dadır. Şam hedef alınmalı. Ve bu patlama olayı gerçekleştirildi. Ana hatlarıyla gelişmeler böyledir. Ve gerçekten çok kapsamlı bir plan olduğu, tüm bu gelişmelerde ana hatlarıyla da ayrıntılı işlenebilir. Görülecektir ki, bir çok önemli plan var. Şimdi bombalamayla elde edilmek istenen nedir? Onu biraz daha yakından değerlendirirsek; teknik olarak bombanın çapı değerlendirildiğinde ve biraz da hedeflediği durumlar ortaya konulduğunda bazı gerçekler karşımıza daha net çıkıyor.
Sanırım en az bir ton patlayıcı ki, yepyeni bir model, Amerikan tekniği ile hazırlanan bir patlayıcı olabilir. Yakıcılığa da yol açması için tüp gazları bağlanmış. Bizim o akşam yaptığımız bir telefon konuşması vardı. O konuşmanın burada yapıldığını sanıyor, bizim diğer ev var. Buranın Anakarargah olduğu, telsiz-telefonun sürekli burada konuştuğu, dolayısıyla bizim burada olduğumuz kesinleşiyor. Teknik olarak buraya etkisi, hemen yanına değil de, metre olarak buraya göre ayarlanıyor, fakat birbirine benzeyen iki kapı var, orada bir teknik hata yapılıyor. O diğer kapının önüne bırakılıyor. Bomba patlıyor bildiğiniz gibi. Aslında etkisi çok büyük, fakat uzakta patlaması bu yerleri sarsmış, camları, bilmem tavan düşmüş.
En az Güney Kurmay planlamasına göre yapımızın büyük bir kısmının imhası, eğer yeni bir patlama olsa gerçekleşecek. Şimdi bu önemli bir halka. Bugünkü basın özetlerini okuduğumuzda şu bilgileri görüyoruz; Genelkurmay Başkanı Diyarbakır’a geliyor, Dersim operasyonu başlıyor, yine Barzan köyüne yönelik, Gerdi mıntıkasından, Şemdinli’den başlayan kapsamlı bir operasyon var. Hürriyet’in bir başyazısındaydı, hemen dikkatimi çekti, bir başlık; “hareket kararı!” Ki okumadım, Ertuğrul Özkök, genellikle sağlam yerlerden bilgi almayla ünlüdür. Galiba burayı bombalamayla birlikte, çok kapsamlı bir hareket kararı alındığı açık. Dersim operasyonu, Güney operasyonu 6 Mayıs akşamı burada başlıyor. 7 Mayıs’ta da ülke genelinde başlatılıyor. Büyük hareket kararı, ondan bir gün önce Barzanilerle yapılan görüşmeler vardır. Hareketin bu görüşmenin bir gün sonrasına rast gelmesi de tesadüf değil.
Barzani’yi sadece kontrolden çıkarmakla kalmıyoruz. İran-Suriye’nin yakın ilişkileriyle birlikte, PKK’yi de yakın ilişki kurması, onların son otuz-kırk yıllık KDP aracılığıyla oynadıkları oyunun tamamen boşa çıkarılması kadar, TC’nin de son beş yıllık KDP’yi kullanma silahının ters teptiği görülüyor. Aynı zamanda ise Suriye yönetimi, Barzani’yi buraya çağırıyor. Bizimle görüşme gerçekleşiyor. Sonuç; “yirmi dört yaşatmayacağız”. Oradan sabahın yedisinde, Barzan köyüne doğru çok büyük bir askeri güç harekete geçiyor. Burada hedeflenmiş, devlet de, biz de, diğer alanlarda operasyonlar yoğunlaştırılıyor.
Büyük ihtimalle burası başarıya ulaşsa, işte baş kaybedilirse, organlar kolay etkisizleştirilecek. Hızla 40.000 kişilik ordu Barzan köyüne ulaşacak, orada da Mesut ya teslim alınacak, ya vurulacak, ya da kaçacak, başka hiçbir şansı yok. Tam kesinleştiremediğimiz bir diğer gelişme, Yekiti cephesindedir. En önemli bir adamı buraya geliyor. Büyük ihtimalle süreci gözetlemeye çalışıyor. Kendi gücünü topluyor, büyük ihtimalle plan başarıya ulaşsa, şu veya bu biçimde Barzani etkisizleştirilirse, kendisinin onun yerine hızla doldurmaya kalkışması ihtimal dahilinde. Türkiye ile yaptığı görüşmeler var. ABD ile yakın ilişki içinde. ABD’nin kesin tekrar Güney Kürdistan’ı kontrol altına alma planı var. Talabani’yle anlaşma, -ki, Ürdün anlaşması ile zaten ilişki belli- büyük ihtimalle bu plan içinde yer tutabilir.
Eğer burası tasfiye olursa ve Türk ordusu da Güney’e girerse, Mesut’u etkisizleştirirse, Talabani önderliğinde anlaşabilirler ve bu anlaşma olur mu, olmaz mı bu ayrı bir şey. Talabani kendini sık kandıran birisidir. Her tür plana da oynar. İyi plana da oynar, kötü plana da. Öyle karakterli bir kişilik. Tabii bir Ecevit planı vardır, bu arada. Yine günlük basına konu. Güya bugün on iki şart daha ileri sürmüş. Bu plan kesinlikle Kemalist tenkil, bastırma planı. Ki Mesut’u da bu konuda yönlendiren odur. Hükümeti yönlendiren “ikinci Atatürk” diye bir deyim çıkardı. Kürdistan’a gittiğinde şunu demeye getiriyordu; birinci Atatürk nasıl Batı’yı, Yunan’ı hallettiyse, ikinci Atatürk de Doğu’ya geldi dolaştı”.
Öyle kimsenin üç yıldır geçemediği Diyarbakır, Bingöl yolunu kullandı. Yine Bitlis yolunu kullandı. İddialı sözler söyledi. Başaran ikinci Atatürk olur denildi. Planını sundu. Amerika da planımızı kabul etmek durumunda dedi. Neydi o plan? Ki Saddam’ı da dahil ettirebiliriz. “Tutarız Güney’i, Güney Lübnan gibi, boydan boya huduttan 40 km içeri gireriz”, bütün stratejik dağlık saha Ecevit planının Güney’e yönelik yönü bu açıdan önemlidir ki, Genelkurmay planıdır. Zaten brifing verilmiş, “anlaştık” diyor. Gezisi de başlatmış oluyor, hazırlıkları çok yoğun. Müthiş askeri hazırlıklar. Herkesin dikkatini çekecek kadar, dünyanın haksızı. Şimdi anlaşılıyor ki, bütün bu hazırlıklar var, plan da var.
Mesut’u biz buraya çektik, kontrol altına aldık. Yekiti’yi tekrar bir işbirlikçi gibi kullanmak isteyebilirler, o konuda tedbirler alınmış. ABD temsilcisi Dutch gitti, geldi. Clinton bir gün öncesinde demeç verdi, “Kuzey Irak’ta PKK ve İran’ın çok faaliyetleri var” bu demektir ki, “ortadan kaldırmamız gerekir’” Hepsi böyle üst üste geldiğinde, işte bu bombalamanın başarısıyla birlikte, plan gereği Güney’e girilecek. Barzani bir hafta bile dayanamaz, yirmi dört saattir. Ya İran’a çeker gider, ya Türkiye’ye teslim olur, ya da imha olur. Şimdi Güney’de Talabani güçlerini topluyor. Büyük ihtimalle bir koz olarak, işte yine kaçan PKK’liler yanıma gelsin diyecek, tıpkı 1992-‘93’te olduğu gibi. PKK’yi yedekleyecek.
Türkiye Güney’de denetimi kesinleştirecek, Saddam’la ilişkiler de halledilinceye kadar veya boyun eğdirinceye kadar, işte orada yetmiş yıllık cumhuriyet tarihi ne yapmışsa, onu tam sağlama alıncaya kadar. ABD’de de kabul edecek. ABD’ye başka seçenek yok. Belki çelişki olur, ama PKK tehlikesinde anlaşma ihtimali de yüksek. Tabii böyle bir konum elde etme, hem İsrail-Türkiye stratejik anlaşmasının bir gereği olarak, ABD’nin de onaylamasıyla ile İran tamamen sıkıştırılacak. Bir muazzam güç İran sınırına kaydırılmış Güney’in halledilmesiyle birlikte Güney’den de yine tamamen kuşatmaya alınacak Suriye kuşatmaya alınacak, bunlar da ortak amaç gereğidir. Ve işte Dersim’deki planı da yürüyor diyelim, çok darbeyi vurmuş, kalan gruplar dağda sıkışıp yozlaşacak gruplardır, fazla direnme şansları yok. Olsa olsa beş-altı aylık olur. Garzan’a yönelik var, zaten Serhat’a yönelik günlüktür.
PKK gücünün yoğunlaştığı Güney Anakarargahı var. Oralarda askeri gücü kontrol altına alınacak, büyük ihtimalle tamamen etkisizleştirilecek ve böylece de bu büyük bir stratejik plana göre, bütün bu Batı emperyalist devletlerin zirvede buluşması, Türkiye-İsrail’in başını çekmesi, muazzam askeri yığınak ve Şam’ın böyle burada vurulması. Tabii bunlar plan. Gerçeklikle tıpatıp aynı olamaz. Her alanın başarıya gidip gitmemesi apayrı bir sorun. Şimdi bu son planın diğerlerinden farkı çok açık, işin içine tümüyle Türk Genelkurmayı girmiş, tüm ordu birliklerini harekete geçirmiş ABD’nin onayını almış. İsrail’in desteğini tam almış ve yine hedef yalnız PKK değil, İran ve Suriye’yi hedef almış, KDP’yi artık gözden çıkarmış veya en azından ya teslim olur ya da biter.
Yine Kürt işbirlikçileri “olsa da olmasa da yürüteceğiz” diyor. Kısaca eski anlayışı aşıyor. Özellikle ABD belki rahatsız olabilir, ama o da kabul etmek zorunda. Çünkü PKK’nin tasfiyesi ABD’nin de İsrail’le stratejik çıkarlarına uygun. Çünkü Irak kontrol altına alınıyor, İran kuşatılıyor, Suriye kuşatılıyor. Bunun karşılığında da ABD’nin bu planı desteklememesi de düşünülemez. İsrail var, tek stratejik müttefik olarak İsrail yoluyla ABD’nin de bu plana yatırılmaması düşünülemez. Fransa belki, Almanya belki tam buna yatmayabilir, nitekim bizim bazı Almanlarla yaptığımız görüşmeler, sanırım bu gerçeği ifade ediyor. Fransa biraz daha farklı davranmak istiyor. Muhtemelen bundan sonra bu fark daha da gelişecektir ve böylece plan şimdiki haliyle en temel halkasından başarıya gitmedi.
En temel halkası başarıya gitmeyince tabii halkalarda fazla başarılı olacağı düşünülemez. Planlamanın kilit noktası bizim burada darbe yememizdi. Baş daha güçlü, sağlam kalınca, çalışmalar bir çok karargahta da sağlam yürüyünce, Dersim’e saldırmış, Amed’e saldırmış, şuraya saldırmış, budama kabilinden bazı darbeler olabilir. Esas hamlemizin önüne geçilmez veya yürüttüğümüz hazırlıklar bizi rahatlıkla önümüzdeki süreci gerillada daha sağlam mevziler tutmaya götürür. Doğru gerilla tarzına zaten ulaştırma ihtimali yüksek, siyasi ittifakımız müthiş gelişti. Boşa çıkarılınca, önemli bir kazanımın, siyasi ittifakımızın Ortadoğu’da gelişmesidir. Biz fiilen bir savaş müttefiki gibi konum arz edeceğiz. İran-Suriye halkası arasında üçüncü bir halka olarak yer tutacağız ve KDP’yi daha sıkı denetime alacağız. Yekiti de gelmek zorunda, gelmezse bitmek zorundadır.
Almanya, özellikle Fransa bu konuda farklılaşabilir. Bunlarla diplomatik ilişkilerin gelişme durumu var. Rusya’yla zaten gelişiyor. Bu tabii siyasi ve diplomatik anlamda da TC için büyük bir başarısızlıktır. Hatta denilebilinir ki, plan son derece ters tepmiştir.
Stratejik ittifak, stratejik plan TC için belki de tarihin en olumsuz bir adımı olarak rol oynayabilecek. Tabii vazgeçer mi plandan? Vazgeçeceğini sanmıyoruz, zaten birlikleri hareket halinde. Burada bu bombalamayı yapan başka bir bombayı da şimdi hazırlıyordur. Belki de gölgemizi takip eder. Operasyonları Güneye doğru sarkıyor, genişletebilir. Dersim daha da geniş bir operasyona tabi tutulabilir. Barzani, Suriye burayı yönetebilir. Ama en önemli adım başarıya ulaşmayınca diğer adımların başarı şansı gittikçe azalır.
Bizim yoğunca hazırlıklarımızın daha da geliştirilmesi, karargahların rolünü artık iyi oynamaya başlamaları, gerillanın gerçekten doğru tarzı yakalaması, gelişmeleri bizim adımıza lehimize hızlandıracaktır.
…
Herhalde şunu artık görüyoruz ki, demek ki, gelişmeler umduğumuzun da, kavradığımızın da çok üstünde, çok yüksek bir gelişme temposunda yürüyor. Bu bombalamayı bizzat kendi gözlerinizle gördünüz. Bunu bütün PKK içine düşmüş bir bomba gibi değerlendirebilirsiniz. Bombanın örgütleniş şekline bakın, arabanın bütün parçalarını karış karış ufalayabiliyor. Bunu siyasi, örgütsel anlama getirirsek, her örgüt imkanımız ne kadar büyük olursa olun, bir karış kadar, ufalayacak kadar şiddetlidir. Bombanın örgütleniş düzeyini, genelde operasyonlar, işte biz PKK’ye dayatılan her tür baskıya, işkenceye benzetirsek, karar, uygulama, yönetimi un edecek şiddettedir.
Yani beyniniz, biraz yorumlama gücünüz varsa, bu anlamda düşmanı tanıma, hissetme dürüstlüğünü gösterirseniz, öküzün trene baktığı gibi değil de, insan duyarlılığının yüksek, özellikle askeri, siyasi duyarlılığın gereklerine göre düşünür ve duyarsanız düşman, demek ki un gibi hücrelerinize kadar dağılmak istiyor. Tabii dediğim gibi ideolojik, örgütsel, askeri fiziki dağıtmadır. Siz burada Önderlik gerçeğini de biraz gördünüz, Önderlik gerçeğinin de bu dağıtmaya karşı kendini yoğunlaştırma, çelikleştirme, bir atom çekirdeği halinde yoğunlaştırma durumu var. Yoğunlaştırma aslında düşmanın un-ufak etme yöntemlerini etkisizleştiriyor.
Demek ki, her militan, yoğunlaştığı düzeyde askeri, siyasi, ruhsal olarak kendisini son derece çelikleştirdiği, çekirdekleştirdiği, ufuk, irade, olanak, azim ve bilinç gücü olarak sağladığı gelişme karşısındaki düşman planını boşa çıkartabilir. Bunu sanırım çarpıcı olarak gördünüz ve o gökten saçan alevler, uzun süre her tarafımızı boğan is, başımıza düşen parçalar, sadece bunu size biraz hissettirdi. Biz bunu uzun süredir, söz gücüyle size hissettirmeye çalışıyorduk. Tabii söze tam gelmiyorsunuz. Kafalarınızı yıllardır vuruyorsunuz dağa-taşa, o da sizi fazla yumuşatmadı. Ama bu bombalama sanırım biraz başınızı yumuşattı, yani öyle tahmin ediyorum.
