Geliştirilen son komplonun salt benimle ilgili olması o kadar önemli değil, iş biraz daha kapsamlı. O açıdan oldukça anlatmak, deşifre etmek gerekiyor. Bu olmadan tutarlı, namuslu hiçbir Kürdün, hatta hiçbir Türk veya genel devrimcinin de olayları doğru yorumlayacağını sanmıyoruz.
Faşizmin gerçekten çok hileli, komplolu bir mücadele geçmişi vardır ve hala Türkiye'de belki de buz dağının yüzü kadar açığa çıkmıştır, gerisi gizlidir. Biz başımızdan geçenleri açıklığa kavuşturarak sanıyorum çok sayıda insana yardımcı oluyoruz.
Bizim için komplo dönemi mücadeleye başladığımız günden beri vardı. Bunu defalarca anlatmama rağmen bazıları hikâye sandı, ama aslında bu bir gerçekti. Tarih boyunca tüm Kürt hareketlerine bu tarzda yaklaşıldı. Bizi de böyle klasik bir Kürt hareketi sanarak aynı tarzı kullanmaya çalıştılar. Ama bizim politika yapma tarzımız da buna göre şekillendi. İhtiyatı elden bırakmamak kaydıyla, bunlar var diye de atılması gereken tarihi adımları atmama gibi bir yola girmedik. Yani her an düşmanın dolaylı veya direkt sızma gücünün olabileceği, mühim olanın bunlara karşı nasıl bir tutum içine girileceğiydi.
Biz bu konuda bir yöntem hatası yapmamak için olabildiğince kendimizi zorladık ve yöntemi böyle belirledikten sonra her türlü ilişkiye kendimizi açık hale getirdik. Bu hem bizim bir zaafımızı, hem de güçlü bir yönümüzü ortaya çıkarır. Tabii ki zayıf olan yön, kuşkulu öğelerle, kuşkulu özelliklerle çalışmak. Eğer olabildiğince duyarlılıkla, tedbirlilikle iç içe olmazsa, atılımı başından itibaren mahveder. Şimdi bu durumu telafi edecek tedbiri hiçbir zaman elimizden bırakmadık. Hatta gerektiğinde kendimizden bile kuşku duyarak bilimsel bir yaklaşımı esas aldık. İçimizdeki düşman diye bir kavramı bile ortaya çıkardık. Bunlar biraz da her Kürt için geçerli olan kavramlardır. İçimizde örgütlenmiş düşmanı göremeyenin dışarıdakini görüp de mücadele edeceğini sanmıyoruz. Böyle farklı bir yaklaşım yöntemimiz baştan beri vardı.
Bu açıklamayla birlikte kimler sızdı, nasıl sızdılar? Adı önemli değil, bunun hikayesini burada anlatmak istemiyorum. 1975'lerden itibaren vardı. Hala hatırlıyorum, DDKD'li bir iki kişi vardı, Yüksek Öğrenim Derneği'ni kurmuştuk. Bazı tutuklamalar olmuştu o dönemde. Emniyet Genel Müdürlüğü'nde bizim için şöyle deniliyor: "Bir Kürt Ulusal Kurtuluş Ordusu kuruluyor." Bu tarihte böyle bir tespit önemli. Dolayısıyla sızma da olacak ve oldu da nitekim. Şimdi bu sızmanın daha çok MİT ile Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı çerçevesinde geliştiğini belirtmem gerekiyor. Tüm sol gruplara ve yine "kanun dışı" dedikleri örgütlenmelere karşı esasta adli ise ve hatta fazla korkulacak bir durumda değilse de Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı devreye girer; yok eğer daha tehlikeliyse MİT devreye girer. Ve biraz da görevleri karışıktır. Nitekim Emniyet istihbaratı ile MİT istihbaratının karşı karşıya gelmesi de bu karışıklıktan ötürüdür ve gündemin hala önemli bir meselesi olarak kendini gösteriyor. Ama birçok konuda hemen hemen benzer görevleri icra ederler.
O dönem de böyle olmuştu. Bizi daha çok Emniyet, ama ağırlıklı olarak MİT'in yakın denetimiyle kontrol altına almaya ve etkisizleştirmeye çalıştılar. Bu aşağı yukarı 1985'lere, 15 Ağustos Atılımı süreçlerine ve onun bir yıl sonrasına kadar gelir. Kesin tarihler ayrıştırılamaz, ama özellikle PKK'nin ideolojik grup ve biraz da örgütlenmeye çalıştığı yıllar daha çok MİT'in bilgilendiği yıllardır.
Bu konuda biz ne yaptık?
Bu öğeleri fazla karşımıza almadık, hatta yakınımıza aldık. Nasıl ki onlar bizi yakına alıp denetimi altına sokmak istiyorsa, biz de onları biraz yakınımıza alıp denetim altına almaya çalıştık. Çok bilinçli mi, değil. Biraz ihtiyatlı, olabilirse işte nasıl davranmalıyız biçiminde bir yaklaşımla bu yılları kurtarmaya, Ankara'dan kurtulmaya çalıştık. Bizim devrimci ideolojiyi, devrimci bir grup olarak bu süreçten çıkartabilmemiz tarihi öneme sahip bir olaydır. Bu durum hem parti militanlarımız, hem de kamuoyumuz tarafından yeteri kadar anlaşılmış değildir.
O dönem Uğur Mumcu'nun bir incelemesi vardı: "Böyle bir grup Ankara'da nasıl örgütlendi" sorusuna yanıt arıyordu. Sanıyorum cevabını da bulamadı, tam bu süreçte vuruldu. Belki vurulmasının bu incelemeyle de ilişkisi olabilir. Çünkü ciddi bir incelemeydi ve o zaman muhtemelen MİT'in veya en azından bir kesiminin yaptığı önemli hataları ortaya koyabilirdi. Hala bu çatışma devam ediyor. Dikkat edilirse MİT'teki kanat çatışması birbirlerini yiyecek kadar şiddetli devam ediyor. O dönem de böyle bir şey olmuş olabilir.
Cüneyt Arcayürek bir süre Demirel'in danışmanlığını yaptı. Bu adam, "1978'de bir karıştı, bir asker potinini kaldırsaydı öldürebilirdi bunu" diyor. Artık hataları neyse, sanırım şimdi tamir etmeye çalışıyorlar. Ama her şeye rağmen o süreci aşıp Diyarbakır'a ulaşabildik. Diyarbakır'da PKK'nin ilk Kuruluş Kongresi diyebileceğimiz çalışmasını da benzer koşullarda yürüttük. Mevcut denetim mekanizması altında yürütülüyordu ve bu biraz da meşrulaşmış bir yaklaşımdı. Bunu iyi değerlendirdik. Burada PKK'yi isim olarak belirlemek ve Kürdistan'da halk toplantısına kavuşturmak, parti davası açısından iddialı olanlar için önemli bir adımdır.
Biz bu adımla ve Kuruluş Bildirisi'yle birlikte -ki bu '79'un Ocak ayı oluyor- daha bahara girer girmez artık tufanın kopacağını, "ya bu adım tutar, ya da tarihe hafif bir iz bırakarak gidebilir" anlayışıyla Mardin'e, oradan da Urfa'ya yöneldik. O zaman bu Hilvan-Siverek eylemleri vardı. Bu eylemler de PKK'nin resmi ilanı gibi olacaktı. Hala bu süreci kontrol etmeye çalışan kısmen Emniyet’tir. Ama daha çok da bizim bünyemize oturtulmaya çalışılan bir istihbarat sistemi söz konusuydu.
Bu dönemde en ilginç olan olay ise, Özel Harp Dairesi'nin bir elemanının bizi yoklamaya çalışmasıdır. Bu bir askerdi, Kürt bir pilottu. Çok sağlam eğitilmiş birisiydi. Gerçekten operasyoneldi. Ankara'da iki defa operasyon düzenleniyor. Kesinlikle bu kişi ile bağlantılıdır. Karasu arkadaş hala yaşıyor; bu operasyonlardan birisi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. Biz o zaman ucuz sıyırmıştık. Ve daha sonra da epey peşimize düştü, fakat biraz deşifre olduğu için fazla etkili olamadı. Aynı zamanda 1977'deki Namık Kemal Ersun darbesi onunla bağlantılıydı. Daha o zaman hareketimizin bir komployla tasfiyesi gündemdeydi. Kıl payı kurtulduk diyebiliriz. Ama üç-beş kişilik bir hareketin bir darbeye yol açması da anormaldi. Henüz partinin ismi yok, kitlesi yok, eylemi yok. Birkaç kişilik bir grubu henüz aşmamışız. Dolayısıyla darbenin de fazla zemini yok. Nitekim darbe 1980'lerde oldu ve esas itibariyle bu bize yönelik bir darbeydi. Genel solla karıştırılarak bizim tasfiye olacağımız düşünülmüştü.
Bilinen Ortadoğu çıkışı, Ortadoğu'da değişik çalışmalar ve 15 Ağustos Atılımı'na geliş...
Devletin o zamanki temel yorumu şu: "Bir 15 Ağustos Atılımı çıkamaz, çıksa da fazla gelişme şansı olamaz." 1985-'86'ya kadar böyledir, dolayısıyla çok özel bir komplo için düşünmeye gerek yok. Eski denetim mekanizmaları kendilerine göre yeterli oluyor. Örgütü içeriden örgütsüz bırakma, bozgunculuk, dedikoduculuk ve her türlü laçka ilişkilerle, "ülkeye bir daha dönemezler ve biraz da Avrupa'yı teşvik edersek gidip orada tükenirler" şeklinde yaklaşıyorlar. Nitekim Dev-Yol ve daha birçok sol grup böyle yozlaşarak kayboldu gitti. Bizi de aynı duruma getirmek için o zamanki öğeler bu yönlü epey çaba harcadılar.
Ülkeye dönüş...
15 Ağustos Atılımı...
Hareketin yönünü 1982'lerde ülkeye çevirebildik. Şiddetli bir mücadeleydi ve bu tiplere karşı bir mücadeleydi. Bazıları bilinçliydi; örneğin Çetin Güngör (Semir) gibileri vardı. Bazıları bunların etkisi altına girmişlerdi: "Hakkâri’ye giderseniz hepiniz imha olursunuz, Avrupa'da yaşamın yolu var" biçiminde çok sıkı bir çalışma yürütülüyordu. Ali Haydar Kaytan arkadaşımız bunu çok iyi bilir. Bu da önemli bir süreçti. Böyle zihinle oynayarak, o zamanki zorlukları öne çıkararak, çok sınırlı olan grubumuzun ülkeye girişini engellemek için olağanüstü çaba harcamışlardı. Gerçekten bildiğimiz bu tipler bozgunculukta sınır tanımamışlardı.