Önderi yumuşatması ve Önderi biraz daha anlayışa çekmesi sizin gibi değil. Çünkü ben eskiden beri düşmanı doğru değerlendirmeye çalışırım. Düşünce gücü, duygu gücü, düşmanı an be an hesaba katar ve bu da benim işte mevziimi kullanmama, sözümü sarf etmeme, ilişkilerimi kurmama, bütün adımlarımı ayarlamama yol açar. Sizde olmayan bu işte. Bu bomba sanırsam bu konuda sizin için de çok parlak, eğitici bir örnektir. Bütün parti için, halk için, hatta eğer anlamak mümkünse bir hikaye gibi de anlatabiliriz. Edebiyatı güçlü olanlar bir bomba hikayesi adı altında değerlendirmeye konu edebilirler. Hatta romantize ederek, işte benim de anlattığım gibi bu bomba tam içinize düşebilirdi de. Yani tesadüfen veya bizim geneldeki tedbirlerimiz, buradaki mevzilenmemiz etkisini mutlaka sınırlandıracaktır. Öyle oldu. Ama düşman istediği gibi yaptı ki, başka yerlerde yapıyor da.
Düşmanı böyle savaşa çekmek, işte savaş ve kazanma sanatı dedim ya, öyle bir savaşçılık tarzını yürütmekle mümkün. Yani ben aslında savaşmadan kazanıyorum. İlke bu. En son, düşmana attırdığımız bir adım da budur. Onun buraya bomba atması, mükemmel bir savaşmadan kazanmak için bana verilen en büyük hediyelerden biridir. Daha doğrusu bu noktaya geldi. Benim için bu müthiş bir güçlendirme bombasıdır. TC Genelkurmayı’nın göbeğine vursaydı, beni buraya vurduğundan daha fazla güçlendirmezdi. Çok paradoksal geliyor ama gerçek sonuç da bu. İşte düşmanın bombasıyla kendini güçlendirme sanatı buna denilir.
Kendi payımıza ben savaşı, savaşmadan kazandığımı, en az şimdiye kadar bunu başarıya götürdüğümü söyleyebilirim. Ama sizin de, sanırım artık kendi gerilla tarzınızı da kazanma noktasını yakalamanız gerekir. Gerek bu bombadan, gerekse bu “savaş sanatı” tecrübemizden çıkarmanız gereken, en önemli sonuç budur. PKK’nin hazır imkanlarını düşmana kaybettirme sanatının önüne geçmeniz, kendinizi ucuz savaştırmanın da, daha çok da “savaştırmadan kaybetme” diyorsunuz değil mi, sizin çokça kendiniz için kullandığınız bir değerlendirme var; “savaşarak değil, savaşmadığımız için kaybettik”. Benim için tersinedir. Savaşmadan savaşı kazanmak diyorum ben ona. Siz ise tersini uyguluyorsunuz. İşte şimdi bunu düzeltmek gerekir. Hem de çok çarpıcı, çok hızlı bir biçimde.
Bu büyük patlama bütün bu konularda bizim için en uyartıcı bir ders olmuştur. Düşmanın bu planı, bu patlamayla en büyük başarısızlığa doğru gitmiştir. Gerisini tamamlamak, şimdi her zamankinden daha fazla imkan dahilindedir. Bu son bombanın alevi içinde düşmanın bu insanlık dışı politikasını ve onun uygulayıcılarını yerle bir etmek mümkündür. Bu aynı zamanda tarihle en şiddetli hesaplaşmadır. Ne mutlu ki, bu imkanı bize verdi. Ben bu temelde tekrar diyorum ki; hem bu bomba nedeniyle partimize, halkımıza geçmiş olsun ve aynı zamanda ortaya çıkan bu çok önemli gelişmeler nedeniyle de kutlu olsun.
Mayıs 1996
Reber Apo
- Ayrıntılar
PKK Önderlik gerçeğinin de fiilen başlamasının yirmi beşinci yılına girerken, bunun Kızıldere şehitlerinin anısıyla bağlantılarını söylerken, aynı zamanda dönemin güçlü Türkiye devrimciliğinin bu şahadetle büyük kaybını değerlendiriyor ve en önemlisi de, günümüzde nasıl ileri bir atılımla cevap vermemiz gerektiğini, devrimci sorumluluğumuzun bir gereği olarak, tarihe karşı görevlerimizi gözler önüne getirerek cevap verme gereğini duyuyoruz.
Türkiye devrimciliği, günümüzde çok cılız, zavallıca durumdadır. Halbuki biz fiilen başladığımızda bu devrimcilik, öldürücü bir darbe yemesine rağmen, güçlüydü ve sıcağı sıcağına biz de bu etki altındaydık. Hiç şüphesiz bir darbeyle bir devrimcilik eğer bu kadar öldürücü bir etkiye maruz kalıyorsa, bunun temelinde, o devrimin ve önderlerinin bazı zayıflıkları, hataları aranmalıdır.
Türkiye devrimciliği 1970'lerde teorik olduğu kadar, pratikte de birçok yanlışlığı ve en önemlisi de eksikliği, hazırlıksızlığı içeriyordu. Ama devrime inançlılık, kararlılık da bazı kişiliklerde ve hatta örgütlenmelerde kahramanca düzeydeydi. Öyle ki, bu bizi oldukça etkilemişti.
Bugün yürüttüğümüz Kürdistan Ulusal Demokratik ve Sosyalist Devrimi, büyük bir aşama kaydetmiştir ve Ortadoğu’da büyük bir etkiye ulaşmıştır. Ama Türkiye devrimciliğini dalga geçmek için burjuvazi ağzına almaktadır. Eski devrimciler şimdi nasıl basit bir iş karşılığında kendilerine hizmet ediyorlar. Ancak anılarını şenlendirmek için, eğlendirmek için kullanıyorlar. Kendini bu duruma düşüren devrimcilik, hem öfkelenmesi, hem de gülünmesi gereken devrimciliktir. O direnmeler, o şahadetler, bu işkenceler böylesine karşılıksız kalmamalıydı.
Biz Türkiye devrimciliği üzerine epey değerlendirme sunduk. Onları tekrarlayacak değiliz. Ama bir çeyrek asrın yakıcı derslerini de göz önüne getirmek hayli önemlidir. Türkiye’de bugün devrimci hareketler vardır. Ama o kadar cılız, ideolojik içerikten ve devrimci atılımdan yoksun ki veya en azından, bunlara yol göstermekle yükümlü olan sözüm ona tecrübeli kişilikler o kadar düzene boyun eğmiş ki, 1970'lerin şahlanışını beklemek hayaldir. 70'ler devrimciliği gerçekten bütün kusurlarına ve yanlışlıklarına rağmen kahramancaydı, inançlıydılar, oldukça düzene de kafa tutuyorlardı ve çok iyi de öğrenmek istiyorlardı. Ama zaman bulamadılar ve en önemlisi de kişiliklerinin oluştuğu zemin onları her türlü hata yapmaya adeta teşvik ediyordu. O zemin, dayanılır bir zemin değildi. O zemin üzerinde savaş da fazla yükseltilebilirdi, ama başarıya götürecek bir savaş değildi.
Bu anlamda o kahramanları da kesinlikle suçlamıyoruz. Bu zemine rağmen bu büyük başkaldırı soyludur ve halkların belleğinden asla silinemez. Ve bizim mücadelemizin tarihinde de her zaman saygıyla, minnetle anılacak bir baş kaldırıştır. Ama buna rağmen bu kadar kısa sürede tasfiyeleri, adlarının tarihin karanlıklarında anılmaz oluşları üzerinde burjuvazinin çok çeşitli partilerinin en faşistinden en sağda Müslüman’ına kadar hesap sormaları, bu mirası yemeleri hayli üzüntülüdür. Ve en önemlisi de devrimciliği bir gayri-ciddiyet, bir alay konusu olarak belleyenlerin bu miras üzerinde hâlâ oynamaları da o denli öfkelendiricidir. O halde yapılması gereken; bu kahramanca başkaldırının dayandığı zemini ve eğer illa ders çıkarılacaksa, onun başarısının nelere bağlı olduğunu gösterebilmektir.
PKK devriminin çözümlenmesinde de ortaya çıkan, düzene ne kadar isyanla baş kaldırılırsa kaldırılsın, düzenden etkilenen kişilikler, düzenin tuzaklarını yenemezler. Militan savaşımını düzenin tüm etkilerine karşı amansız veremeyenler; er geç bu düzenin dolaylı veya direkt tuzaklarına düşüp amaçlarına, inançlarına ters düşmeye veya en azından miraslarının çarçur edilmesine uğramaktan kurtulamazlar. Bunun için şunu çok açıkça görüyoruz; PKK deneyimi başına da yüzlerce böylesine olumsuz gelişme kendisini dayatabilirdi, ama bizim hem çözümleme, hem de inatçı pratiğimiz, zemini öz zeminimiz haline getirme savaşı, kişilikleri tamamen devrime teslim olmuş, onunla bütünleşmiş kişilikler haline getirme savaşımımız; bu zaaflara da, onun zeminine de en büyük cevap olmuştur.
Denilebilir ki, PKK’nin büyüklüğü bu zaaflı, kaypak ve yiğit insanları bile rahatlıkla götürebilecek zemini kendi somutunda kırmak, bunun yerine devrimci bir zemini her düzeyde egemen kılmak için derinlik savaşımını ve bundan çıkarak kişilik savaşımını en ileri düzeye getirmektir. Bunu başardığı oranda da kendi gelişmesini sürdürmektir. İşte cevap buydu, başarının da temelinde bu yatıyordu.
Tekrar Türkiye devrimciliği bu gücü gösterebilecek mi? Öyle anlaşılıyor ki, bu çok zor olacak ve verilen birçok sözün de hayat bulması Kürt-Kürdistan kişiliğinden daha etkili bir biçimde kendi kişiliğini yaratmış, günde bin defa kendi yaşamını “Amentü” gibi belletmiş, adeta onsuz yaşam olamaz, alternatif yaşam tipi olamaz biçiminde bir egemenliği ruhlara, beyinlere sonuna kadar egemen kılmış ve alternatif adına, söz adına söylenen her şeyi havada kalmaya mahkum bırakmıştır.
Devrimcilik, Türkiye koşullarında bir lafazanlık örneği olarak incelenir. Yaşamda yeri olan, yeni yaşamın iddialı bir kimliği, kişiliği olarak asla değerlendirilemez. Bu gerçeklik en iddialı başkaldırı kişiliklerini bile kısa bir süre sonra karikatürize olmak durumunda bırakmıştır. Bu çok acıdır, ama bir gerçektir. Buna rağmen devrime inananlar, devrimle yaşamak gerektiğine karar verenler, eğer samimilerse, bu talihsizlik zincirini kırmak zorundadırlar. Bu yiğitliği gösteremeyenler eylemde, örgütlenmede sürekli başarı sağlamayacaklarını da başından bilmek durumundadırlar.
Her koşul altında ideolojik-siyasi gerçekliği başarıyla tüm koşullarına uyarlanacak kadar sürekli geliştiremeyenler devrimde alternatif olamazlar. Arada-sırada devrimci lafazanlıklarla genelde olduğu gibi Türkiye devrimciliğinde de milim kadar adım atılamayacağını peşinen bilmek zorundadırlar. Devrimcilik bir kişilik düzeyinde de olsa, kendini en kudretli bir biçimde düzene alternatif kılmaktan geçer.
Yanı başındaki yaşama karşı, düşmüş, bitmiş, yenilmiş yaşama karşı kendini alternatif haline getirmeyenler, onun inancını, onun ruhunu, onun bizzat yaşam gücünü gösteremeyenler, asla düzene başkaldırıda bulunamaz, bir anlam ifade edemezler.
PKK Önderliğinin bu konuda en bariz yönü; kendi içinde düzene teslim olmama, düzenin zeminine yaklaşmama, tek de kalsa kendi zeminini esas alma ve bu zemini başarısı için olağanüstü bir duyarlılıkla kitleye ulaşma, örgüte ulaşma eylemi yaratma olarak da tarif edilebilir. Hiçbir şey yapamıyorsan, kendi kişilik zemininde sağlam kal, düzene teslim olma, etkisi altında kalma. Yapabilirsen düşüncenle başkaldır. Daha da güçlü isen eylemini, örgütünü geliştir, savaşını geliştir. Yoksa ağır düzen etkileriyle, iki de bir düzenin şu veya bu etkisi, ailenin, toplumun gerici etkileri demekle hiç kimse kendini aldatmamalıdır. Artık bu tip sözleri bırakmak gerekir.
Madem düzenin bu kadar etkisi altındaysan, madem ilk adımda devrime başlarken yapman gereken ilk işin olan bıçakla keser gibi düzenle ilişkilerini kesmesini ruhta, düşüncede yapamıyorsan; o zaman ayak bağı olma, kendini aldatma! Halen utanılası etkilerden bahsediyorsunuz. İşte bundan bahsetmek, bizde binlerce örneğinde olduğu gibi, Kızıldere'de olduğu gibi, kan revan içinde kalmak gibi bir sonuca götürür. Devrimci militan kişilik, kendini büyük hesabın sahibi yapmak zorundadır. Kaba bir isyancılık yetmiyor, daha da kötüsünün başa gelmesine karşılık olamıyor.
O günleri hatırlıyorum, 31 Mart’ta biz bir boykotla karşılık vermiştik. O gün bugündür, bu fiili Önderlik sorumluluğu bizim omzumuza yıkıldı. Biz o anılara ters düşmek istemedik. Devrimciliğin sorumluluk anlayışıyla elimizden geldiğince bir şeyler yapalım dedik. İlk günü bir boykot gerçekleştirdik. İşte bugün yirmi beşinci yılındayız. En kapsamlı bir savaşı, her şeyin bittiği, yenilgiye gittiği günlerden günümüze doğru getirdik ki; bize de, adımıza hareket edenler de binlerce Kızıldere'yi dayattılar. Onların yenilgi anlayışına karşı direnerek, bugün yenilmez bir savaşım düzeyini ortaya çıkardık. PKK Önderlik gerçeğinin en belirgin yönü budur. Türkiye tarihinde de, Kürt tarihinde de yenilmiş eylem anlayışını aşmak, başkaldırı anlayışını aşmaktır. Hep buna daha fazla büyük bir tepkiyle karşılık verdik.
Kızıldere'de çıkarılması gereken önemli bir ders de, bizde artık anılmak bile istenilmeyen bu intihar pratiğini geliştirmektir. Bunu mahkum etmeye çalışıyoruz. Bunu anlamanız gerekir. Varsa şahadetlerden bir ders çıkarma, bunun yolunu bulmak zorundasınız. Anlayışla, saygıyla anarak, minnet duyarak, yoksa kendi kaprisli, çoktan yenilmiş, bitmiş kişiliğini ölüm çizgisinde tutarak hiç kimse şahadetlere layık olamaz, hatta o şahadetlerin karikatürü bile olamazsınız. Maalesef bizim başımıza gelen, böyle ucuz şahadetler gerçeği oluyor.