Bizim o zamanki yönelimimiz "ne pahasına olursa olsun ülkeye dönüş ve olası bir silahlı mücadelenin imkânlarını geliştirme ve yaratma" şeklindeydi. Bu dönemi böylece kapattık. Ama bazı kayıplarımız da oldu. Hareket bu yüzden 15 Ağustos Atılımı'na istediğimizden daha zayıf başladı. Aslında hazırlıklar atılımı belki on kat daha güçlü başlatmaya uygundu, ama iç sorunlar yüzünden sınırlı bir atılım imkânını ancak ortaya çıkarabildik.
Bundan sonra devreye giren, biraz daha farklı bir durumdu. Dikkat edilirse o zaman büyük örgüt üyesi niteliğinde olanlar zindana doldurulmuştu. PKK yüzde seksen-doksan zindandaydı. Bu yüzden şöyle diyorlardı: "Yüzde on kılıç artığı da dışarıda." Dolayısıyla zindandaki PKK üzerine çok yoğun bir biçimde yönelindi. Bilindiği üzere M. Hayri Durmuş'ların, Kemal Pir'lerin ve yine Ferhat Kurtay'ların eylemi var. Bu, içeride bitirilmek istenilen PKK'nin çizgisini ne pahasına olursa olsun savunmaya dayalıdır. Hakeza Mazlum Doğan yoldaş bunu en başta büyük bir dirençle temsil etmeye çalışıyor.
1981-'82'de çok vahşi bir baskıya karşı "insanlığımızdan vazgeçmeyiz, kimliğimizden vazgeçmeyiz, partimizden vazgeçmeyiz, insanlık onuru işkenceyi yenecektir" sloganları altında bu uygulamalara karşı parti savunuldu. Bundan çıkarılacak önemli sonuçlar var. Bazıları şimdi partiden vebadan kaçar gibi kaçıyor, ama o zaman meşhurdur ve gazeteler de yazdı: "Ağrı isyanından beri mezara konulup üzeri betonlanan, ama betonu çatlatıp filizlenen bir çiçek gibi" biçiminde değerlendiriliyordu. İşte o zamanlar Kürtlük biraz ortaya çıkarıldı ve böyle temsil edildi.
Şimdi biz de o şehitlerin anısına, ne pahasına olursa olsun bir gerilla hareketiyle yanıt vermek istedik. 15 Ağustos Atılımı bu derin endişeyle bağlantılıdır. Fakat içeride yoldaşların en değerli olanları tarihi direnişle şehit olurken, geri kalanlarla daha çok zindanlar üzerinde -bilindiği gibi bu alanda jandarma görevlidir- birçok hesap yapılıyor. Diyarbakır başta olmak üzere Kürdistan isyan bölgesidir. Dolayısıyla jandarmanın da istihbarat kolu olarak daha çok JİTEM Diyarbakır zindanındaki bu işkenceleri yönlendiriyor. Zindandaki sızma da JİTEM adına yapılan bir sızmadır ve gerçekten çok tehlikeliydi. En değerlileri katledilirken, diğerleri de yavaş yavaş rehabilitasyonla düzenle birleştirilmeye yönelik bir politika içine alındılar. Mehmet Şener denilen kişi Ölüm Orucu'na 45. günde katılıyor. 45. günde katılan bir kişi en çok 15 gün oruç tutacak, zaten 58. günde şehitler verildi ve dolayısıyla da bitecek. Böyle hileli bir giriş yaptı. "Mazlum, bu benim halifemdir demiş" adı altında demagojiye de başvurarak zindanda inisiyatifi ele geçirdi. Bu JİTEM'in inisiyatifiydi.
Temel Cingöz Batman'da general olarak görev yapıyordu. Bu kişinin ailesi sanırım bu dönemde ilişki kurulmuş bir aile oluyor. O zamandan örgütleniyor ve çok ciddi olan zindan direnişinde bu kişilik ustaca denetim gerçekleştirebiliyor. Ardından geliştirilen 1984 Ocak direnişi var. Orada direnişi kırıyor, hem de yaşanan muazzam direnişlere rağmen. O büyük şehitlerin canı pahasına kazanılmış direniş ruhunu, elbise giyerek, marş söyleyerek kırıyor ve çaktırmadan kırıyor. İşte "hafızam yerinde değildi, delirmiştim" gibi sözlerle zindandaki militanları da oyalıyor ve biraz başarıyor. 1987'ye doğru geldiğimizde artık zindana hakimdir. 1988'e geldiğimizde ise içimizdeki durumu kontrol etmek için bu kişilik çıkarıldı. Yanımıza kadar geldi. Ne pahasına olursa olsun kalmak istedi, bir yıla yakın kaldı da.
Belki kamuoyu "neden bu kadar sabır" diye sorabilir. Bir şeyi çok iyi tanımadan, olgunlaştırmadan mücadele etmek kesinlikle sonuç vermez. Mücadelenin kendine göre kuralları vardır. Teşhisini iyi yapmazsan tedavisini de iyi yapamazsın, bir şeyi çözmeden onu nasıl ayıklayacağını bilemezsin. Kaldı ki çoğu kişi hala kuşkulu. Bunlar güya bize rakipmiş de, biz kendimizden başka kişiliklere, önderlere yer vermek istemiyormuşuz gibi suçlamalar sürüp gidiyor. Oysa o kadar kutsal direnişçilerin anısına, onların mirası üzerine böyle sızmak inanılmaz bir olay. Bu dışarıya da yansıtılmak istenildi, hem de çok iyi örgütlendirilerek, -bizi de inandırarak. Bu basit bir olay değil; çok kapsamlı, çok planlı ve inandırıcı bir biçimde gerçekleştiriliyor.
İçeride böyle olurken, dışarıdaki parçası da 15 Ağustos Atılımı'ndan sonra Cem Ersever'lerin örgütlemesiydi. Bu, daha çok bizim mücadelemizin patlak verdiği Botan ve çevresinde (Silopi merkezli, biraz da üçgende, Irak ve kısmen Suriye'de), hareketin böyle gelişim gösterdiği alanlarda çok sıkı bir örgütlenmeydi. Bu örgütlenmeler daha sonra bütünleşti ve 1990'ın başında Ortadoğu'daki faaliyetlerimize çok ciddi bir müdahaleleri söz konusu oldu. O zaman Hasan Bindal adlı eski bir arkadaşım vardı. Hasan'ın vurulması aslında bir provaydı. Hem de içimizde yönetim adı altında yine bu kişilikler vardı. Yine Güney'de hala ihanetin başını çeken Sarı Baran denilen bir kişilik vardı. Çok bilinçli gerçekleştirilen bir şahadetti bu olay.
Bu şahadet bize şunu gösterdi: Tehlike burnumuzun dibine kadar gelmiş, bu bir prova. Eğer başarılı olursa ve bu cinayeti kendi içimizde çözemezsek, gerçekten sıra önderliğe geliyor. Yine o zamanlar Cem Ersever ve takımı şunu diyordu: "Biz Bekaa'ya ulaşmıştık, her an vurabilirdik, ama bize sağ ele geçirin denildi." O zaman böyle gelişmeler çok çarpıcıydı. Eylem yapabilecek duruma da gelmişlerdi. Fakat biz de boş durmuyorduk, nitekim bu olayı çözdük. Kaza süsü verilmek isteniyordu, ancak biz bu olayın milyonda bir kaza olabileceği değerlendirmesine ulaştık. Çok sınırlı da olsa 1982'lerde zindanda geliştirilen ve 1990'larda tamamlanmak istenilen büyük bir komplo ile karşı karşıya olduğumuzu gördük. O komplo ve buna alet olanlar tamamen yok edildi mi? Hayır. Çünkü yüzlerce kişiyi gözyaşıyla, duygusallıkla, aşkla kendilerine bağlamışlar, inanılmaz ölçüde.
Hatırlıyorum, biz ekmek, kimlik ve emniyetli bir yer bulmak için fır dönüyoruz, gece gündüz nefes nefese çalışıyoruz. Burada hazırladığımız kimliği ve verdiğimiz yeri kendi rahatı için kullanmış; sağda solda zaaflı kadınları ve erkekleri, işte "sizi birbirinize şöyle bağladık, sizi şöyle göndeririz, bizde yaşam var, bizde rahatlık var" biçiminde çok ustalaşmış oldukları yöntemlerle etkilemişler ve denetimleri altına alarak çok önemli olan çalışmalarımızı büyük oranda boşa çıkarmışlardı.
1980 başlarında da böyleydi ve oldukça uzman olduklarını belirtmek gerekiyor. Yapının yüzde yetmiş beşini kendilerine bağlamışlar. Mücadelenin zorlukları var. Hakkâri’ye, Botan'a gitmek çok zor, ölümü göze almayı gerektiriyor. Bunlar ise sinsi yöntemlerle "Gitmeyin, ölüm vardır, biz size yaşamayı vaat ediyoruz" diyorlar.
Bunu boşa çıkarmak gerçekten uzun ve zahmetli oldu. Yapımızın geriliği nedeniyle bunu başaramıyoruz. Yapımız politik değil, örgütsel kuralları bilmiyor, fazla çizgisi yok, ak ve karayı birbirinden ayırt edemiyor. Merkezimiz dahil hepsi böyle. Dolayısıyla işi sürece, bazı şeylerin olgunlaşmasına bırakmak tek doğru yoldu ve biz de öyle yaptık. Daha sonra kendiliğinden ihanetçilerin yanına kaçtılar ve onlarla işbirliği halinde saldırılar düzenlediler. O komplo böyle halledilmeye çalışıldı. JİTEM döneminde 1991 başlarına kadar esas itibariyle jandarma ve asayiş kolordusu bizimle uğraştı, fakat başaramadılar.
Devam edecek…
- Ayrıntılar
Hakkari'deki patlamaya ilişkin Başbakan'ın ilk saatlerde yaptığı açıklamalarda hızlı bir şekilde PKK'yi hedef göstermesi ilginç. Yine aynı şekilde Genelkurmay Başkanlığı da olaydan hemen sonra jet bir açıklamayla örgütü sorumlu tuttu. Nasıl böyle yapıyorlar, bunu nasıl göze alıyorlar, ne yapmaya çalışıyorlar? Burada söylemek istediğim bunun ağır siyasal sonuçlarıdır, bunun altından nasıl kalkacaklar? Daha sonra PKK'nin yapmadığı anlaşıldığında Genelkurmay bunun siyasi sorumluluğunu nasıl taşıyacak, bunun altından nasıl kalkacak, kamuoyunu nasıl ikna edecek! Genelkurmay ve Başbakanın böyle alelacele açıklama yapması ilginç! Ben bu olaya daha temkinli yaklaşıyorum, ihtimallere göre şartlı değerlendireceğim bu olayı. Bu patlamaya ilişkin şöyle düşünüyorum. Bu, PKK içerisine sızmış jitem-kontra tarzı bir ekibin işi de olabilir. Yine PKK içinde yönlendirilen başıboş bir grubun işi de olabilir, bunlar iyiniyetli olabilir ancak kendileri durumdan vazife çıkarıp eylem yapmış olabilirler. Batman'da Salih Özdemirlerin olayı gibi olabilir de. Yine milislerin işi olabilir, köylü intikamcılığının bir sonucu olabilir. Köylü intikamcılığıyla kendilerince intikam almış olabilirler. Bakın ben ihtimaller üzerine konuşuyorum. Devlet içerisinde devletten kaynaklı bir olay da olabilir. Genelkurmay ya da Hükümetin bilgisi dahilinde olmuş olabilir. Yine Genelkurmay ve Hükümetin bilgisi dahilinde olmayabilir, Genelkurmay ve Hükümetin bu olayları engellemeye gücü yetmemiş olabilir de. Her iki durum da oldukça vahimdir. Tehlikeli sonuçlar doğurur. Ben bu olayı duyduğumda şok oldum, şu andaki ruh halim kaos gibidir, anlamaya çalışıyorum.
Bu olay, Güçlükonak olayına benziyor. Sadece 2011 seçimleriyle sınırlı değildir, Kürtlerin imhasıyla ilgilidir. Eğer Hükümet ve Genelkurmay anlaşmışsa, bu, Kürtler için çok büyük bir tehlikedir, bu bir soykırım provasıdır. Eğer böyleyse, bu, Hakkari'nin özel hedef seçilmesi demektir, Hakkari'nin, Şırnak'ın kuşatılmasıdır. Hakkari'nin özel hedef haline gelmesidir. Bir nevi Hakkari'nin geçmişte Dersim'e yapılanlar gibi kuşatılmasıdır. Dersim nasıl kuşatıldıysa, Hakkari de bu şekilde kuşatılmış olabilir, bu konuda uyanık olunmalı, tedbirler alınmalıdır. Eğer böyle Hükümet-Genelkurmay bilgisi dahilinde kasıtlı bir olaysa, Dersim gibi imha edilene kadar, teslim alınana kadar bu tür saldırıları devam ettireceklerdir.
Olayın olduğu köy, korucu köyü ama bir kısmı daha önce silah bırakmış, Güçlükonak gibi. Her iki köyde korucu köyüydü, benzerlikler var, bunlardan silah bıraktıkları için intikam alınmaya çalışılmış olabilir. Yine büyük oranda boykota uymuşlar, bu onurlu davranışları karşısında hedef alınmış olabilirler.
Bu Hakkari olayı çok önemlidir. Bu patlamanın mutlaka aydınlatılması gerekiyor. Bu konuda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Benim burada görüşmelerim devam ediyor. Bir gazetecide yazdığı yazılarda bu görüşmelerin yapılabileceğini işliyor. Takip ettiğim kadarıyla akıllı biri, anlıyor. Tabi bu konulara kafa yoruyor. Biraz öyküleştirerek bu meseleleri ele alıyor ama tespitlerinin zamanlaması, öngörüleri dikkat çekici. Bu heyet ile yaptığım görüşmeler, anlamlı görüşmelerdi. Bu görüşmelerden oldukça umutluydum. Bu patlama, devlet içindeki birimlerin birbirleriyle kopukluk içinde olduğunun da göstergesi olabilir. Devlet içerisinde belli birimlerin birbirleriyle çelişki ve çatışmalarının sonucu da bu tarz eylemler olabiliyor. Bazı iyiniyetli birimlerin bu saldırılardan haberi olmayabilir. İyiniyetli bazı çabalar, bu tür saldırılarla sabote edilmeye çalışılabilir. Ben bu konuda bir tarafı da suçlamak istemiyorum. Sayın Başbakan'ın da bu konuda haberi olmayabilir.
Burada hedef, benimle yapılan görüşmeler de olabilir. Burada oldukça anlamlı görüşmeler oldu. Çok anlamlı sonuçları da olabilirdi. Tam bu esnada Hakkari'de bu patlamanın olması oldukça düşündürücüdür. Bu olay çok yönlü araştırılmalıdır. Yine belirtiyorum, ben bu olayla ilgili ihtimallere göre şartlı konuşuyorum. Bir tarafı peşin hükümle suçlamıyorum, çünkü bir tarafa yüklenmek için elimde veriler yok, genel gelişmelere göre değerlendirme yapıyorum. Bu olayı PKK'nin içinde de, devletin içinde de birileri gerçekleştirmiş olabilir. Ben iki tarafa da şüpheci yaklaşıyorum. Yoksa tek başına bir tarafa yüklemiyorum. Bu patlama PKK'nin içinde bir grubun işi olabilir, içine sızmış bir ekibin işi olabilir, kendisince durumdan vazife çıkarmış başıboş bir grubun işi de olabilir, yine belirttim, eski tarz milislerin işi olabilir, milis gelip oraya bomba koymuş olabilir, köylü intikamcılığıyla hareket edilmiş olabilir. Yine bu patlama Genelkurmay ve Hükümetten habersiz olarak bir jitemvari-kontra bir gücün işi olabilir. Böyleyse durum oldukça vahimdir. Eğer böyleyse bu durum gösteriyor ki, devlet içindeki çeteler hala etkindir ve gelişmeleri, süreci sabote edecek güçleri vardır, çok güçlüdürler. Ya da bu patlamayı gerçekleştirenler tek başına genelkurmayın ya da tek başına hükümetin bilgisi dahilinde bu eylemi gerçekleştirmiş olabilirler. Ya da hem genelkurmay hem de hükümetin bilgisi dahilinde yapılmış olabilir. Eğer böyleyse bu durum da oldukça vahim bir durumdur. Genelkurmay ve hükümetten bağımsız-habersiz bu saldırının gerçekleşmesi de, yine genelkurmay ve hükümete bağımlı olarak onların bilgisi dahilinde bu saldırının gerçekleştirilmesi de vahimdir. İki durum da oldukça vahimdir. Ben bunu PKK dışı olasılığa göre değerlendiriyorum, eğer PKK'den kaynaklı bir eylem değilse böyledir diyorum. Ben böyle ihtimallere göre şartlı değerlendiriyorum. Bu konu hakkında şartlı-seçenekli düşünüyorum.
Bu konuda hassasım. Kaygılarım var. Bu konudaki hassasiyetimi kamuoyuyla paylaşmak istiyorum. Ben burada yine tekrarlıyorum, şu sonuca ulaşıyorum: Eğer PKK'den kaynaklı bir eylem değilse ve devletten haberli ya da habersiz, ilişkili ya da ilişkisiz bir grubun işiyse, bu oldukça tehlikelidir. Eğer bu eylem kendi başına bir grubun işiyse devlet içinde hala özel çetelerin varlığına işarettir ki bu da bir güçtür ve tehlike arzeder. Böyleyse bundan sonra da bu tarz olaylar, eylemler, provokasyonlar gerçekleştirilebilir. Bu konuda halkımız, herkes uyanık olmalı ve kendi özsavunmalarını almaları gerekir. Asfalta, yola çıkarken bu tarz eylemlere dikkat etmeliler, uyanık olmalılar.
Eğer bu olay genelkurmay ve hükümetin bilgisi dahilinde bir grubun işiyse bu da soykırım demektir. Bu daha çok tehlikelidir. Bu durumda çıkaracağımız sonuç, devletin Hakkari ve Şırnak gibi yerleri özel hedef seçtiğidir. Buralara önümüzdeki dönem bu tarz yönelimler olabilir, halkımızın bu konuda da bilinçli olması ve özsavunmasını geliştirmesi gerekiyor. Bu saldırı planlı ve devletin bilgisi dahilinde bir saldırıysa Hakkari'nin yüzde doksandört oranında boykotuna bir cevaptır. Ve özel olarak burayı hedef seçmedir. Aynı geçmişte Dersim'e yapılanlar gibi. Dersim nasıl her yönlü kuşatılıp üzerinde oynandıysa Hakkari'nin de bu şekilde kuşatılma tehlikesi vardır. Yine diyorum ben burada bu olay hakkında tek yönlü düşünmek istemiyorum ve kamuoyuyla şunu da paylaşmak istiyorum. “Öcalan bu konuda hassastır, kaygıları vardır” diyorum. Halkımızın provokasyonlara karşı uyanık olması ve bunları açığa çıkarmaya çalışması gerekiyor. Halkımız çift taraflı provokasyonlara karşı uyanık olmalı, sadece devletten gelen provokasyon değil PKK kaynaklı provokasyonlara karşı da uyanık olmalıdır. İşte PKK tarihinde biliniyor, en iyi örneği Hogir'dir. Hogir, on sene içimizde kaldı ve binlerce gerillanın-sivilin ölümünden sorumludur. Bu ve benzeri örnekler çoktur. O yüzden provokasyonlara karşı herzaman dikkatli olunmalıdır.
Batman'da Salih Özdemir'in ailesine selamlarımı iletiyorum. Birbirleriyle sıkı ilişkiler içine girsinler, “kardeşi kardeşe düşürme, aralarında bölünme yaratma” oyunlarına gelmesinler, kendi içlerinde bir araya gelip, tartışsınlar, birbirleriyle dayanışma içinde olsunlar. Bu şekilde yaparlarsa kendileri üzerinde hesaplanan oyunları, provokasyonları boşa çıkarabilirler.