O ilk şahadetlerin anlamı büyüktür. Biz onun ürünüyüz. Ama daha sonraki şahadetlerin anlamı küçüktür, kıymeti yoktur. Çünkü karikatürün karikatürü oluyor. Şahadetlerden ders çıkarmasını bilenler ordu kurar, yeni toplum kurar. Ama onların anısına doğru karşılık vermeyenler er-geç ihanete, yenilgiye gider. Sorumlu olmak zorundayız. Bu şahadetleri kesinlikle küçük göremeyiz.
PKK Önderliği özellikle sorumluluk Önderliğidir. Şahadetlerin anısına bağlı Önderliktir.
Her şeyi buna göre ayarlayan tarihi bir yürüyüş Önderliğidir.
Bunu anlamamak küstahlıktır, gereklerin yerine getirmemek sorumsuzluktur, hafifliktir. PKK’nin Önderlik gerçeği zincir gibi bu yirmi beşinci yılında bağlanmış, halka halka birbirine eklenmiş, sökülemez bir gerçekliğin de ifadesidir. Öyle sandığınız gibi kendisini bela yaparak, kırık halkalar gibi her gün sökülerek PKK Önderlik gerçeği anlaşılamaz ve kırılamaz. Yapılması gereken doğru anlamak, mümkünse bir halka olup eklenmektir.
Biz de bu büyük şahadetlere büyük değer biçtik, büyük üzüldük; ama bağlılığı da büyük bir adımla başlattık ve günümüze kadar getirdik. Sizlerin yanı başında binlerce şahadet yaşandı, bir tanesini büyük ele alsaydınız ve büyük bir olayda büyük bir başarıyla cevap verseydiniz, onu zincirleme yaşamınıza yer açtırsaydınız, bugün Kızıldereler yirmi beşinci yılında böyle sönük karşılanmazdı ve bir çok zafer yılı olarak değerlendirilebilirdi. Ama zayıf devrimcilik, tarihi büyüklüklere cevap olmasını bilmeyen, maalesef Türk Solu’nda ondan da öteye bu mirası daha da kötü kötü yiyen burjuvaziye peşkeş çeken kişiler, böylesine görkemli adımları, çok kahramanca direnişleri bir kez daha ancak katlederler. Ve yaşanan budur. Ne kadar yazık!
Ben adım gibi biliyorum ki, o şahadetler büyüktü. Ve hepsi henüz yirmi-yirmi beşinde büyük bir tutkuyla, cesaretle sonuna kadar direndiler, teslim olmadılar. O büyüklüğü hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Ama şimdi sanki olmamış gibi yerinde yeller esiyor. Böyle binlerce şahadet var. Onların da yerinde sanki yeller esiyor. Çoğunuz farkında olmak istemiyorsunuz. Bunlar gaflettir ve bellekler böyle yitirilirse, bu kişilikler asla tarihe bir cevap olamazlar.
Büyük kişilikler, şahadetleri, al kızıl kaynağı haline getirenler, bu büyüklüğü, dürüstlüğü gösterenler asla yenilmezler. Demek ki, çıkarılması gereken en temel ders de bu şahadetlerdendir. Biz bağlılığımızı gösterdik. Bunu büyüttükçe anılarına yaraşırcasına yaptık ve büyük gururla bunu söylüyoruz ki, PKK Önderliği şahadetler Önderliği olarak da değerlidir. Yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye’nin de devriminin en etkili ismidir. Neden? Çünkü şahadetlerin anısına bağlı kalınmıştır.
Lafla değil, amansız bir savaşımla bağlı kalınmıştır. Bunun için sadece kaba bir direniş gösterilmemiştir, tarihi didik didik etmiştir. Onları yanılgıya götüren Kemalizm’i incelemiştir. Türkiye kapitalizminin bütün esaslarını incelemiştir. Halk savaşı adına incelemiştir. Türkiye kişiliğini ve bunun içinde en başta da kendi kişiliğini masaya yatırmıştır. Bütün yönleriyle didik didik incelemiştir, gözden geçirmiştir ve sonuçta alternatif kişiliği ortaya çıkararak, bu büyüklüğe en sağlam yolu döşemiştir. Neden anlaşılmasın? Ciddi olanlar, “ben de bu işte varım” diyenler, neden aynı kendi savaşımı yaşamlarında göstermesinler? Bana göre şahadetleri esas almak gerekir. Anlam ve önemine an be an bağlı kalınarak göstermek gerekir.
Bugün Türkiye ağır bunalımlar içerisindedir. Halkı 1970'lerden bin kat daha kötü koşullarda yaşıyor. Hele onun sahibi, sözcüsü olması gereken devrimcilerin durumu çok zavallıcadır. En temel hakları elinden alınıyor, ses bile çıkaramıyorlar. Her bakımdan yaşam düzeyleri düşmüş, sendikalar çoktan işlevini yitirmişler. Sermaye baskı ve sömürü gerçekleştirirken, en ufak soldan bana bir tehdit gelir diye korkmamaktadır. Türkiye emperyalizme peşkeş çekilirken, tek bir onurlu bağımsızlık savaşçısının olmadığını bilerek satmaktadır. Türkiye başbakanı bir Amerikan vatandaşıdır. O adeta Türkiye'nin gülü olarak sunuluyor. Bu kadar düşürülmüşlük vardır. Peşkeş çekilmeyen hiçbir değer kalmadı. Bu piyasanın en geçerli dilidir. Emek bütünüyle ihanete uğramış, gözden düşürülmüş, sahipleri ona anlam vermeyi, ona bir tepkiyle karşılık vermeyi bile ne düşünebilmekte, ne de cesaret edebilmektedir.
Neden bu böyle oldu? İşte şahadetlerin anlamı yitirilirse ve üzerine de kötü bir miras yedicilik gibi oturulursa, bunun böyle olması kaçınılmazdır. Devrimlerin mantığında ya zafer vardır, ya karşı-devrimciliğin zaferi vardır. Orta yolu yoktur. Muğlaklık, karşı-devrimin mükemmel bir zaferidir. Sonuç; halkın içinde bulunduğu bu acıklı sefalet durumudur.
Bugün Kürdistan halkı yükselen bir halktır. O da bu gerçekliklerle bağlantılıdır. Onun için ortaya koyuyoruz. O halde, bunlar gün gibi açıkken, yapılması gereken, varsa Türkiye ortamı içinde somut bir devrimci planı olanlar ve “ben de devrimi esas alacağım” diye ısrar edenler, bunu kendi kişiliğinde, kimliğinde, yıllarca da sürse tek başına bir savaşımda nasıl anlamlı göstermek gerektiğini PKK deneyiminden mükemmel dersler çıkararak, yine mükemmel bir uygulamayla adım adım ilerleyerek, yenerek gösterelim.
Kaldı ki, bu tüm ihanetlere rağmen biraz üzeri eşelenirse canlıdır, akkor halde kızgındır. Sınıfsal çelişkiler çok ileri düzeydedir. Yine demokratik istekler çok güçlüdür. Her an pırıldatılabilir, alevlendirilebilir. Dolayısıyla ne kadar durum olumsuz da olsa, Türkiye’de devrimci gelenek, yeni anlayış, tutum kişiliğiyle büyük gelişmeye de uğratılabilir. Örgütlenmeler ve eylemlilikler daha da hızlı geliştirilebilir. Yeter ki doğru bir Önderlik anlayışıyla karşılık vermeyi bilelim.
PKK tarihi incelenerek, bir kez daha Türkiye Sol pratiğinin bu temelde gözden geçirilmesi sağlanarak, doğrular çarpıcı bir biçimde yakalanıp temsil edilebilir. Bu hiç şüphesiz yüzlerce kayıplar vermektense, sağlıklı bir incelemeyle en kestirme yoldan hızla gelişen bir devrimci pratiğe, onun örgütlenmesine ve savaşımına götürebilir. Görev budur!
Günlük savaşım, Kürdistan’da özel savaş birliklerini yendiği oranda, Türkiye’deki demokratik savaşımın da zaferinin yolunu ardına kadar açmaktadır. Kürdistan Devrimi her zamankinden daha fazla Türkiye Devrimi’dir. Bu oldukça kendisini açıkça gösteriyor. Yapılması gereken Türkiye kolunu daha fazla çalıştırmaktır. Oldukça hazır bir zemin ve Kürdistan Devrimi'nin günlük etkilerini doğru bir anlayışla, özellikle örgüt ve çalışma tarzıyla hayata geçirmektir. Görülecektir ki, burada vurulacak etkili birkaç darbe, devrimi daha da yakınlaştıracaktır. O çokça söylenen ortaklaşa devrimi, omuz omuza devrimi, halkların kardeşliğini, özgürlüğünü birlikte sağlayacaktır. Kızıldere Şehitlerinin anısından çıkarılması gereken en temel bir görev de budur.
Burada çok iyi bildiğiniz gibi halkları temsil eden militanlar da vardır. Bizzat halkların kardeşliğini sözleriyle söyleyen ve bunu kendi örgütlerine taşıran kişiliklerin şahadetiydi. Halkların adeta mozaiğiydi o grup. Çeşitli etnik topluluklardan geliyorlardı. Türkiye halkının, yine özgür Kürdistan halkının bir şafağı durumundaydılar. Onu da ben iyi hatırlıyorum. İnandığım için de bu eylemi düzenlemeyi amansız görev belledim zaten. Eminim ki, bu görevleri gerçekleştirmekle, onların ruhu şimdi şaddır ve rahattır. Dökülen kanlar boşa gitmemiştir. Ama isterdik ki, bu bizim yalnız PKK’nin direniş gerçeğinden ifade edilmesin, öz örgütüyle Türkiye halkının da bünyesinde anlam bulsun.
Yine inancımız odur ki, bu temelde daha hızlı Türkiye somutuna da yüklenilerek, görevleri bilince çıkararak, eğitim, örgütlenme başta olmak üzere, küçük adımlardan savaşçı eylemi geliştirerek gereken karşılığı verebileceğiz. Yıllardır biz de Türkiye Devrimi üzerine söylüyoruz. Şimdi daha kararlı bazı adımları da atıyoruz. Umuyoruz ki, gerilla da dahil olmak üzere, ideolojik, siyasal atılımlar peş peşe bu önümüzdeki yirmi beşinci yılda anlamlı bir biçimde başarıyla yer bulacaktır. Zaten kıpırdama, öğrenci hareketleri, memur ve işçi, köylü tepkileri de hızla kendini dışa vurmaktadır. Bu sağlam devrimci mirasın yeniden işlenmesiyle ve doğru bir teorik ifade kadar, sağlam siyasi esaslara bağlanarak, yine sağlam örgüt anlayışı kişiliğine kavuşturularak, en önemlisi de doğru eylem biçimleri, taktikleri kullanılarak, devrimin bu kolu da hızlı çalıştırılacaktır. Ve halkların ortak zaferine her günden daha fazla yakınlaşılacaktır.
Biz bu temelde bu günü anıyor ve o günden beri bağlılığımızı bir eylemle başlayarak göstermeyi, bugün en kapsamlı bir savaşa yansıtarak göstermeyle devam ettiriyoruz. Bu, zafere kadar da böyle gidecektir.
Bu anlamda diyoruz ki, Kızıldere Şehitleri de ölümsüzdür ve bu temelde devrimin yirmi beşinci yılında tüm şehitleri de PKK devriminde, onun zaferle yürüyüşünde ölümsüzdür.
30 Mart 1996
Rêber Apo
- Ayrıntılar
Yaşamda yeni günün dirilişini temsil eden Newroz şehitleri üzerinde de biraz durduk. Bizim bazı değerli yoldaşlarımız böylesine yaşamsal bir ölümle bugüne karşılık verdiler. Mazlum yoldaşın şahadetini de az-çok anlamlandırdık. Mazlum yoldaşın Newroz şahadetinde gerçekleşen şeyin büyük bir teslimiyete, o vahşet döneminde özellikle umudun o son kırıntılarının da alınıp götürülmesinde, namuslu ve onurlu yaşam olanağı tümüyle elden çıkartmaya, bunun için gerçekleşen son derece vahşi saldırıya karşı kendi kişiliğinde bitebilecek en son direnme hamlesiyle karşılık vermek olduğunu, böyle bir anlamının bulunduğunu ortaya çıkardık. Müthiş bir karanlık içinde bir kibrit çöpünü aydınlık gerekçesi yapmak, yaşamın korkunç bir biçimde teslim alınmak istenmesine karşılık kendini böyle feda ederek yaşam için böyle iddia olmak, iddia olarak varlığını sürdürmek çok önemliydi ve bu gerçekleştirilmiş oldu. Çünkü o haliyle yaşamı daha fazla götürmek mümkün değildi. Öyle bir baskı, öyle bir vahşet var ki, özgür bir yaşamın, namuslu ve onurlu bir yaşamın sözü olabilmek ancak böyle bir eylemle mümkündü.
Dediğim gibi, Mazlum yoldaşın şahadetinin bu gerçeği ifade etmesi çok önemlidir ve bunu anladığı ortaya çıkıyor. O, ideolojimizi iyi bilen bir arkadaşımızdı. Partimizi ruhundan tanıyan ve öyle kalmaya büyük özen gösteren gerçekten görkemli bir kişilik. Bu anlamda bu kişilik tam bir PKK oluyor; PKK’nin yaşam sözü, onun zirvesi oluyor. Çünkü o dönemde kesinlikle bir teslimiyet dayatması var ve teslimiyet öyle bir kişiye dayatılmıyor. Hatta teslimiyet sadece PKK’ye de dayatılmıyor. Şüphesiz biz dışarıda direniyoruz. Bizim de yapacaklarımız var. Ama oraya dayatılan teslimiyet daha fazla belirleyici oluyor. O teslimiyetin ardından getirilecekler belki daha belirleyicidir. Bir Diyarbakır zindanına dayatılmış teslimiyetin tam başarısı, o Şahin-Yıldırım ihanetinin tam zafere ulaşması, binlerce teslimiyetin peşi sıra gelmesi olacaktır. Onun bir halkın başına bela yapılması da herhalde en azından Kemalizm’in –ki bunlar “Genç Kemalistler” adıyla bunu yapıyorlardı- 1925’lerdeki zaferi kadar bir zafer olacaktı.
Yine bu biraz Dersim gerçekliğinde ortaya çıkıyor, Kemalizm’in 1938’de Dersim de sağladığı zaferin bu aşağılık unsurların şahsında, hem de tam “Genç Kemalistler” olarak Dersim kişiliğinde adeta tam zafer kazanarak sonuca gitmesi oluyor. Mazlum da bir Dersim gerçekliğidir ve herhalde bunu çok iyi bildiği için böyle bir direnme tutumunu sergiliyor.
Dersim direnişçiliği Kürdistan’daki son direnişçiliktir.
Ne kadar geri ve yetersiz olursa olsun böyledir. Oraya dayatılan ihanet ve asimilasyon da en güçlü ihanet ve asimilasyondur. “Genç Kemalistler”in ifade ettiği gerçeklikte dile getirilen şudur: “Dersim budur, bunun karşısında başka herhangi bir gerçekliğin söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda Kürdistan için söylenebilecek en son sözdür. Bu söz de bizim sözümüzdür. Direnemezsiniz, teslimiyetten başka yapacağınız hiçbir şey yok”. Zaten bunu günlük olarak çok çarpıcı ve korkunç bir yoğunlukla işlemişlerdir. Tek tek kişilerle uğraşarak yürütüyorlar. Yani sonuç almak için neredeyse günler sayılıdır.