Yine söylüyorum, bu saldırı eğer PKK kaynaklı değilse, devlet içinden kontra bir gücün, kontracı bir anlayışın ya da devletin bilgisi dahilinde bir grubun işiyse bu iki durum da vahimdir. Genelkurmay ve hükümetin bilgisi dışında süreci provoke etmek isteyen grupların işiyse bu, şu anlama gelir: Biz istediğimiz zaman süreci sabote edebiliriz, bu gücümüz var. Burada verilen mesaj budur. Bu sadece bize değil, hükümete de bir mesajdır. “Bize rağmen hiçbir şey yapamazsınız” mesajıdır. Ama devlet içerisindeki tüm birimler, insanlar bunlar gibidir diye düşünmek doğru değil, iyiniyetli olanlar da var. Benim burada yaptığım görüşmeler oldukça anlamlı bir görüşmelerdi, anlamlı sonuçları olabilirdi, buna inancım vardı. Bu görüşmeler sırasında hükümetten veya genelkurmaydan bağımsız bir şekilde böylesi bir eylemin yapılması, “sizin yaptığınız görüşmeler fasa-fisodur. Bak, ben istediğim zaman sizin çalışmalarınızı engelleyebilirim, sabote edebilirim, aldığınız kararları boşa çıkarabilirim” mesajıdır. Burada amaçlanan, bu görüşmeleri sabote etmek olabilir.
Burada Hükümete, AKP'ye düşen görev, bu olayın üzerine kararlı bir şekilde gitmek ve sorumluları açığa çıkartmaktır. Önümüzdeki dönemdeki gelişmeler, hükümetin bu konudaki iradesine bağlıdır. Bu kadar önemli görüşmelerin olduğu bir aşamada Hakkari'deki bu patlamanın yaşanması düşündürücüdür. Bu patlama, cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu patlama devletten ve PKK'den kaynaklı olabileceği gibi başka devletlerden de kaynaklanmış olabilir. İran gibi devletlerin parmağı da olabilir, isim vermek istemiyorum, herhangi bir devletin PKK kılığıyla yaptığı bir eylem de olabilir. Hakkari konumu gereği, Hakkari'ye yakın bölgesel devletlerin, bölgesel güçlerin PKK kılıfıyla bu tarz eylemlerine uygun bir coğrafyadır. Bu saldırı, bölgesel hatta uluslararası güçlerin de içinde olduğu bir saldırı olabilir. AB ve ABD'nin bu mesele hakkındaki tutumları biliniyor.
Bölgesel-küresel kontrgerilla, iç-dış güçler, tekrar bazı sonuçlara ulaşabileceğimiz görüşmeleri sabote etme amacıyla bu Hakkari olayını yapmış olabilirler. Bu bir oyundur. Eğer böyleyse Öcalan diyor ki “bu bir siyasi komplodur”. Yine tekrarlıyorum, Öcalan bu konu hakkında şartlı, seçenekli düşünüyor. Devletin içinde, dışında, devletten kaynaklı bir eylem olabilir, aynı şekilde PKK'den kaynaklı bir eylem olabilir ya da üçüncü bir olasılık olarak bölgesel-uluslararası devletlerin PKK kılıfıyla gerçekleştirdikleri bir eylem olabilir. Çok önemli görüşmelerin yapıldığı bir süreçte böylesi bir eylemin gerçekleştirilmesi üzerinde durulmalıdır.
Hakkari'de 10 gerilla yaşamını yitirmiş. Eylemsizlik halinde olan gerilla güçlerinin genelkurmay merkezli, merkezi bir koordinasyonla ağır teknik kullanılarak katledilmesi oldukça tehlikeli bir işarettir. Genelkurmayın Hakkari'deki patlama sonrası da hemen jet hızıyla PKK'yi hedef göstermesi tesadüf olmuyor bu durumda. Bu on gerilla olayının ayrıntılarıyla birlikte Hakkari'deki olay da başka bir anlam kazanıyor. İki olay da birbirine yakın yerlerde olmuş sanırım. Durum biraz daha netleşiyor. Bu durumda bu iki olayı değerlendirdiğimizde Hakkari'ye merkezi bir yönelim olduğundan bahsedilebilir. Hakkari hedef haline getiriliyor, pilot bölge olarak seçilmiş olabilir. Zaten daha önce de referandum sonuçları sonrası hedef gösterilmişti.
Referandum sonrası bazı yetkililer, Hakkari'nin halledilmesi gerektiğinden bahsettiler. Hakkari halkının referandumdaki bu onurlu duruşuna, yüzde 94'ler oranındaki boykotuna bir cevap olabilir bu saldırılar. Ben buna “Hakkari Kuşatması” diyorum. Hakkari kuşatma altına alınıyor olabilir, alınmaya çalışılıyor olabilir.
Eğer bu iki olay merkeziyse, genelkurmay ve hükümet imha planında anlaşmışlarsa, imha kararı almışlarsa tek taraflı eylemsizlik anlamsızdır. Bundan sonra belirleyici olan AKP'nin-Hükümetin bu olaylar karşısındaki tutumudur. Hükümet, öyle “bitiririz, yok ederiz, tasfiye ederiz” der hedef gösterirse, o zaman geliştirmeye çalıştığımız bu demokratik çözüm ve barış süreci fiilen ortadan kalkacaktır, bunun sorumlusu da Hükümet olacaktır. Ancak bu olaylar karşısında “biz tasfiyeci çeteleri bertaraf ettik ya da bunlarla mücadele edeceğiz” denilirse, bu kararı verdiklerini görürsem, bu konuda bir irade gösterilirse süreç geliştirilebilir. Ben burada Sayın Başbakan'a da haksızlık etmek istemiyorum. Sayın Başbakan konusunda hassasım. Bu konuda kesin yargıyla konuşmak istemiyorum. Başbakan hakkında kesin bir yargıda bulunmak istemiyorum. Ancak Kürt sorununu gerçekten çözmek istiyorsa bu türden olayların-provokasyonların peşini bırakmamalıdır. Hakkari olayının hemen sıcaklığında hedef gösterici yaklaşımlardan kaçınmalıdır. Herkes bu konularda hassas ve temkinli olmalıdır. Başbakan yaptığı açıklamada, Demirtaş'ın Hakkari olayı sonrası açıklamalarını talihsiz açıklamalar olarak değerlendirdi. Ben de buradan Sayın Başbakan'ın açıklamalarını talihsiz açıklamalar olarak değerlendiriyorum. Böyle alel acele açıklamalar doğru değil, olayın araştırılıp, aydınlatılması gerekir. Bu patlama cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir, aydınlatılması gerekiyor. Bu patlama, kesin oyundur. Ben demokratik çözüm ve barıştan yanayım, ölümlerin olmasını istemiyorum. Ben ölümlerin durmasından yanayım.
Referandumda “evet”in kazandırılmasını da farklı değerlendirdik burada. Hükümetin orduyla anlaşmış olabileceği ihtimalinden bahsetmiştim. Referandumda “Evet”in kazanmasıyla AKP iktidarının önü açılacak, güçlenecek bunun karşılığında da ordu, AKP'den askeri anlamda önünün açılmasını ya da bir serbesti almış olabilir demiştik. “Evet”e yol vermekle Hükümetin önü açılacak ve bunun karşılığında genelkurmayın da askeri anlamda önü açılacak. Bu son olaylar da bu tezimizi, bu ihtimali güçlendirir durumda. Bu durum ta 2007'deki Dolmabahçe görüşmelerine dayanıyor ve son olarak da son YAŞ toplantısında bu konuda hükümet ile ordu arasında bir anlaşma ihtimalini de düşünüyorum. Hükümet kendi iktidarının önünün açılması karşılığında genelkurmaya belli tavizler vermiş olabilir. Işık Koşaner dönemi bu yönüyle tam bir uzlaşmanın sağlandığı bir dönem de olabilir. Eğer Erdoğan, bu son olayların üzerine gidip aydınlatmaya çalışmazsa, bunların üzerine gitmezse; “1925'ten itibaren İsmet İnönü Kürtler için neyi ifade ediyorsa günümüzde de Erdoğan Kürtler için aynı şeyi ifade ediyor” diyeceğim. Hakkari'deki bu iki olayı yan yana getirdiğimizde halkımızın büyük tehlikelerle, soykırım tehdidiyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Hakkari bir nevi Dersim gibi kuşatma tehdidindedir, belki oradaki gibi katliam olmaz, amaç topyekün bir yönelim olabilir. Buna karşı KCK ve halkımız özsavunmalarını almalıdırlar. Ben daha önce bu konuda “devrimci halk savaşı”ndan bahsetmiştim. Ancak yine diyorum, kendi kararlarını kendileri bu konularda alırlar.
Bu saldırılar yine belirtiyorum devlet içinde denetim dışı bazı çetelerin, grupların işi de olabilir. Bu denetim dışı kontra çetelerinin tamamen genelkurmayın denetiminden çıktığı dönem Karadayı dönemidir. Karadayı dönemiyle birlikte genelkurmay bu çetelere hakim olamadı. Karadayı döneminde bu konuda bir kırılma yaşandı. O dönemki bazı gelişmelerle bu tezimi güçlendiriyorum. Yine hatırlanırsa Kıvrıkoğlu dönemi de böyleydi. Kıvrıkoğlu'na Kıbrıs'ta suikast girişimi olmuştu. Bu suikast girişimi de bu kontra çetelerin artık denetlenemez duruma geldiğinin bir göstergesi, işaretiydi. Bu gelişmeler aynı zamanda Kürt sorunun çözümünü geciktiren ve zorlayan gelişmelerdi. Demokratik çözüm ve barışa her yaklaştığımızda böylesi çeteler devreye girerek süreci sabote ettiler. '98 ateşkesi süreci biliniyor, o dönem geliştirdiğimiz ateşkes sabote edildi. Sayın Özal döneminde de barış girişimlerimiz bu çeteler tarafından sabote edildi ve tarihi bir fırsatı kaçırdık. Sonra Erbakan dönemindeki çabalarımız boşa çıkarıldı. O dönemde Türkiye açısından tarihi bir fırsat kaçırılmış oldu. Yine Ecevit döneminin barışı da benzer komplolarla boşa çıkarıldı. Ecevit barışı da böylece heba oldu. Bu dört darbenin ardından bugün yaşadığımız beşinci darbe sürecidir. Son geliştirilen bu eylemsizlik sürecine karşı beşinci darbe girişimi sözkonusudur. Hakkari'deki olaylar bu şekilde değerlendirilmelidir. Bu olaylarla özellikle bu patlamayla gerçekleştirilmek istenen, benimle görüşen ekibin devlet katındaki tasfiyesi de olabilir. Burada hedef sadece ben değilim, benimle görüşen ekibin de tasfiyesi amaçlanmış olabilir. Yani burada yaptığımız görüşmeler engellenip, biz devre dışı bırakılmak isteniyor olabiliriz, amaçlanan bu olabilir.
Yapılan bu son patlamayla buradaki görüşmeler dinamitlendi, bombalandı. Bu görüşmeler oldukça verimli geçiyordu, umutluydum. Türkiye'de ne zaman bu konularda olumlu gelişmeler olsa, böylesi provokatif bir eylemle bu gelişmeler sabote ediliyor. Hatırlıyorum İlker Başbuğ'un meşhur 14 Nisan 2009 tarihli konuşması vardı. Başbuğ 14 Nisan 2009 tarihli konuşmasında olumlu ifadeler kullanmıştı ancak bu konuşmanın yapıldığı tarihlerde yine böylesi bir sabote eylemi olmuştu ve havayı tersine çevirmişti.
Burada asıl hedefleri, yapılan ve yapılacak olan görüşmelerdir, bu görüşmelerde ulaşacağımız sonuçlardır. Yoksa belirtildiği gibi asıl hedef sadece BDP ile yapılacak görüşme değildir. Bütün bu tehditlere karşı herkes savunmasını almalıdır. Süreç her an sabote edilebilir. Bu süreci sabote etmek isteyen güçlerin eli çok uzun da olabilir, sanıldığının aksine güçlü de olabilirler. Süreci sabote etmek isteyen bu güç burada bana bile ulaşabilir, bilmiyorum, belki bu kadar güçlü de değiller. Ancak herşey ihtimal dahilindedir. Bana burada ulaşıp beni imha da edebilirler, o yüzden, herkes uyanık olmak zorundadır.
KCK de kendi çatısı altında nasıl bir sistem öngörüyorsa onu uygular. İşte demokratik özerklik konusunda savunmamda da belirttiğim gibi altı boyut var. Kendi sistemlerini kendi çatısı altında uygulayacakları toplumsal sistemi ilan edeceklerini belirtiyorlar. Kendilerini nasıl yöneteceklerine nasıl savunacaklarına artık kendileri karar verirler ve bunu uygulayıp sorumluluğu kendileri üstlenirler, ben bu konulara karışmayacağım, bu konularda görüş bildirecek durumda da değilim. Zaten burada sürekli olmayacağım, bir gün öleceğim, herkesin bunu gözönünde bulundurması gerekir. 20 yıldır her şeyi sırtıma yüklemişler, her şeyi benden bekliyorlar, herşeyi benim üzerimden geliştirmeye çalışıyorlar, bana yaslanmışlar, hala da hem devlet hem PKK benden bir şeyler bekliyor. Ben burada, bu koşullarda ne yapabilirim? Bu konuda insaflı olunmalıdır. Rica ediyorum herşeyi benden beklemesinler. Dolayısıyla kendi kararlarını kendileri verecekler. İşte DTK, BDP, Belediyeler Birliği, Sivil Toplum Örgütleri kendileri hakkında kararlarını kendileri verecekler ve uygulayacaklar. Gece gündüz çalışacaklar, iş yapmaya odaklansınlar, az konuşup çok iş yapmalılar. Aksi taktirde onları çok sert eleştireceğim.
Belediyeler birliği de yasallık içerisinde birliklerini geliştirip organizeli, bütünlüklü çalışmaları geliştirebilirler. İşte 99 belediye başkanından bahsediliyor. Bu belediye başkanları, birliklerini geliştirecek, yasal zeminde demokratik halkçı belediyecilik anlayışını geliştirip yaygınlaştırmadırlar.
Bölgedeki sanayici, işadamlarına, tüccarlara da seslenmek istiyorum. AKP'li Kürtlere de seslenmek istiyorum. BDP'li Kürtlerle, diğer kesimlerdeki Kürtlerle biraraya gelip tartışsınlar, birbirleriyle uzlaşsınlar, hatta sadece AKP'li Kürtlere değil, diğer kesimlerdeki bütün Kürtlere sesleniyorum. Biraraya gelip tartışın, uzlaşın ve ortak çıkarlarınızı koruyun. Aksi taktirde bu ilişkisizlik, diyalogsuzluk ortamında karşılıklı birbirinizin provokasyonuna gelip, birbirinizin ekonomik çıkarlarına, ailelerinize, çoluk çocuğunuza zarar verirsiniz. Özsavunmaları için bu gereklidir. İki taraftan da karşılıklı provokasyonların önüne geçmek için bir araya gelip diyalog kurup uzlaşmayı esas almalıdırlar. Aksi taktirde üzerlerinde oynanan her türlü oyunun karşılıklı olarak kurbanı olurlar. Diyarbakır buna en iyi örnektir. Diyarbakır'ın yapısını biliyorum, bu tür provokasyonlara müsait bir zemini vardır.
DTK ise kendi bağrında sivil toplum örgütlerini temsil etmelidir. Sivil toplum örgütlerinin kendilerini bağrında ifade edebildikleri bir platform haline getirilmelidir. Bölgedeki bütün sivil toplum örgütlerinin DTK içerisinde kendilerini rahatça ifade ettiği bir birlik kurulmalıdır. Sivil toplum örgütleri kendilerini DTK'da ifade edebilmelidir. Gereksiz tartışmalardan kaçınıp bu konuda bir çabanın sahibi olmalıdırlar. Yine belediyeler kendi birliklerini sağlamlaştırmalıdır, geliştirmelidir.
KCK de kendi sistemini kendisi kurmalıdır. KCK, DTK, BDP ve Belediyeler dışında kalan alanı örgütler. Birbirleriyle değişik alanlarda karşılaşabilirler ancak hepsi kendini ayrı örgütler. KCK, bu son gelişmelerin, bu son saldırıların üzerinde ciddiyetle durmalıdır. “Devrimci halk savaşı” tarzında örgütlenmeden bahsetmiştim. Yine bunu yaparken Türkiye demokrasi ve devrimci güçleriyle ittifakı her zaman esas alınabilir. Böylece hem Kürdistan hem de Türkiye'de bir bu tarzda bir mücadele hattı örülür. PKK için de daha önce '98'lerde de belirtmiştim, o dönemki gerillacılık anlayışını eleştirmiştim, böyle gerillacılık yapılacaksa ben bu tarz gerillacılığı kabul etmiyorum demiştim. Bugün için de PKK'ye söyleyeceğim aynıdır. Gerillacılık yapılacaksa doğru bir tarzda yapılmalıdır, aksi taktirde ben ağır eleştireceğim. Gerilla birlikleri de gerekirse KCK'nin anlayışını eleştirebilir, dinlemeyebilir, kendi doğru tarzlarını geliştirebilirler.
Soykırım tehdidinden bahsetmiştim. Şimdi de bu imamlar ve yeni öğretmen atamaları dikkatimi çekiyor. Bu konulara kafa yoruyorum. Radyoda dinledim. Erdoğan, okulları boykot kararına ilişkin BDP'nin çocukları istismar ettiğini belirtiyor. Ben BDP'nin bu boykot kararına ilişkin olarak çocukları okula göndersinler veya göndermesinler demiyorum. Ama Başbakanın bu konudaki konuşması üzerinde duruyorum. Başbakan boykotu çocuk istismarı olarak değerlendiriyor ve bunu, çocuk istismarını da yeni anayasa paketindeki çocuk hakları düzenlemesine dayandırıyor. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da BDP'nin anayasal suç işlediğini belirtiyor. Ben Başbakan'ın çocuk istismarına ilişkin bu açıklamasını ilk dinlediğimde “yeni anayasa düzenlemesine göre BDP çocuk istismarı yapıyor” dediğinde başımdan aşağı adeta kaynar sular boşaldı. Anayasal değişiklikteki çocuklarla ilgili bu maddenin de hangi amaçla düzenlendiği böylece ortaya çıktı. Hemen ilk fırsatta bu maddeye atıf yaparak çocuk istismarından bahsettiler. Çocuklar hakkındaki bu anayasal düzenlemeyle amaçlanan kültürel soykırımdır. Çocuklarımızın kendi anadilinde eğitim alamaması kültürel bir soykırımdır. Bunun bir hak değil de, istismar olarak yorumlanması kültürel soykırım amacını gösteriyor. Anayasadaki bu düzenleme kültürel soykırıma hizmet amaçlı kullanılıyor! Burada çocuk istismarı yoktur, tersine en temel insani bir hakkın talep edilmesi sözkonusudur. Daha önce kadınlar-analar konusunda da değinmiştim, tavuk meselesini örnek vermiştim. Çocuklarımız kendi dillerinden koparılıp kültürel soykırıma tabi tutulacaksa, çocuklarımızı devletin elinden çekip almalıyız, o zaman devletin elinden çekip alsınlar. Biz bu kültürel soykırıma izin vermeyeceğiz desinler. Gerekirse okulları tamamen boykot edip kendi eğitimlerini kendileri sağlasınlar. Hatta evler, her ev birer okul haline getirilmeli, evlerde dil eğitimleri sağlanmalıdır. Selahattin Demirtaş, bu konuda bir açıklama yaptı. “Ben de çocuğumu okula göndermeyeceğim” dedi. Benim de kendisine bu konuda bir önerim olacak. Bu okula göndermemeyle birlikte çocuklarının dil eğitimini devletten beklemeden bir özel Türkçe öğretmeni bir de özel Kürtçe öğretmeni tutup, çocuklarına dillerini bu yöntemle öğretebilirler. Bunu gerçekleştirerek kamuoyuna deklare edebilirler. Bu benim bir önerimdir.
Bu anadilde eğitim konusunda Birleşmiş Milletler, AİHM ayağa kaldırılmalıdır. Başvurular ve davalar açılmalıdır. “Çocuklarımız kültürel soykırıma tabi tutuluyor, anadilde eğitimlerini göremiyorlar” gerekçesiyle bu konularda BM'ye, AİHM'e binlerce başvuru yapılmalı, davalar açılmalıdır. Haklarını her düzeyde savunmalıdırlar. Türkiye'nin Kürt çocuklarına uyguladığı politikalar BM Çocuk Hakları Sözleşmelerine de aykırıdır. Bu sözleşmelerde buna ilişkin düzenlemeler var, kültürel soykırım tanımı var. Bu konuda bütün dünya ayağa kaldırılmalıdır. Yine Avrupa'daki halkımız da dil konusunda duyarlı olmalıdır. Aksi taktirde Kürt çocuklarının durumu Ermeni çocuklarından daha kötü olacaktır. Kürt çocuklarının okuduğu okullar çok daha asimile edici, tahrip edici olacaktır.