Mazlum direnişçiliği işte bu noktada kendisini biraz daha devreye sokuyor. Çünkü orada her şey baş aşağı gidiyor, teslimiyet çok hızlı gelişiyor. Yapılması gereken şey bir eylem türüdür. O da bu eylem türüyle yine çok anlamlı bir günde, bir yaşam gününde, bir yeni günde, bir diriliş gününde bunu gerçekleştiriyor. Gerçekten de Mazlum yoldaşın direnişinin daha sonraki süreci tamamen etkilediği, teslimiyete karşı direnişçiliği egemen kıldığı biliniyor. Bu direnişin bizim direnişimizi de güçlendirdiğini, dağ direnişine de taşırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun da bir ulusal direniş ve diriliş olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.
Mühim olan her şeyi bir şehide yüklemiyoruz veya her şeyi o doğurdu diye kendimizi aldatma yaklaşımı içinde değiliz. Ama daha derinlikli bir anlayış gerekliyse, o anlayışın da aşağı-yukarı böyle etkili olacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Kesinlikle şehidin anlamı budur diyebiliriz. Anlamı daha da derinleştirilebilir, ama özcesi budur. Nitekim ondan sonra peş peşe gelen eylemlilikler vardır. Gerçekten de Newrozlar bu tarihten itibaren çok yaşamsal kılındı. Newroz günlerinin direniş günleri haline gelmesinde Mazlum direnişçiliğinin etkisi asla küçümsenemez.
Reber Apo
- Ayrıntılar
Newroz Şehitlerinin Anısı
21–28 Mart arasındaki haftayı Ulusal Kahramanlık Haftası olarak değerlendiriyoruz. Newroz şehitleri başta olmak üzere, ortaya serilen büyük kahramanlık örnekleri bizi anılarını özenle değerlendirmeye ve en önemlisi de sonuçlarını mutlaka özümsemeye mecbur bırakıyor.
Kahramanlık eylemlerinin anlamını çok kısa sürede unutan ve gereklerini yerine getirmeyenler en büyük alçaklığı yaşamaktadır. Yine gafil olan odur ki, bu çok büyük anlam ifade eden kişilikleri, kendi yaşamında bir örnek olarak değerlendirmez ve kendine çok gerekli olan gücü buradan elde edemez.
Yaşanan gerçeğe bakıyoruz; bu kadar büyük kahramanlık değerlerinin yanında bu kadar cücelik, bu kadar alçaklık, bu kadar gaflet yaşanıyor; bunlar en az kahramanlık değerleri kadar kendini konuşturuyor. Bu bir çelişkidir. Kahramanlığı düşünmemek, düşünüp de gereklerini yapmamak, en temel insani değerlerden vazgeçmek demektir. Bunu lafazanlıkla geçiştirmek, bunu mutlak emir derecesinde telaki etmemek ve üzerine düşeni yapmamak, kişilikçe belki de açık bir hainden ve gafilden daha tahripkar olmak demektir. Bütün çabalarımızın bir anlamı da, hemen hemen her şeyin önünde tutulması gereken bu değerleri, yaşamın tek etkili gücü haline getirmek, mümkünse onun örgütünü ve eylemini sürekli kılmaktır. Bizi en çok bağlayan değer budur.
Biz gelişme durumlarınızdan memnun değiliz, savaşanların savaşçılığından memnun değiliz; bunların kendilerini biraz doğru değerlendirdikleri kanısında da değiliz. Derinleşen çocukluktur, derinleşen kendini kandırmadır. Kişiliklerinizde bir savaş ustalığı, bir örgütlenme ustalığı fazla anlam bulmuyor. Tarih bizim için şimdiye kadar hep böyle yaptı. Fakat biz bu lanetli tarihi değiştirmek istiyorduk. Ancak bu lafla olmuyor, yaşadığınız yetersizliklerle aşılmıyor. Böylesi bir yiğitlik ve mertliği tanımıyoruz. Bunun altında, bir de bu büyük kahramanlık örneklerinin dayatıcılığı altında eziliyorum. İki yönlü baskı altındayız. Onların yaşamına anlam vermek, bir de bu düşkünlerin baskılarına dayanmak zordur.
Size göre her şey basit ele alınabilir, rahat karşılanabilir, yenilmişsin, yenmişsin; bunlar o kadar mühim olmayabilir. “Laf var, bu yeter. Gözümü kapatırım fazla duymaya gelmem, derin anlamaya ne gerek var” diyorsunuz. Bu bir tarzdır. “Günü kurtardık mı, biraz da şerefi kurtardık mı yeter, daha ne isteniliyor” deniliyor. Biz kendimizi asla bu duruma düşürmeyeceğiz. Ne kadar dayatılırsa dayatılsın, kendimizi basitleştirmeyeceğiz. Bu aynı zamanda kendi payımıza bizim de bu kahramanlık değerlerine hesap vermemizdir. Başka türlü olmaz, başka türlü vicdan kaldırmaz.
Ben Mazlum Doğanların böyle bir Newroz eylemini yapmasını istemedim veya beklemiyordum. Ama baskı o kadar şiddetlenmiş, yaşam o kadar kahredici bir noktaya gelip dayanmıştı ki, direnmenin bir tek yolu veya yaşamının bir tek yolu bir kibrit çöpüyle Newroz ateşini yakıp kendini feda etmek oluyor. Hiç şüphesiz bu büyük bir zayıflığı da ifade eder. Ama kendi içinde çok büyük bir kahramanlığı da sergiler. Bu konuda zayıflıkla kahramanlığın iç içe olduğu bir dönem, bir kişilikte yaşanmamıştır. Bu durum ulusal ve toplumsal gerçekliğin bu kadar sağırlaştırıcı ve köreltici ortamından tek başına bir kuvvet olarak direnmeyi ifade ediyor. Başka hiçbir çaresi yok, başka hiçbir imkanı yok. Sesini hiçbir yere duyuramazsın. Bugünü düşünmek, o zamanın yüreğini düşünmek çok büyük önem taşır. Biraz yürekli olmanız gerekiyor.
Şehitlerin anısıyla yaşamak ve yetişmek, bugünü asla unutmamakla, bunun da ötesinde onu bireyin bir parçası yapmakla mümkün olur. Sizler öyle misiniz? Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu ki, yüzyılların çok vahşi ve yok edici zoru, her şeyi götürecek; bir PKK umudu var, onun ışığı var ve bu söndürülmek istenecek! O dönemin güçlükleri o kadar dayatıcıdır ki, tarihin bu tip dönemlerinde, daha çok da bizim tarihimizde yapılan ya büyük bir perişanlık içinde bu kaderdir deyip sonunu beklemek, ya da çok kötü bir teslimiyet olmuştur. Mazlum yoldaş ikisini de yapmıyor; bir direniş geleneğinin son halkasını ve noktasını teşkil eden bir eylemliliğe girişiyor. Kendi içerisinde çok zayıf da olsa, bu bir eylemliliktir. Kadere boyun eğme olmadığı gibi, teslimiyetten de asla eser yoktur.
Biz bunu anlıyoruz. Bunun bir PKK direniş geleneği olduğuna eminim. Nitekim bu kıvılcım hem zindanı, hem de ülkeyi sardı. Bu kıvılcım bugün önünde durulmaz bir savaş gerçeği olup çıkmıştır. Onun büyüklüğü buradadır. O, zindana dayatılan büyük teslimiyetin altında yatan bütün bir ulusun çok sınırlı yaşam emarelerine, aslında ulus demeye bile insanın zorlandığı bir duruma son bir seslenişi, mümkünse son bir çabayla yaşamın yolunu aydınlatmayı ifade ediyor.
Biz daha o günden, bu eylem, ölümü kolaylaştırmıştır demiştik. 1980’lerin başlarında böylesine bir fedakarlıkla ölüme uzanmak düşünülemiyordu; ölmek çok zor geliyordu. Kaçış esastı, teslim olmak ortama egemendi. Zindan içinde daha büyük direnme zordu. Başlangıç işte böyle yapıldı. Hatta bu eylem için “bu bir köprü oluyor; bir tarihsel imha ve teslimiyet döneminden bir tarihsel direniş dönemine büyük bir geçiş köprüsüdür” dedik. Nitekim bunun doğru bir tanım olduğu, daha sonraki süreçte ortaya çıktı. Zindanda teslimiyeti yırtan direniş dalga dalga yayıldı ve bizim dağ direnişimizle birleşti. Düşmanın bütünüyle kapatmak istediği özgürlük kanallarımızla birleşti. Artık bir ulusun ölümsüzlüğü adına ne söylenebilecekse, öyle bir duruma gelindi.
Biz Mahsum Korkmaz (Agit) yoldaşın anısı üzerine bir şeyler söyledik ve bu direniş şahadeti için “o, dağda beliren yaşam umudunun söndürülmesine karşı soylu bir çabaydı” dedik. Gerillanın sönmesinin, bir ulusun sönmesine eşit olduğunu Agit yoldaşın çok özverili bir kişilikle ve sonuna kadar layık bir yaşamla bu adımda ısrar ettiğini ve şahadetiyle bir dönemece damgasını vurduğunu; bundan sonrasına devam etme gücünün gösterilmesi gerektiğini, şehidin anısına mutlaka verilecek bir karşılığın olacağını, karşılık verilmezse bu işin biteceğini söyledik. Bu şahadetin böyle bir anlamı vardı. İçinde komplo olur, içinde devlet olur, içinde yetersizlik olur, içinde zayıflık olur; dönemin kendisi, düşmanın büyük gücü olur.
Tıpkı zindandaki direnişin zorluğu gibi, burada da öyle bir durumu yaşadık. Gelinecek yere kadar direnişle gelinmiş; ondan sonrası için de bir kişiden beklenen artık biraz bu kadar olabilir deniliyor. Bize büyük bir miras veya çok zorlu bir görev bırakılıyor.
Bazı provokatif öğelerin, Agit Yoldaşın şahadetinden rahatlık bile duyduklarını çok iyi biliyoruz. Bunlar, “siz misiniz gerillayı geliştirmek isteyen, siz misiniz bu adımla başarı sağlayacağına inanan, işte en çok güvendiğiniz kişi de vuruldu, artık bir şey yapamazsınız” diyorlardı. Düşman da böyle reklam ediyordu. Biz o zaman da şöyle bir söz verdik; “böylesi bir şehidin anısına verilecek en anlamlı karşılık, bir yıl içinde gerilla takımlarına ve hatta bölüğüne yakın bir gücü ülkemizin dağlarında hareket ettirmektir” dedik. Bunu yaparsak, anıya gereken karşılığın iyi verilmiş olacağını belirttik. Nitekim bunu gösterdik. Aradan bir yıl geçmeden, bütün yetmezliklerine rağmen, böylesi grupları ulaştırabildik. Bu da düşmanın bütün çabalarına rağmen, büyük umut sesinin, büyük umut kaynağının söndürülmemesi ve daha da parlatılmasıydı.
Savaş tarihimizde 1987 ve sonrası değerlendirildiğinde, bunun gerçek bir yaşamsal dönem olduğu; düşmanın korkunç baskılarına rağmen büyük bir direnme tutkusu, azmi, iradesi ve bilincinin gösterildiği görülecektir. Anıya bağlılık anlamını bulmuştur. Gerilla kalıcılaşarak, kendi şehidine en anlamlı karşılığı vermiştir, hâlâ gerillayı derinleştiriyoruz. Anıya bağlı kalmak bir görevdir ve gerekenler ne pahasına olursa olsun yerine getirilecektir. Yürüyen budur, yürüyen şehittir, emreden komuta oluyor.
Daha sonra gelişen kitleselleşmemizin arkasından, Newroz’larda genç kızların kendilerini yakma olayları meydana geldi. Bu eylemler büyük kahramanlık eylemleridir. 1990 Newroz’unda Zekiye Alkan yoldaşın isyan ateşini bedeninde tutuşturmasıyla başlayan, 1992 Newroz’unda Rahşan Demirel yoldaşla, 1994 Newroz’unda da Ronahi ve Berivan yoldaşlarla devam eden bu gelenek, kitleselleşmeye bir çağrı oluyor. Mazlum yoldaş nasıl partiye bağlı kalıp PKK’yi yaşamanın çağrısını yaptıysa, yine Mahsum yoldaş nasıl gerillaya bağlı kalıp onun çağrısı olduysa, bu genç kızlarımızın şahadeti de “serhıldana başlayın, bağlı kalın, ülkeye yönelin, yurtseverliğe yönelin, kitleselleşin ve bu anlamda alevi tutuşturun” çağrısıdır.
Ferhat Kurtayların da kendilerini yakma olayı var. Yine Kemal Pirlerin ölüm orucu direnişi var. Onlar “Mazlum’un görevini biz yerine getirmeliydik. Dolayısıyla ölüm orucumuz bizim özeleştirimizdir” derler. Ferhatlar da “bu eylemleri biz yapmalıydık; bizim eylemimiz de bir özeleştiridir” biçiminde açıklamada bulunurlar. Özeleştiriler daha sonraki süreçte böyle telafi edilir.
Kendini yakma, düşman çevreler veya yüzeysel bakanlar tarafından bir intihar biçiminde değerlendirilir, yazılıp-çizilir. Hayır! Nereden bakılırsa bakılsın, böyle bir eyleme kalkışan bir insanın, kendindeki direnme gücünü azamileştirmek ve sonsuzlaştırmak gibi bir özlemden geçtiğini biliyoruz. Genç kızlar fazla silahlı değiller. Böyle bir istekte bir örgütlendirme, bilinçlendirme ve eyleme geçme gücünde olamıyorlar. Bunun nedenleri çok çeşitlidir.
Zekiye Alkan Diyarbakır’da devrimin zayıf olduğu gerçeğini görüyor. O zamanlar Diyarbakır sağırdır, fazla heyecana gelecek durumda değildir. Bir Newroz’u kutlayacak durumda bile değildir. Bir ateş gerekiyor, bir meşale gerekiyor. Zekiye yoldaş bunu böyle yorumlayıp kendini yakmayı uygun görüyor. Onun bu direnişi kitleselleşmek için olmuştur. Daha sonra vuku bulan Vedat Aydın’ın katledilmesinde, onun anlamlı bir gelişmenin ilk habercisi olduğu da anlaşılmıştır. Yüz binlerce Diyarbakırlı meydanlara taşarak kutsal bir sürece damgasını vurmuştur.
İzmir’de Rahşan Demirel’in kendini yakması vardır; o da İzmir kalesinin burçlarında bir meşaledir. Onun direnişi, metropoldeki Kürt kitlesine “vatana dönün yurtseverlikten vazgeçmeyin, dönüşünüz kesin olmalıdır” çağrısıdır. Onun eylemi kesinlikle bizim metropol kitlesine yaptığımız “ülkenize bağlı kalın, devrimci savaşa bağlı kalın” çağrısının yankı bulmasıdır. Bu direniş onun meşalesi oluyor. Büyük bir kahramanlık eylemidir.