Bu son saldırıların yanında iki imamın öldürülmesi gibi cinayetler de yaşanıyor. Bu konulara dikkat edilmelidir. Din konusunda da şunları belirtebilirim. Geçmişte Hizbullah ile fiziki soykırım, bugünkü manevi soykırım Diyanet imamları aracılığıyla yapılmaktadır. Hizbullah'ın yerini bugün Diyanet almıştır. Bugün yaptıkları manevi-dini soykırımdır. Halkımız bugün faşist-devletçi propaganda yapan imamlara rağbet etmemelidir, bunlar öldürülsün demiyorum, bunu doğru da bulmuyorum ama bu tür imamlardan uzaklaşmalıdır, onları yalnız bırakmalıdır. Bu imamları boykot etmelidir. Demokratik islam temelinde kendi mescitlerini, camilerini kendileri yapmalı ve ibadetlerini, dini vecibelerini buralarda gerçekleştirmelidir. Hizbullah, eskiden enselerine sıktığı tek kurşunla yurtsever insanları katlediyordu. Bu fiziki bir soykırımdı. Ancak bugün Diyanet imamları aracılığıyla yapılan dini-manevi soykırım, bu Hizbullah'ın fiziki soykırımından daha tehlikelidir. Ben, sahte imamların verdikleri hutbeleri çok iyi biliyorum. Bu hutbeler faşist zihniyetle verilen ve manevi soykırımı amaçlayan hutbelerdir. Bunun ne islamla ne de insanlıkla alakası vardır. O yüzden dini bütün halkımız demokratik islami zihniyetle gerekirse parasını kendileri karşılayarak ibadetlerini mahallelerde kuracakları mescitlerle-camilerle gerçekleştirebilirler, dini bütünlüklerini böyle korurlar. Bu tarz manevi-dini soykırım yapan camilere de gitmezler, ibadetlerini bu tür yerlerde yapmazlar, buraları boykot ederler. Yine aleviler de aynı şekilde manevi-soykırımcı sisteme hizmet eden cemevleri yerine kendilerini ifade eden cemevlerini inşa ederek ibadetlerini buralarda yaparlar. Halkımızı da bu konularda uyarıyorum, uyanık olmaya çağırıyorum, manevi soykırıma dikkat çekiyorum.
İran'a ilişkin son dönemlerde çatışmalar yaşanmıyorsa, bir çatışmasızlık ortamı varsa, İran'la sorunlarını demokratik temelde çözmek esas alınabilir, barışçıl bir çözüm esas alınabilir, çatışmasızlık durumu devam ettirilebilir. Yine Suriye için de aynı şeyleri, İran'a önerdiğim şeyleri öneriyorum, burada da sorunun çözümü için demokratik kanallar zorlanabilir.
AİHM'deki ana davamıza ilişkin mahkeme savunma yapmamız için 30 Ekim'e kadar ek süre vermiş. süreyi 31 Aralık'a uzatmamız iyi olurdu. Hukukta geçmişe yönelik hakların korunması var. Benim geçmişte kazandığım haklarım korunmalıdır. Benim burada kazanılmış haklarım önemli. İşte soykırımdan bahsettim, bu davamla da amaçlanan hukuki haklarımın elimden alınması, hukuki soykırımdır. Ben bunu hukuki soykırım olarak değerlendiriyorum.
Cezaevlerindeki arkadaşlara da ayrım yapmaksızın hepsine selamlarımı, sevgilerimi gönderiyorum. Gereksiz yere birbirleriyle didişeceklerine, tartışacaklarına bütün güçlerini, birikimlerini demokratik özerkliğe yani dışarıya kanalize etmeye, oraya güç vermeye seferber etmeliler. Aksi taktirde hepsini sert bir şekilde eleştireceğim. Ciddi olsunlar, lafazanlık yapmasınlar, sorumlulukla davranmalılar.
Bu son olayda hayatını kaybeden ailelere ve halkımıza başsağlığı diliyorum. Öncelikle referandumda gösterdiği iradeden dolayı halkımıza selamlarımı gönderiyorum, özellikle Hakkari halkına gösterdiği onurlu duruştan dolayı özel selam ve sevgilerimi gönderiyorum, onları tebrik ediyorum, yanlarında olduğumu bilmelerini istiyorum.Yine belirtiyorum. Herkes bu son gelişmeler karşısında tutumunu netleştirmelidir. Bu son Hakkari olayı PKK içinden dışından, devlet içinden dışından ya da bölgesel ve uluslararası güçlerin işi olabilir. Mutlaka açıklığa kavuşturulmalıdır. Herkes bu konuda uyanık olmalı, kendi tedbirlerini almalıdır. Ben bu özsavunma konusunda buradan nasıl hareket edeceklerini belirleyemem, kendilerini bu konuda tedbirlerini alıp hayata geçirmeliler.
Taşlıçay, Diyadin, Tutak, Iğdır, bir bütün olarak Kuzey Serhat halkına, Batman'daki halkımıza selamlarımı iletiyorum. Yine çocuklarla ilgili annelere yaptığım eleştiriler iyi anlaşılmalıdır. Ben çocukları çok sevdiğim için analara bu eleştirileri yapıyorum.
- Ayrıntılar
Sağlık durumuma ilişkin; gözlerim sürekli sulanıyor, biber sürülmüş gibi yanıyor, kızarıyor ve kaşıntı var. Neden bu kadar uzun zamandır devam ettiğini bilmiyorum. Daha önceleri doktor her gün rutin kontrol yapardı ama bir süredir sistem değişti, artık her gün gelmiyor, gelenler de göz uzmanı değil. Belki alerji olabilir ama bilemiyorum.
Muğla’da yaşamını yitiren Kürt öğrenci Şerzan Kurt’un yakınlarına başsağlığı dileklerimi sunuyor, acılarını paylaşıyorum. Tokat’ta da Kürt öğrencilere dönük benzer saldırılar var. Sindirmeye çalışıyorlar, bunlar sindirme amaçlıdır. Bu saldırılar daha da artarak devam edebilir, buna karşı tedbirler alınabilmelidir.
Bu saldırıların, linçlerin planlı olduğu, halkımızın ve gençliğin iradesini kırmak için bu tür linç kampanyalarının giderek yoğunlaştığı, toplumu katliama hazırlamanın hedeflendiğini herkes söylüyor. Evet, öyledir. Kürtlere uygulanmak istenen siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel bir soykırımdır. İşte görülüyor 1500 Kürt siyasetçisi içeride, yüzlerce çocuk, kadın içeride. Bu saldırıların hepsi birbirleriyle bağlantılı ve tek merkezlidir. Siirt’teki olaylar, bu linç olayları, operasyonlar, hatta İran’daki idamlara kadar hepsi aynı merkezi kararla gerçekleşmektedir.
Bir kez daha söylüyorum. Karşımda muhatap olmadığından dolayı bu süreci daha fazla devam ettirmemin ne anlamı ne faydası ne de şartları vardır. Bir muhatap bulamadığımdan dolayı da 31 Mayıs’tan sonra çekiliyorum. Bu yanlış anlaşılmasın. Ben bir savaş çağrısı değil bir savaş falan başlatmıyorum. Benim sağlığım ve şartlarım da ortada. Bu şekilde sürecin ne Kürtlere ne KCK’ye ne de devlete bir faydası vardır. Bundan sonra sorumluluk KCK’dedir, hatta BDP’de ve devlettedir. Sonuçta ben burada yönetemem. Ne yapacaklarına kendileri karar verecekler. Bayık, Karayılan, Abbas, Haydar onlar samimidirler, halkın önderliği rolünü üstlenmişlerdir. Artık bu ağır sorumluluk onlardadır. Bulunduğum şartlardan dolayı haklarında olumlu, olumsuz bir şey demek istemiyorum. Osman-Botan gibi alçaklar ise yanlarına kadın ve milyonlarca para alarak kaçtılar. Görüyorsunuz bunların izi hala Avrupa’da çıkıyor. Bunlar binlerce kişi de yanlarına alarak gittiler. Bunlara da çağrı yapıyorum kendilerini bir şekilde affetirsinler, yoksa bunları bu haliyle bundan sonra ne yer, ne gök kabul eder.
Bana dayanarak bir şey yapılmamalıdır, ne yapılacaksa, herkes kendisi için yapsın artık kendi siyasetlerine kendileri karar vermeliler. Bir kez daha belirtiyorum, ben muhatap bulamadığım için çekiliyorum. Eğer şartlar değişir ve muhatap çıkarsa ben görüşmeye hazırım.
Kürtler arasında birlik çok önemlidir. İran’da, Türkiye’de, Kerkük’de, Erbil’deki saldırılar, Ezidi katliamları hepsi aynı merkezden yapılıyor. Türkiye-İran-Suriye ittifakının sonucudur bunlar. Tüm Kürtler hedeflenmektedir. Bu nedenle dört parçadaki tüm Kürtlerin kendi iç birliklerini sağlamaları, bir Ulusal Birlik Kongresi’nin Erbil’de düzenlenmesi bu süreçte önemlidir.
Uluslararası kamuoyu, aydın ve demokrat çevreler Kürt sorununa sadece bir etnik mücadele olarak bakmamalılar. Kürt devrimi Ortadoğu’nun kalbindedir. Öyle Filistin, Afganistan falan gibi değildir. Bu devrimin sonuçları en az Fransız Devrimi, Rus Devrimi gibi geniş, kapsamlı sonuçlar yaratacaktır, ancak onların aksine milliyetçilikten arınmış olacaktır. Benim çözüm projem demokratik özerkliği esas almaktadır. Benim demokratik özerklik projem bir yandan kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir çözüm, öte yandan esasında evrensel hegemonyayı reddeden ama çatışmayan, kendi ilkelerini korumak şartıyla, “imparatorluk” da denen Küresel hegemonyanın içinde erimeden, varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva ediyor. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik beş ilke demiştim, bunları ihtiva eder. Bu meselenin demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu’yu aydınlatacak, İtalya için de, İspanya için de bir model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci’nin görüşleriyle paraleldir. Marks, ulus-devleti kabul etmişken, ben bunu kabul etmiyorum. Avrupa’nın şu an yaşadığı krizin sebebi de yine bu ulus-devlet yapılanması, anlayışıdır.