Avrupa’daki son iki kahraman genç kızımızın eylemi de aynen böyledir. Bizim Avrupa’daki kitlemize yaptığımız bir çağrımız vardı, “1994 yılı ülkeye büyük yöneliş yılı olmalıdır. Düşüncede, ruhta ve adım adım fiziksel olarak dönüş yapın” dedik. Arkadaşlar bu mesajımı alıyorlar; çok planlı ve bilinçli bir biçimde onu bir eylem meşalesine dönüştürüyorlar. Nitekim bu meşale büyük bir oyunun kurbanı olan bu yurt dışındaki kitlemize, halkımıza çok güçlü çıkışı yaptırabiliyor. Bin yılların bütün işgalleri ve istilalarının dağlarımızdan söküp indiremediği halkımızın, özel savaşın en kabasından en incesine kadar çeşitli oyunlarıyla indirilmesi, metropol kentlerine ve Avrupa ülkelerine savrulması durdurulmak zorundaydı. Böylesine bir savruluşu durdurmak kolay değil. Bu ancak böylesine bir meşaleyle, genç kızlarımızın kendilerini birer meşale gibi yakmasıyla belki mümkündür veya öyle oluyor. Anlamı budur.
Nereden bakılırsa bakılsın, derin bir görüşe ihtiyaç var, kendine gelmeye ihtiyaç var. Yürekler çok duyarsızlaşmış, insanlar pasifleşmiş, kendilerini çok düşürüyorlar, çok bencilleştirilmişler. Onları ancak kendilerine şok edici eylemle ayağa kaldırma gereği söz konusu ve bunu yapıyorlar. Eminiz ki, bu mesaj da, bu çağrı da anlamını bulmuştur ve Daha da bulacaktır.
Bazı canlar, bazı doğru fikirlere ve mesajlara kendilerini böyle katarak karşılık veriyorlarsa, bu fikirler ve açıklamalar ölümsüzdür. Görülüyor ki, her eylemin büyük bir kahramanlık değeri var; tarihsel, sosyal ve siyasal gerçeklikte bir dönüşüme yol açması durumu var. Bunun sadece bir şartı var; o da kendilerini bağlı hissedenlerin “ben de onların ardılıyım, onlara bağlıyım” diyenlerin bu dürüstlüğü göstermeleri; kendilerini şehitlerin uğruna varlıklarını adadıkları, amaca bağlı tutmaları, burada tutarlı ve dürüst olmalarıdır. Gerisi gelir, gerisi zafere kadar adım adım kazanılır.
Biz böyle kalmaya söz verdik. Bu büyük bir duyarlılık ve tutarlılıkla mümkündür. Bu her şeyden önce kendisine verilen şeref sözünü ve düşünce gücünü eylem gücüne kavuşturmakla mümkündür. Gözyaşı dökerek, bazen sahte anma havalarına girerek, şehitlerin anısına karşılık verilemez. Örgüt gücü olarak, eylem gücü olarak, bütün düşman saldırılarını boşa çıkardığında bağlısın demektir. Bunun dışında bir bağlılık demagojidir veya ihanet kadar tahripkardır.
Biz geçen kış boyu bu son günlere kadar kapsamlı bir partileşme dersiyle ve doğru örgütlenme anlayışıyla, aynı zamanda anıya bağlı olmanın doğru yolunu da gösterdik. “PKK’lileşelim ve Savaşı Kazanalım” dedik. Anıya başka türlü karşılık veremezsin. Bu, parti gücü haline gelmenle mümkündür. Onu bütün yönleriyle gösterdik ve ardından “doğru bir halk cepheleşmesine yaklaşalım” dedik. Kitleselleşme zafer için çok gereklidir. Bunun da kitleye doğru yaklaşımla, doğru kitle politikamızla, onun mutlaka yeterli örgütlenmesiyle bağlantıları vardır. Ona yüklendik. Başka çaresi yoktu.
Newroz mesajlarını ve kahramanlık şehitlerini başka türlü karşılayamazsın. Biz de bu yıla böyle bir karşılık vermek istedik. Ordu gerçekliğini ve savaşmasını bileceksin. Bunun anlayışı kadar, pratik ustalığını da kesinlikle göstereceksin. Bize çokça dayatıldığı gibi ordulaşmaya gelememeye, oldukça sudan bahanelerle adam kaybetmeye, eylemi zararla sonuçlandırmaya hiç birimizin hakkı yoktur. Bunu yapan lafazandır bunu yapan değerlerimizin düşmanıdır. Bunun gerekçesi de olamaz. Anılara bağlılığı böyle düşüneceksin, böyle gerçekleştireceksin. Doğru ordulaşıyor musun? O zaman sözünün erisin, gerisi laftır.
Ordu gerçeğinde ucuz lafa yer yoktur. Ordu en yoğunlaşmış siyasettir, kişiliktir. Sözün eyleme en yakın biçimidir. Biz böyle değerlendirdik. Bizler bu şehitler anısına ve bütün şehitlerimizin yaşamdaki anlamına ısrarla bağlıyız. Onun ağır baskısı altındayız, ama ezilmemişiz. Yaptıklarımızı hâlâ yeterli görmüyorum. Asıl yapmak istediklerimizi bundan sonra yapacağımıza da eminiz.
Buna dayanarak, hiç kimse bizden insaf beklemesin diyorum. Şehitlerin anısı söz konusu olduğunda, şehitlerin anısının gerekleri dışında, hiç kimse kendisine ucuz bir paye beklemesin. Biz her şeyde sıradan olabiliriz, her şeyde kendimize paye biçebiliriz, ama şehitlerin anıları söz konusu olduğunda akan sular durur, damarda akan kan durur. Ancak layık olduğunda kendine paye biçebilirsin. Bu böyledir ve PKK’nin gerçeği de budur. Böyle olduğunda anlayışla karşılarız, tutarlı kalmaya çalışırız. O çok zor koşullarda, düşünülmesi çok zor şahadetleri başka türlü karşılayamayız.
Hakilerden başlayan ve günde neredeyse bir kaç şehide mal olan şimdiki sürecin şehitlerine mecburuz. Şehitlerin anılarına gereken ağırlığı vermek ve herkesi onlara bağlamak insanlık borcumuzdur, şeref ve onur sözümüzdür, yaşamımızdır, başarı ve zafer yürüyüşümüzdür. Bu açıdan partileşmek, bir öncünün zaferi için ne kadar gerekiyorsa, o kadar partileşmek bu işin doğal gereğidir. Gereği kadar cepheleşmek, ordulaşmak ve savaşmak böyle bir şahadet anlayışının doğal sonucudur.
Burada kendimizi disipline edeceğiz. Burada kendimize hakim olacağız ve gerekeni yapacağız. PKK tarihi böylesine bir tarihtir. PKK komutası böyle şehitlerin komutasıdır. Bunu bilmeyen daha iyi bilmeli, gereğini yapmayan kesin olarak yapabilmelidir ki, bu tarihe layık olduğunu gösterebilsin. Biz buna göz-kulak olacağız.
Bizim yaptığımız bir iş de şehitlerin komutasına göz-kulak olmalıdır. Ve onu bütün çalışmalarımızın başında tutuyoruz. Anlamayan anlamalıdır. Şimdiye kadar gerekenler yapılmamışsa, özeleştiri olarak bundan sonra yapılmalıdır. Böyle yapılırsa, şehitlerin anılarının ezici baskısı altında kendimizi affedebiliriz; dürüst, şerefli ve onurlu bir kişi olma payesini kendimize yakıştırabiliriz. Ben bunun dışında hiçbir yol göremiyorum. Kendim de böyle olmaya büyük özen gösteriyorum.
Bugün 30 Mart. Bugün bir de Kızıldere şehitlerinin yirmi ikinci yıldönümü. Böylesi anlamlı bir gün olma özelliğine sahiptir. Kızıldere şehitleri de hiç şüphesiz sıradan geçiştirilecek şehitler değildir. Kızıldere direnişi, her şeyden önce 12 Mart faşizmine, TC faşizmine karşı gelişen dönemin en soylu başkaldırısıdır. Bunun için halkların umutlu, inançlı ve bilinçli kişilikleri direniyordu. Bu, teslim olmayan on yiğit devrimci önder kişiliğin başkaldırısıdır. Daha da somut olarak söylemek gerekirse, biz şehitlerin anısına bağlı olmanın gereğini daha o zaman iliklerimize kadar duyduk. Bu kadar çıkarsız, bu kadar zayıf olmalarına rağmen, dev gibi bir düzene başkaldırış ve isyan bayrağını çok büyük bir kahramanlıkla indirtmeme geleneğini o gün gördük. İdeolojik ve siyasal gerçekliği ne olursa olsun, örgüt ve eylem anlayışı ne denli kusurlar taşırsa taşısın, alçakça bir düzene, kendini halkların umutlarına ve kurtuluşuna amansızca dayatan bir faşizme karşı bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve ölümün üzerine bile bile yaman bir biçimde giden bu büyük topluluğu anmamak olmaz.
Onların üzerine on binler yürüdü ve katledildiler. Biz, büyük bildiğimiz bu insanlar neden böyle hunharca katledildi diye sarsıldık. Yaşayanlar olarak sessiz ve derinden bir söz verdik ve gerisini getirmeliyiz dedik. O ilk amatör devrimcilik günlerimizde onların katledilmesini protesto ettik. Bu 12 Mart karanlığına karşı cesaretli bir adımdı. Tutuklandık, yatıp çıktık. Daha fazlasını yapmak istedik; Türk devrimciliğiyle yapmak istedik, olmadı, Kürdistan devrimciliğine yöneldik. Bilindiği gibi kesintisiz ve sürekli bir örgütü devreye sokmanın büyük hesabını o günlerde kendimiz için bir numaralı görev belledik ve bunu ısrarla takip ettik. Daha bu şehitlerin anısının üzerinden bir yıl geçmeden, bir Kürdistan kurtuluş grubu olmaya karar verdik. Bu da şehitlerin anısına bağlı olmanın bir gereğiydi, dürüst olmanın, devrimci söze bağlı olmanın bir gereğiydi ve yapılan da buydu.
Hiç şüphesiz 12 Mart faşizmi bu direnişle yıkılmayacaktı. Ve faşizm üzerinden ezip geçecekti. Öyle de oldu. Ama bizimki, çok sıradan, fakat dürüstlüğünden vazgeçmemiş bazılarının kendini anlamlı kılması gösterdi ki, başlangıç ne kadar zayıf olursa olsun, dönem ne kadar aleyhte olursa olsun, eğer kararlılık ve süreklilik varsa işin sonu mutlaka gelir. Ve bir gün bu cellat başlarına gereken cevap verilir; çok güvendikleri orduları başlarına yıkılır, çözdürülür. İşte bugün görüyorsunuz ki, bu gerçekten mümkünmüş. Büyük bir sabırla, büyük intikam yeminiyle, onun adım adım büyük bilinci ve örgüt savaşçılığıyla, uzun vadeli yaşamın savaşımıyla, PKK’nin örgüt gerçeğinin ifadesiyle mümkünmüş.
Geçen yirmi iki yıl, aynı zamanda bizim hareketimizin fiili tarihidir. Bu direniş şehitlerine çok somut bağlıdır, onların sıcak direniş çağrılarından kaynaklanıyor. Şüphesiz bir de halkımızın gerçekliği vardır ve esastır. Yurtseverliğimiz vardır ve esastır. Ama bir de büyük direniş kaynağı olmasaydı, bu esaslar acaba hayat bağı bulabilir miydi? Kendi kaynaklarımızı inkar edemeyiz. Onlara sonuna kadar anlamını vermek ve gerekeni yapmak da tarihe saygılı olmanın vazgeçilmez bir gereğidir.
Bu tarihin de altında yüzyılların halk direnişçileri vardı. Bu konularda kendiliğinden bu duruma gelmedi. Vietnam Devrimi, Küba Devrimi, Latin Amerika Devrimleri, bütün Asya, Ekim Devrimi’ni incelediler. Bunların mirasını Türkiye’ye, Kürdistan topraklarına taşırmaya çalıştılar. Onlar bu kadar büyük insanlık değerlerinin özümsenmiş ifadesiydiler. Onları böyle bir kapsamda değerlendiriyoruz. Nitekim bu aynı zamanda bizim de enternasyonalist anlayışımızın kanıtıdır. Bu mirasın bizim de mirasımız olduğunu çok iyi biliyoruz. Biz kendimizi insanlığa böyle bağladık. Bunlar Anadolu toprağında ilk defa böylesine büyük bir direnişle yankılanıyor. Biz onu alıyoruz, şimdi dalga dalga bütün ülkemize ve giderek Ortadoğu’ya yaymaya çalışıyoruz. Şehitlerin anısına bir de böyle karşılık vermek vardır.
Hiç şüphesiz Türkiye Solu dediğimiz, devrimci dediğimiz kesimler, bu şehitlerin anısına karşılık vermeliydi; ama veremediler. Bunlar bazı sesler çıkarmak istedilerse de, bu sesler bu direnişi karşılamak ve anlamaktan uzaktı. Bizim asıl eleştirimiz burada oldu. Layık olamıyor, gerekeni yapamıyorsunuz dedik. Ve bu eleştiri bizim eylemimiz oldu aynı zamanda. Türkiye devrimciliği kendi şehitlerine doğru sahip çıkmayı bilemediği için bu durumdadır; bir de ucuz vazgeçtiği ve unuttuğu için bu durumdadır. Bu devrimcilik aşırı sağ karşısında bir hiçtir. Kendi hayat kaynaklarına karşı bu kadar ilgisiz kalan ve gerekeni zamanında yapamayan daha da ezilip biter. Gerçekleşen bu oluyor.
Bunlar tüm kardeşlik ve yardım çağrılarımıza rağmen, ses verecek durumda değiller. Neden? Çünkü şehitlerini böyle karşılıyorlar. Hüzün ondandır. Ama yine de bu direniş şehitlerinin anısının boşa gitmediği kesindir. Buna Deniz Geçmişlerin darağaçlarındaki büyük başkaldırısı ve teslim olmayan gür sesi de dahildir. Yine Kaypakkayaların işkencelerde ser verip sır vermeyen ve sonuna kadar direnen sesi de dahildir. Hepsine karşılık verilmiştir. Devrimci savaşımımız onların anısını mükemmel temsil ediyor.
Biz bu savaşımı bu tarzda daha da derinleştirdikçe ve eksikleri kapattıkça, bu hiç şüphesiz zaferi de kesinleştirecektir.
Rêber APO
30 Mart 1994
- Ayrıntılar
Geleneksel 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, bir kez daha kadın özgürlüğü gerçeğimizi göz önüne getirerek, kadın sorununa yaklaşımın nasıl geliştiği ve bunda bizim çözümümüzün ne olduğunu bilince çıkarmak ve günün mücadele gerçeği içinde daha da ilerleyebilmesinin savaşı içinde olmak, bugüne verebileceğimiz en anlamlı karşılıktır.
PKK tarihi, onun sömürgecilikle savaşım tarihi, aynı zamanda Kürt kadınının kurtuluş tarihidir.
Halk gerçeğimiz, yoğun bir biçimde kadın gerçeğimizin benzerliklerini taşır. Onun sorunu, onun kurtuluşu; kadın sorunu, kadın kurtuluşudur. Belki de denilebilir ki, hiç bir devrim Kürdistan Devrimi kadar kadının kurtuluş devrimi olamayacaktır. Bunun tarihi, ulusal ve toplumsal nedenleri vardır. Tarihte, toplumun ataerkil aile yapısından ötürü ve giderek daha da geri biçimlerde günümüze kadar gelişen feodal ağalık, aşiretçilik, dincilik kurumlarının erkeği öne çıkarması ve bu kurumların en çok yabancı işgale yataklık etmesi, Kürt erkeğini çok onursuz, işbirlikçiliğe en çok alet olan, bu konuda sınır tanımayan bir çarpıklığın içine iterken; kadın güçsüz de bırakılmış olsa, Kürt ulusal değerleri içinde kalabilmiştir.
Erkek egemenliği, onu hep kadın üzerinde baskıya doğru götürürken, dışta işbirlikçiliğe doğru götürmüştür. Kurtuluş yolunu hep işbirliğinde arar. Dolayısıyla yabancı işgalcilerin, sömürgecilerin kültüründen tutalım her türlü siyasi, askeri tortu işlerinden tutalım kabiliyetine göre en tehlikeli ajanlık ilişkilerine kadar, hepsine Kürt erkekleri içinde bolca rastlanır. Bu konuda adeta kendileriyle iftihar ederler. Yabancı işgalcilere en çok kim hizmet ederse, "bu en iyi adamdır" biçiminde bir bakış açısı gelenek olmuştur. Genel anlamıyla erkeğin yaşadığı bu olumsuzluk, işbirlikçi sınıflarda daha da gelişmiştir. İşbirlikçi sınıf ve onun erkek egemenliği denilebilir ki, Kürdistan’ın en uğursuz, en lanetli kirine bulaşmış, ulusal değerlere ihanet etmiş ve dolayısıyla da en çok sorumlu tutulması gereken kesimi oluyor. Eğer kadın bu anlamda bir defa kirli düşmüşse, erkek on defa daha kirli düşmüştür. Bu gerçeği çok işledik.
Genel toplumsal çözümlemelerimizde ve daha çok da kadın sorununun ortaya konulması ve çözümünde son yıllarda oldukça ilerleme sağlamış bulunuyoruz. Hatta bununla da yetinmedik, pratiğe bu çözümlemeler temelinde yol aldırmaya çalıştık. Gelişmeler, çözümlemelerin doğruluğunu ortaya koydu. Kürt kadınının kendini en iyi dile getirdiği 1990 yılının Cizre-Nusaybin serhildalarında önderlik edenler kadınlardı, çocuklardı. Kadın-çocuk ilişkisini göz önüne getirirsek, kesin olarak serhildanda önderlik, ağırlıklı olarak kadınındır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekiyor.
Unutmayalım ki Cizre-Nusaybin’de, Kürdistan’ın diğer benzer serhildanlarının geliştiği yörelerde, kadının kendini ortaya çıkarışı tesadüfî değildir.
Birincisi; kesinlikle partimizin ideolojik-politik yaklaşımlarının doğruluğuna, kadının tutkusuna verdiği önemi gösteriyor. Bu kesindir.
İkincisi; yaptığımız pratik çalışmanın doğruluğunu, kadın faaliyetlerine verdiğimiz önemi, kadın kadrolarının kitleler arasındaki çalışmalarının önemini ve sonuç alıcılığını gösteriyor. Özellikle Cizre kadınının etkilenmesinde temel rolü oynayan Bınevş AGAL yoldaşın örnek kişiliği, çok iyi bilinir ki, bu gelişmelerin en önemli nedenidir. Hemen hemen her yörede böylesine gelişmelerin ortaya çıkarılmasında, partinin bizzat eğitip mücadele alanına sevk ettiği kadın kadrolarının yeri önemlidir. Onlarca şehit verilmiştir. Daha dün 1991 serhildanının geliştiği Şırnak, İdil ve Dargeçit’te, kadınların yürüyüşün başında olduğu ve yine ilk şehidin bir kadın olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Şu ortaya çıkıyor ki, Kürdistan Devrimi’nde daha başından itibaren, kadınlar önemli rol oynayacaktır, korkusuz yöneleceklerdir.
Devrim, önemli oranda kadınların kurtuluşunun devrimi olacaktır.
Bu düşüncede ortaya konulduğu gibi, pratikte de böyle olacağını kanıtlamıştır. Kürdistan ulusal gerçeği, içten baskı altına alınan halkın yaşadığı zor koşullar ve buna karşı özgürlük savaşımının ortaya çıkardığı gelişmeler, kadın etkisini sıkı sıkıya taşır. Şunu sıkça söyleriz; bizim halkımızın gerçeği, biraz da kadın gerçeğine benzer, kadının baskı ve sömürü altına alınışına benzer bir baskı ve sömürü altına alınmıştır. Dolayısıyla halkımızın sorunları ve kurtuluş yolları ile kadın sorununun çözüm ve kurtuluş yolları iç içe düşmüştür. Hiçbir halkın gerçeğiyle karşılaştırılmayacak kadar bize özgü bir gerçektir. O halde, bu gerçek böyleyse ve gelişmeler de bunu doğrulaşmışsa, Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, her ulusun kadınlarına bugün dolayısıyla göstermek istediği bir yaklaşım vardır. Bizim de bu konuda göstereceğimiz en olumlu yaklaşım, gerçeğimizin izleyicisi olmak ve eger bu gerçekliğimiz de bir direniş, serhildan gerçeğine dönüşürse, bunun en anlamlı yaklaşım olduğunu ortaya koymaktır. Biz sadece bunu bir günün saygılı yaklaşımı olarak değil, gittikçe derinleşerek bütün toplumumuzun kurtuluşuna, onun her bakımdan dirilişine katkısını sunacak ve sadece bu anlamıyla Kürdistan için değil, bunu kadının kurtuluşu için değil, dünya kadınlarının özgürleşmesine de katkıyı yapacak bir yaklaşım olarak görüyoruz ve bunun savaşımını veriyoruz.
PKK’nin kadın sorununda çok radikal olmasının en temel nedeni, kadın gerçeğimizin kendisinde yatmaktadır. Sorunu dünya kadının sorununa bağladığı gibi, tarih boyunca kadının baskı ve sömürü altına alınışı, düşürülüşü, kötürümleştirilmesi ve buradaki mücadelesine başladığı gibi, en çok da bunun Kürdistan kadınında nasıl geliştiği, Kürdistan kadınının baskı ve sömürüsünün özgül yanı, ayrıca kurtuluşunun da özgün yönlerini doğru ele almak gerekir.
Şunun çok iyi bilincindeyiz; genelde bir toplumda kadının özgürlük düzeyi, bütün toplumun özgürlük düzeyini belirler. Bir toplumun ne kadar özgürleşeceğini anlamak istiyorsanız, bir kadının ne kadar özgürleşmek durumunda olduğuna bakacaksınız. Bir ailenin ne kadar özgür bir aile olduğunu anlamak istiyorsanız, kadının ne kadar özgür olduğuna bakacaksınız. Şunu da ekleyelim; bir erkeğin ne kadar özgür olduğunu anlamak istiyorsak, kadın sorununda ne kadar özgür olduğuna bakmak gerekir. İyi veya kötü, demokrat, sosyalist olmanın temel ölçütlerinden birisi; soruna demokrat ve sosyalist olarak bakabilmek, kadın ilişkilerinde bir seviye tutturabilmek buna bağlıdır. Dolayısıyla biz, partimizin içinde "özgürlük ne kadar vardır" sorusuna cevap vermek istiyorsak, saflarımızdaki kadınların özgürlüğüne bakacağız. Saflarımızda kadın ne kadar özgürleşiyorsa, PKK de o kadar özgürdür.
PKK’nin özgürlük derecesi toplumumuzun özgürlük derecesidir.
PKK’deki kadının özgürlük derecesi, Kürdistan toplumunun içindeki kadının özgürlük derecesini tayin eder.
Soruna böyle yaklaştığımızda, partililere ne tür bir görev düştüğünü çok iyi anlıyoruz. Her şeyden önce partinin konuya doğru tarihi, toplumsal gerçekler temelinde bakmasını bilmek gerekiyor. Bu konuda geliştirilen çözümlemeler vardır. Mutlaka bütün partililerin özümsemesi gerekiyor. Tutarlı olmanın birinci boyutu budur. İkincisi, bunu kendi kişiliklerinde uygulamaları gerekir. Çözümlemelerden çıkarılacak sonuçlarda sadece kadının özgürlüğü değil, erkeğinde özgürlüğünün yattığının bilinmesi gerekir. Düşürülen kadın, erkeğin düşürmesidir. Özgürleşen kadın, özgürleşen erkek demektir. Böylesine iç içe etkileyen taraflar olarak baktığımızda, sağlam bir partilinin kendini mutlaka eğitmesi gerektiği ortaya çıkar. Ne kadın bize geleneksel kendi köleliğini, düşkünlüğünü dayatabilir, ne de erkek kendisinin tersyüz edilmiş egemenliğini, daha tehlikeli işbirlikçi düşkünlüğünü ve baskıcı egemen olma konumlarını dayatabilir. Mutlaka tutturulması gereken, tarafların eşit ve özgürlüğe açık olmayı bilmeleridir. Açık, şeffaf, özlü, baskıdan uzak, olumsuz etkilenmelerden uzak, sonuna kadar temel kurtuluş değerlerine bağlı, saygıya dayalı, sevgiye dayalı, sonuna kadar yoldaşça ilişkiler içine girebilmeleridir. Parti buna önem veriyor, bu konuda mevcut gerilikleri aşmaya çalışıyor ve daha şimdiden bu çabaların ürünü olarak Kürdistan kadınının devrimde küçümsenmeyecek rolünün ortaya çıkmasına yol açıyor. Düşmanın baş edemeyeceği müthiş bir güç kaynağının sadece kendini kurtarmakla yetinmeyeceği, bütün toplumun kurtuluşuna, onun zengin, yeni, diri, yaşanmaya değer bir toplumsal düzene dönüştürülmesine en büyük katkıyı sağlayacaktır.
Demokratik olsun, ulusal kurtuluş olsun, sosyalist olsun geleneksel birçok devrimde kadın hep uydu, bağımlı bir biçimde ele alınmıştır. Devrimin esas bir öğesi değil, bağımlı bir öğesi gibi yaklaşılmıştır. "Herkes askerdir, kadın da bir askerdir; herkes bir militandır, kadında bir militandır; herkes şu işi yapıyor, kadın da o işi yapmalı" şeklinde kaba-materyalist yaklaşımlar sergilenmiştir. Kadının askeri, siyasi, örgütsel çabalara katılması gerektiğini inkar etmemekle birlikte, bunun yetmediğini, hatta bu konuda kadına yaklaşımda salt eşitlikçi bir anlayışın tutturulmasının ciddi sakıncaları olacağını hemen belirtmek gerekiyor. Çünkü kadının özgürlüğü, onun mücadelesinin de özgürlüğünü ortaya çıkarır. Kadının fiziki, sosyal, tarihsel, içinde bulunduğu durum ve hatta bir bütün olarak toplum için ifade ettiği anlam, her ne kadar bütün toplumsal etkinliklere buna devrim de dahildir katılmayı kurtuluş için vazgeçilmez kılıyorsa, özgünlüğünden kaynaklanan durumda aynıdır. Bu yönlü özellikle dıştalanmıştır, söz değerinden yoksun bırakılmıştır, eylem değerinden yoksun bırakılmıştır. Her türlü etkinliği sınırlandırılmıştır. Bu daha çok sosyal yaşamda, kültürel yaşamda, böyledir. Yalnız siyasi askeri yaşamda değil, diğer alanlarda da yoksun bırakılmıştır. İlişkilerde özgünlüğü, eşitliği ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunların yeniden ele alınması, özgürleştirilmesi gerekir.
Dolayısıyla soruna dar bir eşitlikçi anlayışla değil, kadın gerçeğinin bütün boyutlarıyla ele alıp zenginleştirilmesi temelinde yaklaşılmalıdır. Böylece kendi elinden alınan bir çok yeteneğinin yeniden kazandırılmasına yol açılır. İyi bir inceleme sonucu, toplumsal baskı nedeniyle neyi kaybettiyse, onu bulmaya götüren, onu edinmeye götüren bir mücadelenin sahibi olması gerektiği açıktır. Kadının kendi orijinalliğini, özgünlüğünü böyle bulmasına, en az diğer alanlardaki eşitlik çabaları kadar büyük gereksinme vardır. Bunu karşılayamadan, kendini erkekle kaba eşitleştirme içine sokması tehlikeli bir yanılgıdır. Çünkü kadının bir de yitirdikleri vardır, elinden alınan yetenekleri vardır, kişiliğini yaşamama, kadınlığını yaşamama durumu vardır. Bunun büyük sıkıntıları, bunun yol açtığı acıları vardır. Bunları gidermeden ne siyasi, ne askeri, mücadeleye ciddi olarak katkı sunacakları düşünülemez.
PKK bu konuları zengince ele almaya çalışıyor. Hiçbir partiye nasip olmayacak bir biçimde kendine duyduğu bir güvenin de eseri olarak bakıyor. PKK’nin konuya böyle bakışının altında, aslında Kürdistan Devrimi’ne bakışı yatmaktadır. Bu bakışın altında, Kürt toplumunun, kadınların yaşadığı baskı ve sömürü biçimine benzer bir durumu yaşaması gerçeği vardır. Dolayısıyla soruna çok köklü yaklaşmamız, kendi toplumumuzun sorunlarına köklü yaklaşmamızdan ötürüdür. Bu nedenle de iki sorunun çok iç içe ve hatta kadının özgül nedenlerden ötürü öncü rol üstlenmesi de bu nedenle gerekiyor. Örneğin, Kürdistan toplumunun, erkeğinin sürekli dışarıya kaçışı ve neredeyse toplumun dörtte üçünün kadınlardan oluşması, yine erkeğin kolay işbirlikçiliğe yatması, ama kadının ulusal değerlerden kopmayışı gerçeği var. Okur-yazarlığı yok ve Kürt kalmak zorunda. Bu basit nedenler bile, neden kadının çoğunluğunun ulusallığı temsil ettiğini bize açıkça gösteriyor. Partimizin daha başından itibaren bunları gördüğünü göz önüne getirerek, bu soruna hakkettiği yeri vermesi, serhildanda kadın önderliğinin ortaya çıkışına yol açıyor.
Hiç şüphesiz bununla yetinmeyeceğiz, attığımız adım bir başlangıçtır. Parti içinde olsun, ulusal kurtuluş saflarında olsun, giderek daha fazla ve yoğunca bu sorunun işlenmesine ağırlık vereceğiz. Her şeyden önce parti saflarında kadın eğitimini daha da geliştireceğiz. Mevcut çözümlemelerin iyi özümsenmesi, derinleştirilmesi, kişiliklere indirgenmesine artan bir çabayla karşılık vereceğiz. Aynı şeyi yalnız kadın için değil, erkeğin eğitimine de yansıtacağız. Şu ilkeyi sürekli göz önüne getireceğiz; bir kadro bu sorunlarda doğru çözüme ulaştığı anda kadrodur, bu sorunda özgürleştiği oranda özgürdür. Gerçeğine biraz özeleştirisel yaklaşacak, sürekli eksiklikleri gidermeye çalışacak, bu konuda kendi mücadelesinde giderek derinleşme ve yoğunlaşma sağlayacaktır.