Anayasa referandumuyla ilgili olarakta: Kürtler AKP’nin bu sahte anayasa refarandumuna gitmemelidir. Bu anayasa değişikliği Kürtlere yönelik gerçekleştirilen siyasal ve kültürel soykırım örtbas eden, soykırımı gizleyen sahte bir adımdır. Ayrıca yeni demokratik bir anayasanın koşullarını ortadan kaldırıp, öteleyen bir girişimdir. Buna karşı BDP, Kürtler bir alternatif yaratabilirler. Kendi anayasalarını, demokratik özerkliklerini ilan edip bunu referanduma götürebilirler. Halkın oyuna başvurulur, bizim de alternatif çözüm paketimiz budur, diye halka sorulabilir. Bu bir anket tarzında da olabilir. Bu anayasa değişikliği içinde Kürtlere dair bir şey yoktur. Yapılan, tamamen bir iktidar, yargının kontrolünü ele alma savaşıdır. AKP bürokrasiyi kendi eline almaya çalışıyor. Yargının kontrolünün CHP’nin veya AKP’nin elinde olmasının Kürtler açısıdan hiç bir farkı yoktur. Hatta bu şekilde yargı daha da kötüye gidecektir. Şunu anlamak gerekir. Kürtlere karşı AKP, CHP ve MHP arasında faşist oligarşik bir ittifak vardır. Normalde bu ittifaklar fazla uzun sürmezdi, en fazla bir yıl sürebilirdi. Oysa bu ittifak 2002’den günümüze kadar 8 yıldır sürmüştür. Şimdi Deniz Baykal’ın gitmesiyle birlikte bu ittifak da çözülmeye başlamıştır. Kılıçdaroğlu ile ilgili ise şu anda kesin bir şey söylemek istemiyorum. Başbuğ’un temsilcisini yönetime almış; olumlu da olabilir, olumsuz da olabilir, ama sonuç itibariyle bu üçlü faşist ittifak çözülmüştür.
- Ayrıntılar
Rêber APO
Tüm şehit anne ve babaları!
Tüm şehitlerin yoldaşları!
Tarihimizde şimdiye kadar ülke içinde ve ülke dışında birçok şehit verdik. Halkımız şehitlerin halkıdır. Onların açışı budur. Biz bu acının üstünde büyüdük.. Bizim halkımız kadar şehit veren hiçbir halk olmamasına rağmen, halkımız bunun karşılığını alamamıştır. Bu, halkımızın acısını daha da arttırmaktadır. Burada biz böyle bir şehitliği yapacak kadar şehit vermeyi istemezdik. Bu yeri dışarıda yapmayı hiç mi hiç istemezdik. Amacımız buydu. Fakat gerçek olan, mücadelenin bizden, içte de dışta da şehit istediğidir. Eğer biz burada bu kadar şehidimizi vermeseydik, bunca işi de yapamazdık. Bu şehitlerimiz, her şeyden önce bizim dost halklarla bağlarımızın kurulmasını, birlik ve dayanışmanın gelişmesini sağladılar. Bizim ismimizi dost halklara duyurdular. Bunun için, buradaki şehitlerimiz en değerli şehitlerimizdirler.
Ülkede düşman, şehitlerimizi yıkamadan, kefensiz toprağa gömüyor. Düşman korktuğu için bunu yapıyor. Bu düşmanın korkusudur. Bizim şehitlerimizden, ölülerimizden bile bu derece korkuyor. Bu, şehitlerimizin büyüklüğünü gösteriyor.
En zor olay insanın şehit vermesidir ve biz bunu yaptık, ilk şehidimizi verdiğimiz zamanı iyi hatırlıyorum. Haki'yi şehit verdiğimiz zaman sanki dünya başımıza yıkıldı. Sanki gök üstümüzde ters döndü. Tabii ki mesele, hazır olmadığımız bir anda bir arkadaşın aramızdan ayrılması değildi. Mesele; dökülen kana nasıl sahip çıkılacak? İlk atılan adımlar devam ettirilecek mi, ettirilmeyecek mi? Oluşturduğu birlik yürüyecek mi, yürümeyecek mi? Yıkılacak mısın, yıkılmayacak mısın? Eğer sen, burada kendi şehitlerinin kanı üzerinde durmazsan, onların kanına sahip çıkmazsan, ondan sonra nefes bile alamazsın. Düşman da, üzerimize geldiği ve ilk yoldaşlarımızı böyle şehit ettiği zaman istedi ki, biz böyle yapalım ve kendimizi uzaklaştıralım, pişman olalım ve eski yaşamımıza dönelim. Amacı buydu. Biz bunu başlangıçta fark ettik. Arkada devlet ve her yönüyle üzerimize geliyor. O halde, biz de kan üzerinde yürüyeceğiz. Mücadelemizi daha da yayacağız, genişleteceğiz, bir adım daha ileriye atacağız. Bunun dışında şehitlerin anısına sahip çıkamazdık ve biz öyle yaptık. Orada insan tek bir şey söyleyebilirdir. İlk şehidimizin anısına bağlılığın bir gereği olarak dedik ki, "PKK'yi kuracağız, ilan edeceğiz. Ne kadar yetersizliklerimiz de olsa, ne kadar hazır da olmasak, partiyi, Partiya Karkeren Kürdistan'ı ilan edeceğiz." Onların anısına sahip çıkmak, ancak PKK'yi ilan etmekle mümkündü. Başka türlü anıya sahip çıkılamazdı ve öyle de yaptık.
Şimdiye kadar ispatlanan ne oldu? Kendi şehitlerinin anısına yerinde ve zamanında mücadeleyi yükselten, anılarına anında sahip çıkan, büyük bir davanın sahibi, yürütücüsü olur. Onlar büyük bir yaşam, halkın tümünün yaşamı olurlar. İnsan kendi tarihi üzerinde bir kez daha durduğunda, yine parti tarihi üzerinde durduğunda rahatlıkla diyebilir ki, bu tarih şehitlerin tarihidir. Hepimizi bırakalım, bu tarihi kendi kanlarıyla yazanlar şehitlerin kendileridir.
PKK'yi ilan ettik. Şehit Mazlum'u andık; ülkeye erken dönüşü gerçekleştirdik. Şehit Mahsum Korkmaz'ı andık; eskiden ülkede on kişi barınamıyordu; dedik ki, silahlı 50 kişi, 100 kişi gece-gündüz kalacağız ve kesinlikle çıkmayacağız. Önümüzdeki yıllarda, onların anısına amacımıza ulaşacağız diyorum. Agit'in anısının gereklerini, gücü on misline ulaştırarak yerine getireceğiz dedik. Gerilla oluştu, O'na sahiplik ettik. Şehit düşenler bunu yerine getirdiler.
Gece-gündüz demeden mücadelemizi güçlendireceğiz dedik. Mademki hedef budur, ne kadar yokluk olursa olsun biz yine de var edeceğiz. Biz öyle yaptık. Birçoğu böyle değil. Bizim önderliğimiz zaten siyasi olarak güçlüdür. Bunu biz mi yarattık? Hayır, her şeyden önce şehitlerin yaşamı, bizim için bir emirdir. Biz onların emirleri doğrultusunda yürüdük. Ben kendim mücadeleyi bu aşamaya vardırdım. Bu neyi ispatlıyor? En büyük kuvvet şehitlerdir. Benim şehitlere olan bağlılığım, ortaya çıkardığım mücadele ve yürüttüğüm iştir. Her şeyden önce neden budur diyorum? İnsan kendi yoldaşının kanını unutamaz. Unutmak, insanın yanlışlıklara girmesidir, erken düşmesidir, erken şehit olmasıdır. Şehitlerin istediği yaşam nedir? Erken düşmeyeceksin, çok gelişeceksin, gün be gün düşmanı vuracaksın, ondan alan kurtaracaksın. Şehitlere bağlılık gerçekten budur. Onlar ne diyor. "Biz mücadeleyi belli bir aşamaya kadar getirdik, bundan sonra siz devam ettireceksiniz, erken şehit düşmeyin." Şehitler bize şunu emrediyorlar: "Daha erken yürüyün, yanlışlıklara, eksikliklere az düşün. Bizi düşüren eksiklikler farklıydı ama düşürdüler, siz düşmeyin. Bizim dönemimiz dardı, olanaklar da azdı. Bundan sonra imkanlarımız çoktur. Bizim kamınız üzerinde imkanlar çoğalmıştır. Biz kan verdik size, siz üzerinde yürüyün" diyorlar. Bu ne anlama gelir? Bu, onların emirleri, manevi komutanlıkları altında yürünmesi anlamına gelir. O arkadaşlar ki, her biri birer kahraman. Onları kelimelerle ifade etmek olanaksızdır. Onları erken unutmak, onlar için "gittiler" demek hakarettir, büyük bir hakarettir. Şehitler karşısında içine girilebilecek en büyük namussuzluktur. Her bir arkadaşımız şehit düştüğünde, yaşamla ölüm iç içe gelip eşitleniyor bizde. PKK'nin yaşamında biz bir şey çıkardık ortaya; ölü kimdir, yaşayan kimdir? Her şeyden önce, kalan arkadaşlar ve tüm Kürdistan halkı, onların amaç ve arzularını yerine getirmezlerse, onların yaşam hakları yoktur. Benim yeminim böyledir. Öleni erken unutuyorlardı, kalanlar da zaten kendilerini ölümden çok uzak tutuyorlardı. Fakat bir aldatmacaydı. Kendi mücadelemizle bu gerçeği ortaya çıkardık. Bizim mücadelemizde ne ölüm öyle ölümdür, ne de yaşam öyle yaşamdır. Ne biz öyle yaşamı kabul ederiz, ne de öyle ölümü kabul ederiz. Biz bunu ortadan kaldırdık. Bir yerde biz, ölümü ortadan kaldırdık. O sahte yaşamı ortadan kaldırdık.