En önemlisi de kadın kadro adayları, daha çok kendi eğitimlerine ağırlık vereceklerdir. Partiye çok zayıf geldikleri, toplumun ağır etkisini taşıdıkları, çok geri özellikler getirdikleri biliniyor. Dolayısıyla özgül eğitimlerini yapacaklar. Bu konuda geleneksel kadın düşkünlüğünü, duygusallığını, hafifliğini asla yansıtmayacaklar. Bilakis cesur, fedakâr, zeki kadın olma özelliklerini sürekli geliştirecekler. İnanıyoruz ki, kadınlar da bu özellikler erkeklerden daha aşağı değildir. Bizim yaşadığımız gerçekler daha şimdiden bunu doğruluyor. Geçen yıl, yani 1990 Newroz’unda partimizin ideolojisinden sınırlı olarak etkilenen kahraman kızımız Zekiye ALKAN’ın kendini yakma eylemi, "Newroz ateşi en iyi insan teninde yanmalıdır" demesi, cesaretin ve fedakârlığın sınırsız bir örneğidir. Demek ki, kadının kurtuluşa girişi öyle küçümsenecek bir giriş değildir. Doğru yol gösterildikten sonra, eğer yanlış engellemelerle dıştan dayatmalar olmazsa, kadına sonuna kadar güvenmek ve bunun doğruluğuna inanmak, sanıldığından daha fazla kurtuluşumuza katkı sağlar, zenginlik sağlar. Bu olmadan devrim olmaz. Kadının genelde dünyada, özelde Kürdistan’da katılmadığı devrim, noksan kalmış bir devrimdir, bizdeyse imkansız bir devrimdir. Ulusal kurtuluş devriminde, demokratik, sosyalist devrimde kadın, Kürdistan özgülünde gittikçe daha artan bir rol oynayacaktır. Şu çok önemli bir gerçektir ki, Kürdistan kadını uyandığı, örgütlendiği, kat be kat kendini özgürleştirdiği oranda, Kürdistan uyanmıştır, dirilmiştir, özgürleşmiştir ve yaşanılır bir alana kavuşmuştur.
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla bir kez daha bu soruna kendi katkımızı sunarken, böylesine kapsamlı düşünmeyi ve üzerimize düşeni yapmayı bilmeliyiz. Parti Önderliği olarak biz, kendi çabamızı oldukça yoğun ve çözümleyici kılmaya çalıştık. Halen kadın kurtuluşunun Kürdistan kurtuluşundaki yerini, önemini ortaya koymak için, ardı arkasına çözümlemeler, yoğun eğitimler, örgütlenmeler yapıyoruz. Bu konuda bütün partililere, doğruların nasıl ele alınması gerektiğini, çözümün ne olduğunu, özellikle pratiğin nasıl geliştirilmesi gerektiğini önemle vurguluyoruz. Devrimimizin önemli oranda kadın devrimi olduğu bilinciyle hareket ediyoruz. Çabalarımız, bize bu konuda oldukça yenileştirici, oldukça özgün olmayı öğretmiştir. Geleneksel yaklaşımların, namus kavramının, aile kavramının yıkılışını, bunun yerine gerçek namuslu yaklaşımı, özgür yaklaşımı, büyük zorluklara rağmen yerine getiriyoruz ve getireceğiz. Yaptığımız sınırlı bir çalışmadır. Daha fazlasını cesurca, bu konuda hiçbir engel tanımadan yerine getireceğimiz kesindir. Yeni olacağız, yeniyi başaracağız. Bu konuda kendimize güvenimiz, kadın kadrolarımıza, çalışanlarımıza ve bütün kadınlarımıza güvenimiz tamdır.
Bir kez daha bu vesileyle, başta kamp sahasındaki eğitim faaliyetine katılan yoldaşlar olmak üzere, PKK saflarındaki ve serhıldanlardaki Kürt kadınlarının mücadelesini selamlıyor, sevgilerimi sunuyorum.
Reber APO
8 Mart 1991
- Ayrıntılar
…Bu çizgiyi resmen kendi içimde, düşüncede başlattığımda, karar veriş sürecim 1972 sonlarıdır. Ve ondan sonra her günü nefes nefese bir çabadır. Kaldırımları dershane gibi kullanıyordum. Yatakhaneleri, tuttuğumuz bazı küçük evler vardı, tek oda da on kişi kalırdık, hepsini bir okula dönüştürdük. Ve derslerdeki tüm oturuşum mücadele anlamına gelirdi. Etrafımıza kim gelirse ideoloji saçıyorduk.
1973’ü düşünüyorum; büyük bir cesaretle bu ideolojiyi dilimden dökme, 1974 daha cesaretli gruplaşmasını ortaya çıkarma, 1975 resmi bir Yüksek Öğrenim Derneği’nde en önde gelen bir görev alma... 1976 büyük bir mitinge öncülük etme, 1977 Haki Karer şahadetiyle birlikte, program taslağını bizzat kaleme alma, 1978, artık PKK ismiyle kuruluş bildirisiyle dönülmez bir adım atma... 1979 güçlü bir eylemle, Hilvan-Siverek direnişçiliğiyle, bunu düşmana resmi açık bir savaş halinde, PKK adı altında bir süreç ile başlatma ve ağır sonuçlarını kaldırabilmek için Ortadoğu sahasına açılma...
1980 büyük 12 Eylül faşist darbesini göğüsleme, 1981 ülkeye yönelişin tekrar pratik hazırlığını yapma, bir derli-toplu konferansı Ortadoğu sahasında gerçekleştirme... 1982 ülkeye dönüşün hem teoriyi daha da derinleştirerek, hem de büyük bir çabayla hazırladığımız grupları ülkeye taşırma. 1984, 15 Ağustos Atılımı’nı zorla da olsa veya istediğimiz gibi olmasa da gerçekleştirme...
1985-86 düşmanın dayattığı o büyük operasyona rağmen, 15 Ağustos’u kesintiye uğratmamak için tekrar Ortadoğu sahasında çalışmaları derinleştirme ve III. Kongreyi gerçekleştirme... 1987, tekrar, hem de bu sefer silahlı propagandayı aşan gerillayı kalıcılaştırma savaşımı verme, Olağanüstü Halin uygulamalarını boşa çıkarma... 1987 düşmanın adeta Olağanüstü Halin birinci yılında bitirme planına, zindanda, dağlarda bitirme planına karşı, biraz daha derinlikle süreklilik kazandırarak bir adım daha atma... 1989’un kader olarak bir kez daha gerillanın yenilmezliğini, kalıcılığını kesinleştirme...
1990’a Serhildan olayını da ekleme, düşmanın bütün tasfiye planına karşı, gerilla ile serihildanı iç içe geliştirme, yenilmezliği ortaya çıkarma... 1991, düşmanın yeni bir arayışa, hükümet değişikliğine, hatta yeni bir darbeye yönelmesine karşın bunu karşılama... 1992, bir ileri adımı daha oldu ve Güney savaşımını aleyhimize gelişmesini önleme. 1993, mücadele mevzilerinde taviz vermememiz, düşmanın özellikle Güney hamlesini boşa çıkarma... 1994, bu büyük “ya bitecekler, ya bitecekler” politikasını boşa çıkarma... 1995, artık bu politikanın sahiplerini bunalım içine atarak, geriletme... Ve şimdi de yeni bir hamleyi nasıl hazırladığımı görüyorsunuz.
Bir çırpıda bunları belirttim. Ayrıca her yıl için önemli ideolojik cevaplar vardır: Sömürgecilik tezlerini 1973’te bilince çıkardım, 1974’te bir gruba mal ettim. 1975’te ilk yazılı hale getirme, 1976’da bildiriler biçiminde yayma, 1977’de program taslağına dönüştürme, 1978 manifestoya dönüştürmedir. 1979’da broşürler haline getirme, 1980’de daha kapsamlı Kürdistan’ın sömürge gerçekliğini ve PKK ideolojisini, politikasını belgelendirme, 1981 politik raporunda kapsamlı, sistemli bir biçimde bunu yazma vardır.
1982’de “Gelişme Sorunları ve Görevlerimiz” adlı değerlendirmeyle ortaya çıkan sorunlara cevap verme, 1983’de kişilik problemini daha da derinliğine ele alarak çözmeye girişme... Yine 1982’de “Zorun Rolü”nü kaleme alma, 1983’de “Ulusal Kurtuluş Probleminin Çözüm Yolu”nu daha derinliğine işleme var. 1984’de çok geliştirilmiş bir politik raporla başlama, merkezileşme sorunlarına daha ağırlıklı yer verme, 1985’de çok sayıda broşürü çeşitli konulara ilişkin hazırlayabilme... 1986’da Kongre konuşmaları, karar düzeyini çok ileri düzeyde çözümleme, 1987’de daha derli-toplu çözümlemeleri geliştirme sürecini başlatma ve ondan sonraki hemen her yıl, beş-altı ciltlik, giderek derinleşen çözümlemelerle sorunlara cevap arama... Ve hızından hiçbir şey kaybetmeksizin, günümüzde de bir ay neredeyse birkaç ciltlik kapsamlı çözümlemelere ulaşarak ideolojik yetkinliği, belki de dünyada böyle en güçlü bir konuma getirme...
Politik olarak da bu yıllarda büyük adımlar atıldı: 1973’ün o dar grup adımı bile sömürgecilik politikasına indirilmiş büyük bir darbe oldu. Daha doğrusu küçük bir ideolojik adım, politik etkilerin çok büyük bir temeli atma anlamına gelir. Sömürgeci ideolojiden ve onun sosyal-şovenizminden kopuşun büyük bir adımı, bir temel politik başlangıç oluyor. 1974’te grubun gelişmesi çok cesaretli bir politik tavır oluyor. İnsanlarımız artık köle olma politikasının yerine, düşmanın birer esiri olmaktan kurtulup özgücüne dayalı olarak yaşama gücünü gösteriyorlar.
1975’te bunu daha da akıllı bir taktikle veya solla değişik bir birliğin geliştirilip düşmanı da yanıltarak, çok önemli bir sıçramaya yol açıyoruz. Ve biz biraz daha kitleye açılma adımı atıyoruz. 1976’da yine çok cesur ve oldukça düşmanı şaşırtan bir kitlesel gelişmeye götürüyoruz. Politik etkinlikli ve Kürdistan halkının giderek yeni bir politikasının şekillendiği ortaya çıkıyor. 1977 Kürdistan'da oldukça iyi saçıldığımız, her tarafta bağımsız eylemin gelişmeye başladığı görülüyor.
1978’de buna bir de giderek gelişen silahlı politikayı, şiddet temelinde politikayı geliştirmeyi ekliyoruz. Yerel işbirlikçiliğin artık korkulu bir rüyasıydı. 1979 adeta kasıp kavuruyor, işbirlikçiliği ve geleneksel düşman etkilerini müthiş bir politik güç haline geliyor. PKK’nin ilanı zaten yüksek bir politik eylem oluyor. 1980, daha da tırmandırılan, işe biraz büyük silahlar karıştırılarak, yaygınlaştırılan bir savaş konumuna getiriliyor ve bu 12 Eylül faşist karşı-devrimci darbesine yol açıyor.
1980-81 geri çekilme ve uluslararası açılmanın büyük bir politik adımı oluyor. İsyanın ezilmemesi, süreklilik kazanması için alınan ciddi bir politik tedbir oluyor ve Kürdistan tarihinde ilk defa bir isyanın yenilmemesi, tam tersine sürekli kazanmasını teşkil eden temel politik adımı oluyor.
1982, ülkeye yeniden dönüş, yurtseverlik temelinde çok köklü tarihi bir adım oluyor. Yüksek bir politik tavırdır dönüş. Çünkü her isyan, daha sonra ardından bir iz bile bırakmadan yitirilirken ve giden de bir daha dönmezken, bu sefer ne isyanın sürekliliği engelleniyor, ne de geriye gidenler dönmeme gibi bir olumsuzluğa düşüyorlar. 1983’te ülke içinde silahlı propaganda temelinde muazzam bir politikleşme dönemi başlattık ve bütün kitleler yeni bir politik, yeni bir tarihi döneme gözünü açıyorlar. 1984 de bunun atılım yılı oluyor.
1985, düşmanın bütün yıldırıcı seferlerine rağmen Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan vazgeçmeme, ulusal kurtuluş politikasını ısrarla dayatma oluyor. 1986 çok zorlu bir süreci aynı kararlılıkla sürdürme, Kürdistan'ın diplomaside ve siyasette artık giderek nefes alma imkânlarını genişletme, içerde, dışarıda yeni bir dönemin artık geliştirilebileceğini kanıtlamak oluyor. Tabii düşmanın bu yıllara dayattıkları vardır. Provoke etme ve etkisiz bırakma, bunlara yine aynı şekilde politik taktiklerle cevap verme gelişiyor.
1989-90’da devrimci yurtsever politikayı kitleselleştirmedir. 1991-92’de kitleselleştirmeyi, serhildanlaşmayı daha yükseltme söz konusudur. Yüksek devrimci bir politika, politik bir sürecin içine girilmiştir. Kürt halkı tarihinde ilk defa çok büyük bir politikleşme sürecine tabii tutulmuştur ve kitle temelinde birlik tutumu geliştirilmiştir. 1992-93’de savaş artık Güney ve Kuzeye de yayılmıştır. Tüm Kürdistan çapında PKK’nin politikası ilgi görüyor ve etkiliyor. PKK’ye dayatılan PKK’siz politika yapmak ve PKK’siz ulusal çözüm arayışları nihai darbeyi yiyorlar. Her türlü işbirlikçi politikalar etkisiz kalıyor. Onların en son umudu 1992 savaşıydı. Bu konuda da alınan tedbirlerle boşa çıkarılmalarıyla birlikte, PKK’nin yurtsever politikası kesin öncülük düzeyinde kalıyor.
Pratikte de 1994-95 düşmanın “ya bitireceğiz, ya bitireceğiz” adı altındaki imha politikasının boşa çıkarılarak, bu konuda yarattığı büyük şovenist dalgayı da kırarak, halkın umudunu yerle bir etme çabalarını da önleyerek, ardına kadar Türkiye kitlesinin de, Kürdistan kitlesinin de artık kaçınılmaz, geri dönülmez bir biçimde devrimci yurtsever politikanın etkisi altına alınması, onun temel bir güç haline getirilmesi, 1995’le birlikte, artık tarihin en büyük operasyonlarına rağmen, devrimci yurtsever politikanın kitlelerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, düşmanın bitirdiğini ilan etmek için düzenlediği sahte seçimlerin tersini kanıtladığı bir durumu yakaladık.
Görüyorsunuz, böylesine her yıla muazzam politik gelişmeler sığdırılmıştır. Aynı zamanda taktik savaş yıllarıdır. TC’nin tarihinde, her başkaldırıya, her devrimci harekete dayattığı provokasyonlar vardır. Bu yıllar aynı zamanda sürekli provokasyonları dayatma yıllarıdır.
1972’de 73’te Türk Solu’nun kendisi şovenist, sosyal-şovenist hareketleriyle bir provokasyon dayatması içindeydi. Onların etkisine karşı direnme, 1974’te bunu artık örgütsel bir direnme gücü haline getirme, “ayrı ideolojiler, ayrı örgütlenme olamaz” komplosunu boşa çıkarmaydı. 1975’te devletin bizzat içimize kadar sızarak, kendi kontrolü altına almak için, özellikle Ankara yıllarını bu taktikle kesin etkisizleştirmek, ama 1975-76-77-78’de bu devlet taktiğini ona karşı bir silaha dönüştürmek, bence tarihin en önemli gelişme adımlarını bu temelde atabilmek ve Ankara’dan sağlam çıkmayı başarmak önemliydi. Başarılan buydu.
Dayatılan Hilvan-Siverek komplosunu tekrar silahlı bir mücadeleyle karşılık vererek boşa çıkarmak, aynı zamanda KUK, Beş Parçacılar, Tekoşinciler gibi başka birçok örgütün dayatmalarına karşı direnme vardı. Tüm bu komplo örgütlerini bu yıllarda boşa çıkarma, artık Türk Solu eliyle dayatılan komplocuları boşa çıkardığımız gibi, sözüm ona Kürt Solculuğu adı altındaki komplo örgütlerini de etkisizleştirme yaşandı.
1980’de bizzat 12 Eylül komplosu söz konusu, buna karşı zamanında tedbir alarak yurtdışına açılma ve yine silahlı mücadeleyi doğru temelde geliştirme adımına gitme yaşandı. Aynı komploların yurtdışında gelişmemesi için son derece inatçı bir savaş yürütme söz konusuydu. Semir komplosundan tutalım her yıl neredeyse dayatılan kapsamlı bir komplo yılını boşa çıkarma yaşandı. İçe taşınan düşmanın dolaylı veya direkt “ülkeye dönemezsiniz, PKK’yi yeniden kuramazsınız” dayatmalarına karşı çok inatçı bir mücadele sergilendi. “Bir teki bile Kürdistan’a adım atamaz” dediklerinde; ülkeye dönüş hamlesini yüksek bir biçimde başlatma gerçekleşti.
Ülkeye ulaşır ulaşmaz dayatılan Komünist Parti komploları, KDP komplolarını önleyebilme, uluslararası dayanaklarıyla birlikte, 1984-85 Sol Birlik adı altında dayatılan PKK’yi Avrupa’dan tecrit etme komplosuna karşı büyük bir savaş içine girme yaşandı. Hem ülkede, hem ülke dışında, hem de zindanda büyük direnişlerle karşılaşan bu komplo çabaları, yine büyük bir çabayla boşa çıkarmaya çalışıldı. 1985-86, özellikle başından beri sızdırılan komployu sonuca götürme karşısında, devleti tarihinde en köklü bir başarısızlığa uğratmayla sonuçlandı.
1986’da artık komplo sahiplerinin teşhir ve tecridini kesinleştirme gerçekleşti. 1987’de bunlardan önemli oranda kurtulma yaşandı. 1987-88’de yeni komploları, özellikle zindan ağırlıklı geliştirilen komploları boşa çıkarmayla uğraşıldı. Yine dağlarda geliştirilen komplolar vardı, onları da boşa çıkarma gerçekleşti.
1988’de neredeyse komploların kader yılını tersine çevirdik. Devletin en çok umut bağladığı bu komplo yılının, özellikle Avrupa'nın gücüyle, ilkel-milliyetçiliğin gücüyle, hatta her türlü soydan Kürt, Türk Solculuğuyla birlikte yürütülen bu komployu bu yılda da başarıya uğratmama, yenilgiye götürme gerçekleşti. 1989’da, bu anlamda komploculuğa büyük bir darbe indirerek partimizin önünü açmak yaşandı.
1990’lara dayatılan, zindanda başarıya ulaşmış komplonun ele başılığını 1992’de parti içinde yakalama, giderek teşhir ve tecridini geliştirme gerçekleşti. Tabii her birisi çok büyük saldırı ve çözümleme kabiliyeti istiyordu. 1991’de bu komployu aşmak, düşmanın, en üst düzeyde Özal’ın bizzat bir anayasa ilkesini bile gerektiğinde göz önüne getirmeyerek yardımcı biçimindeki yaklaşımlarını etkisizleştirme gerçekleşti. 1992 Güney savaşındaki komplo ve bunun içteki yansımalarını görme söz konusuydu.
1993’te bununla mücadele etme, aşma yaşandı. 1994’te içe dayalı etkileri tamamen aşma ve küçük komplocukları görüldüğü yerde ve zeminde silip süpürmeyle uğraşıldı. Bu anlamda da tarih boyunca komplolarla, darbelerle iş görmüş sömürgeciliği büyük bir başarısızlığa uğratma, PKK tarihinde çok çarpıcı bir biçimde başarılmıştır.
Görülüyor ki, bütün bu konularda parti tarihi büyük savaşım tarihi oluyor. Hepsinde de gelişme var ve bütün bunlar et ile tırnak gibi birbirine bağlıdır. Hepsi de büyük bir ideolojik savaş ve bu savaşın dolaylı yansımaları olarak da değerlendirilebilir.
Parti tarihini inceliyorsanız, bu yönleriyle ana başlıklar altında, kalın kırmızıçizgi temelinde beyninize kazımanız gerekiyor ki, sağlam bir tarih bilincine ulaşasınız. Kaldı ki her yıl için daha da söylenecek, yazılacak yüzlerce öykü, romanla ancak yakalayabiliriz. Üzerinde destan yazılacak çok olay var. Biz belki de yüzde birini yazıma, anlatıma getiremedik.
Parti tarihi aslında fazla bilince çıkarılmış, yazılmış değildir. Genel hatlarıyla değiniyoruz. Üzerinde ne bilimsel ne de edebi çalışmalar fazla yürütülememiştir, daha sahibini bekliyor. İleride koşullar elverirse, eminim ki her yıl için beş on ciltlik bilimsel ve edebi, diğer sanatsal değerlendirmeler, çalışmalar ortaya çıkacaktır.
Demek ki parti tarihine bu kadar kapsamlı yaklaşacaksınız, saygılı olacaksınız ki, bu büyüklükten payınızı alasınız ve bu büyüklükle yürüyesiniz. Bu büyüklükte ne kadar şehit var, ne kadar işkenceye karşı dayanma var, bunların adını bile söyleyemiyoruz. Fiiliyatta şehit kanıdır, işkenceye karşı direniştir. Açlığa, susuzluğa karşı direnme savaşıdır. Büyük sabır, fedakarlık, cesarettir. İnsanoğlunun tanık olamayacağı düzeyde, insanlık emelleri uğruna hiçbir bireysel çıkara yer vermeyen bir savaşımın da adıdır. Birçok adsız kahramanın emekleriyle bugüne kadar getirilmiş bir tarihtir. Kesinlikle bu tarihi, bu yüce değerlerin toplamı biçiminde görmek gerekiyor.
Bütün bu değerlerin bir bileşkesi olarak parti tarihini yüreğinize, beyninize kazıyamazsanız hakiki bir PKK’li olamazsınız ve dolayısıyla büyük bir militan haline gelemezsiniz. Ben belki çok genel bir dökümünü yaptım, mümkünse sizler kat be kat bu tarihin dökümünü daha fazla yaparak, PKK nedir, nasıl ulaşılır ve nasıl temsil edilir sorusuna mutlaka yetkin cevaplar vermelisiniz. Aksi halde bu büyük tarihe hakaret etmiş olursunuz. Bu büyük tarihi böyle özümseyemezseniz, kesinlikle bu kadar büyük değere hakkını vermemiş, layık olmamış olursunuz ki, herhalde bu da en sığ, en saygısız, değersiz bir yaklaşım olur.
Bu anlattığım size çok açık gösteriyor ki, bu yüce değerlere böyle yaklaşan çarpılır. Nitekim örnekleri de her gün ortaya çıkıyor.
Bu tarih sıradan kullanılacak bir tarih değildir. Görmezlikten gelinecek bir tarih değildir. Görülüp de gerekleri yerine getirilmeyecek bir tarih de değildir. Çünkü bir iradedir, hem de en canlı yaşayan bir irade. Kim ki buna iradesini katmazsa, bu iradeyle kendini güçlendirmezse bu parti içinde savaşamaz. Yaşadığınız zorlukların temelinde demek ki parti tarihini bu zenginlikle anlayamamanız, kendinizi katamamanız ve özümseyememeniz, irade gücü haline getirememeniz gerçeği vardır.
Eğer bunu şimdiye kadar doğru temelde yeterince sağlamış olsaydınız, PKK dünyanın en büyük devrimci örgütü olurdu. Nitekim emperyalizm boşuna korkmuyor; boşuna “dünyanın bir numaralı terörist örgütü” demiyor. Bu nedenle söylüyor. Çünkü biliyor, korkunç bir direnmenin, dayanmanın partisidir. Aynı zamanda büyük bir fedakârlığın, özverinin partisidir. Hem de dayandığı zemin yitirilmiş bir halk gerçeğinde, umudun bile kırıntısının kalmadığı bir ulusal dava, bir bitmiş insanlık ortamında böylesine gerçekleştiriliyor. Parti gerçeği budur. Emperyalizmin büyük korkusu, işbirlikçilerin en büyük korkusu olması, bu gerçeklik nedeniyledir.
PKK büyük bir parti ve çok büyük kapsamı var. Bu kadar çaba harcıyorum. Layık olup olmadığımı kestiremiyorum. Unutmayın ki, biz çıplak yüreğimizle veya bireyciliğimizle savaşmıyoruz. Böyle bir savaşçılık yoktur. Bu bir yanılgıdır; bugün halen yürütülen, savaştıran bu partinin temel değerleridir, şehitlerdir, direniştir, işkenceye karşı zindanda o çoğu kahramanın, adsız kahramanların, köylünün, emekçinin, aydının direnişidir. Yoksa birey olarak sizler bunun binde birini bile temsil edemiyorsunuz. İşte yanılgı burada karşımıza çıkıyor. Partinin şeref ve onurunu paylaşıyorsunuz ama gerçeklerine hakkıyla sahip olmayı, layık olmayı düşünmüyorsunuz. Kötülük burada, değerler kutsaldır.
Tekrar vurgulayayım; ben bunca çalışmaya rağmen, gerekleri tam yaptığıma inanmıyorum, söylemiyorum. Zor-bela PKK sözcüğünü yürütüyorum diyorum. Herhalde kendimize yapacağımız en büyük kötülük, partimizin bu yüce tarihini görmezlikten gelmek, onun yerine kendi bireyciliğimizi dayatmak olur. Çünkü bu büyük bir tarihtir. Sıradan yaratılmamıştır ve her saatinin bile destan değerinde olduğunu kanıtlayabilirim. Her bir şehidinin büyük kahramanlık direnişi olduğunu söyleyebilirim, kanıtlayabilirim.
Siz bunun sahibi olmanız gerekirken, bunun için adeta yanıp tutuşmak gerekirken hiçe sayıyorsunuz, “unuttuk” diyorsunuz, “ters yaklaştık, gereklerini yerine getiremedik” diyorsunuz. İşte bu en büyük kötülük oluyor. Ailenizin sıradan bir değerine ters düşseniz, büyüğünüzden tokat yersiniz. Burada binlerce yüce değer var; ters düşmen ne anlama geliyor, hiç hesaplayamıyor musunuz?
Onun için diyorum ki, ciddi olamamanız, yüksek anlayışlı olamamanız ürkütücüdür ve kesin sizi bu kadar yüce değer karşısında affedilmez bir noktaya getirebilir. Eğer sürdürürseniz bu oldukça yanılgılı! Çok yetmez, partiye gelmez, partileşmeyi bir türlü sağlayamaz, kendini dayatan, tıkatan durumlarda ısrar ederseniz, en iflah olmaz ve belki de çok acı bir biçimde sonunuzu getirmiş olacaksınız.
Parti davası bu anlamda çok büyüktür. Benim büyüklüğüm nedir? Az-çok bu değerlere hem anlam veriyorum, hem de onun uğruna yaşama gücünü gösteriyorum. Eğer PKK’de bir kişi büyük olmak istiyorsa, onun büyüklüğü bu değerlere ne kadar bağlıdır, bu değerleri ne kadar kavrıyor, bu değerleri ne kadar temsil ediyor gerçeğinde yatmaktadır, büyüklük ölçütü budur. Bunun dışında kimse büyüklük aramasın. Sonuna kadar mütevazı olmak kadar, gerektiğinde en büyük zorluklarla ve engellerle savaşmak için de bu büyüklükleri esas alacaksınız. Gerektiğinde en büyük otorite olacağız, gerektiğinde en mütevazı insan olacağız ve ikisini birleştirerek yapacağız ki, bu değerlere layık olduğumuz kesinleşsin, anlaşılsın.
Umarım partileşmeyi bu derinlikte, kapsamda artık hem anlıyor, hem de özümsüyorsunuz, bilincinize ve yüreğinize kazıyorsunuz. Hem de bir daha silinmezcesine. Ben iddia ediyorum, parti her zaman en büyük değerdir. Şu anda halkımız, ulusumuz ve hatta insanlık için de onur duyulacak en büyük gerçeklik PKK’de yoğunlaşan, biriken bu gerçekliklerdir. Böyle bir partiyi aşındırmak, gereklerini yerine getirmemek gibi çok kötü ve lanetli bir duruma düşmek şurada kalsın, onu paylaşmak, onu yaşamak en büyük tutku olarak hepinizde ifadesini bulmalıdır. Çünkü bu parti buna layık ve bunu an be an emreden bir partidir.
Kim şehitlerin son vasiyetlerini unutabilir ve son nefes verişlerini göz ardı edebilir? Kim o büyük direnişlerin anlamını unutabilir? Kim bu büyük zorluklarla, kıyamet kadar açlıkla, soğukla, sıcakla savaşımı unutabilir? Haddinize mi düşüyor? Bütün bu direnişler yüce amaçlarımız için, insani, ulusal ve sınıfsal amaçlarımız için gösterilmiştir. Partililere de düşen, en son temsilciler veya bayrağı en önde taşıyan militanlar olarak bu bayrağı yere düşürmemektir. Daha da yükseklere kaldırarak karşılık vermektir.
Partililik, en son yaşayacak veya en önde savaşacak partililik, partileşme böyle ifade edilebilir. Yoksa “itibarı büyüktür, olanakları fazladır, onunla kendimi büyütürüm, dayatırım” demek, bu partiye gösterilecek en büyük hakaret oluyor. Bu parti, böyle olmayı kabul eder mi? Bu kadar şehit bunu kabul eder mi? Bizim çabalarımız var, Önderliksel çabalarımız var; böyle yaklaşmayı hiç kabul eder mi? Siz istediğiniz kadar “biz laf anlamayız, biz kabadayıyız” deyin; düşmanı dize getiren bu parti olanaklarıyla, kendilerini yaşatan kişileri bu konumlarıyla kabul edebilir mi? En ufak anlamsız bir dayatmaya kimse cesaret edebilir mi? Bu ben bile olsam böyledir.
Görüyorsunuz ki, partileşme halk tarihimizin en yüce, ulusal kurtuluşun ve insanlığın da en anlamlı ifadesidir. Bu, çok büyük direniş tarihiyle, başarıyla günümüze kadar getirilebilmiştir. Yaşamımızı tamamen bunun içinde eritmişiz. Ölümsüzlüğü bu parti içinde böyle geliştirmişiz. Buna katılan, bu değerlere layık olmayı en başta bilmelidir. Toz kondurtmamalı, tam tersine daha da yücelmesi için katkısını sunmalıdır. Gerçek partileşme böyledir. PKK’lileşme böyledir. Böyle bir PKK’lileşme her zaman yücelmiş ve kazanmıştır. Kesin zafere gidecek PKK’lileşme de böyle olacaktır.
Rêber APO
19 Ocak 1996
- Ayrıntılar