Söylemek istediğim; mücadelemizin bu düzeye ulaşmasının, halk ayaklanmamızın bugün bu aşamaya ulaşmasının, şehitlerin kanı temelinde gerçekleştiğidir. Bu önderlik, şehitlerin kanı pahasına oluşmuştur. Halkların davaları üzerine insan yalan söylememelidir. Tüm bu gelişmeler, kanların dökenlerin emeklerine bağlıdır. İnsan bunu unutmamalıdır. Şimdiye kadar hep başkaları için kan döküldü. Birileri geçenlerde şöyle bir şey söylüyordu; "Kürt insanı başka halkın askeri olunca utanıyor." Tabii, doğrudur. Biz şimdiye kadar başkalarının askeriydik. Döktüğümüz kan, bizim için değildi. Bizim döktüğümüz kan kötülüğümüz içindi. Fakat PKK şehitlerinin döktüğü kan bizim içindi; onlar bizim şehitlerimizdir. Bir kabile, aşiret veya bir ailenin şehitleri değildirler. Yüzde yüz Kürdistan halkının şehitleridirler. Ne kadar halk şehitleri olmuşlarsa, o kadar da dönemin şehitleri olmuşlardır.
Burada onların eksikliği nedir? Gençtiler, insan o eksiklikleri ortadan kaldırabilmelidir. Bundan böyle tüm arkadaşlar ve dostlar, şehitlere yetersiz yaklaşımı ortadan kaldıracaklar. Şehitlere yaraşır tarzda işlerini yürütecekler, az hata yapacaklar. Şehitlerin içine düştükleri hataları ortadan kaldıracaklar. Büyük şehidimiz Mehmet Hayri, "Ben devrime borçluyum, mezar taşıma bunu yazın" diyordu. Bu çok doğru bir sözdür. Hepimizin borcu var. Ve şimdi, borçlu gitmememiz için, bir fırsat, bir imkan var elimizde. Ben kendi üzerimde duruyorum. Borcum var mıdır diye her gün kendime soruyorum ve diyorum ki, ben bir şeyler vermişim. Belki henüz küçük borçlarım olabilir, ama en büyük borcumu ödediğimi sanıyorum, Benden daha çok sizin borçlarınız var. Bu borçları nasıl ödeyeceksiniz? Mücadelede az hata yaparak ödeyeceksiniz. Eğer kanınızı erken dökerseniz, ödeyemezsiniz.
Şimdi kendimiz için bir yaşam yarattık. Ölümü kaldırdık ortadan, ölümsüzlüğü yarattık. Kürt halkı için bu zorunluydu ve lazımdı. Bundan böyle de kötü ölümden kendinizi kurtarın, şerefli yolda, şehitlerin yolunda yürüyün, ama güçlü yürüyün. Böyle yaparsanız, bir günlük ömür yeter size. Biz bu yaşamı kabul ediyoruz; bu şerefli bir yaşamdır, insan bu yaşamı kabul eder. Bunun dışındaki bir yaşam haramdır. Şehitler için ettiğimiz yeminin gereklerini yerine getirmek için, onların yaşamlarını Kürdistan'a değil, gücümüz yettiğince dünyaya mal edeceğiz. Bizim şehitlere verdiğimiz söz budur.
İşte bu temeller üstünde Kürdistan'da yeni bir yaşam doğacak. Yeni özgür toplumda her biri bir gül gibi, hani derler ya "Muhammed gülü" gibi dipdiri yaşayacak, kıpkızıl bir gül gibi her biri toplumun bir köşesini süsleyecek. Onlar özgür Kürdistan'ın, vatanın çiçekleridirler. Şimdiye kadar, inanıyorum ki, ben şehitlerin yolunda yürümüşüm, PKK'yi şehitlerin yolundan yürütmüşüm. Bugün Kürt halkını da şehitlerin yolunda ayağa kaldırdık. Bundan sonra, bu kadar şehit için diyorum ki, PKK'de geçmişten daha fazla şehitlere yoldaşlık yapacağız. Halk ayaklanmalarıyla şehitlerin yaşamını sürdüreceğiz.
Her zaman söylüyorum: PKK şehitleri ölümsüzdür! Doğru yaşam şehitlerin kendileridir.
26 Mart 1990 Tarihli PKK Ortadoğu Şehitliği'nin açılış töreninde yapılan konuşmadan derlenmiştir...- Ayrıntılar
Önder APO
Doğumgünü kutlamaları olmuş. Aslında mesele benim doğum günüm de değil, halk kendi doğuşu olarak görüyor. Mesele benim o şehirde, o köyde, o toprakta doğmuş olmam meselesi değil, halk kendi doğuşunu kutluyor, bunu kendi doğuş günü olarak görüyor, kendi rönesansı gibi görüyor. Gidenlere, kutlayanlara, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, şükranlarımı sunuyorum. Ama içinin boşaltılmaması gerekir. Ortadoğu’nun böyle bir kültürü var, ben bu kültüre saygılıyım ama içi boşaltılmış bir kült haline dönüştürülmemesi gerekir. Benim bir anlamım var, ki böyle bir anlamım olduğuna inanıyorum. Benim bu anlamım üzerinde durmaları önemlidir, bunu anlamaları önemlidir. Ben bu 61 yıllık ömrüme bir çok şey sığdırdığıma inanıyorum. Halk bununla kendini özdeşleştirmiş.
Aslında Paskalya dolayısıyla Süryanilere ilişkin bir mesaj vermeyi düşünüyordum. Sadece Süryanilerle ilgili de değil, bütün Hıristiyanlara ilişkin bir mesaj vermek istiyordum. Ben Hıristiyanlık üzerinde epeyce duruyorum, araştırmalarım var. Islam ile Hıristiyanlığı ve Yahudiliği kıyaslıyorum. Hıristiyanlığa bazı haksızlıklar yapıldığını da düşünüyorum. Süryaniler Doğu Hıristiyanlığını temsil ediyor, Doğu’ya aittir. Batı Hıristiyanlığı özel olarak Doğu Hıristiyanlığını anlamalıdır. Ortadoğu’nun da bir Rönesansa ihtiyacı var; sadece Kürtler açısından değil, Süryaniler ve tüm Ortadoğu halkları için. Onların bayramlarını da bu temelde kutluyorum.
Savunmalarımda yerel yönetimlerin nasıl olması gerektiğini geniş olarak açıkladım. Devletin bir uzantısı olan belediyeler değil, topluma dayalı bir belediyecilik, bir yerel yönetim olmalıdır. Yerel komünler oluşturulmalıdır. Bu çalışmalar topluma dayanarak gerçekleştirilirse devlet de saygı gösterir. Devlet para vermedi, vermiyor şeklinde devletten para bekleyerek bir şey yapılmaz. Bu anlayıştan vazgeçilmesi gerekir. Güney’de oluşturulan model devlet-merkezlidir, bir ulus-devlet taslağıdır. Başarılı olmaz, yozlaşır, çürür gider. Ama bizim modelimiz topluma dayandığı için sürekli gelişir. Demokratik komünler kurulduktan sonra buna ihtiyaç da kalmaz. Her yerde güçlü bir örgütlenmeye gidildiği zaman para gibi diğer yan şeyler de gelir. Yerel komünler demokratik konfederasyon şeklinde de örgütlenebilirler. Toplumun sorunlarını ancak böyle çözebilirler. Ben, böyle yapılırsa, herşey yüzde yüz çözülecek demiyorum. Belki Türkiye şartlarında her şey yüzde yüz çözülmez ama yüzde elli oranında çözüm gelişebilir. Bunun için çok yoğun çaba olmalı ve yoğunca örgütlülük içinde olunmalıdır.
Avrupa’daki halkımız yoğun bir örgütlülük içinde olmalıdır. Kendi demokratik örgütlülüklerini geliştirmelidirler. Avrupa’daki örgütlenme bir KCK örgütlenmesidir. Oradaki yasaları da dikkate alarak bir örgütlenme içerisinde olmalıdır. Avrupa’daki örgütlenme belki tam başarılamıyor ama oradaki yasaları da dikkate alan bir KCK tarzında örgütlenme olabilir. Ben oradaki yasaları dikkate almayın demiyorum. Zaten orada her şey açıktır. Burada da yerelde bu örgütlenme tarzı başarılı olursa, birbirlerini etkiler, birbirlerine yansır. Benim savunmam en çok bu konular üzerinedir.
Kadın sorunu konusunda şunu söyleyebilirim: Aslında benim 61 yıllık yaşamım kadına dayatılan sahte namus anlayışıyla mücadele ile geçti. Köyden çıkışım da bununla bağlantılıydı. Ben bu konuda çok yoğunlaştım. Kadının kendi özgürlük bilincini ortaya çıkardığıma inanıyorum. Benim 61 yıllık yaşamımın bir başka özeti de budur. Adıyaman’daki kadının diri diri gömülmesi, yine küçük kız çocuklarına yapılanlar ortadadır. Kadınlar kendi örgütlülüklerini yaratmak kadar, küçük kızlar dahil, bütün kadınların eğitimleriyle de ilgilenmelidirler. Daha önce Özgür Kadın Akademilerinden bahsetmiştim. Bu basite alınmamalıdır. Sanattan spora, sağlıktan kültüre hatta modaya kadar her alanda yoğun bir eğitim olmalıdır. Geçenlerde Batman’da açılan bir mağaza için Ukrayna’dan getirilen bir kadın-modele ilişkin haber okumuştum. Bu bana çok gülünç geldi. Oysaki modanın doğduğu yer, Batman’ın da içinde olduğu Mezopotamya’dır. Önemli olan bunu ortaya çıkarmaktır. Sanattan spora, sağlıktan kültüre hatta modaya kadar her alanda yoğun bir eğitim olmalıdır, bunu kıyafetlerine de yansıtmalıdır.
Ben kadında bireyselliğin önemini yadsımıyorum, bireysellik tabii ki önemlidir. Ama toplumsallık olmadan bireysellik tek başına bir anlam ifade etmez. Böyle bir anlayış PKK’de de yerleştirilmeye çalışıldı. O bizim kaçkınların yaptığı basit evlilikler, birliktelikler bana göre kadının bitirilişidir. Böyle basit evliliklere, birliktelik değil, en ucuz tabiriyle birbirinin bitirilmesi diyorum. Kendilerine başarılar diliyorum, selamlarımı iletiyorum.
Solun, Mustafa Suphilerin neden ve nasıl tasfiye edildiğini iyi anlamaları ve çözmeleri gerekir. Sol bunu çözmeden bir atılım yapamaz.
Güney Kürdistanlıların tek blok olmaları iyidir, kutluyorum. Kürtlerin toplam sandalye sayıları Toplam 57 sanırım. Sandalye sayısı biraz düşmüş. Daha önce söylemiştim, bu şekilde başarmaları zor görünüyor. Kürtlerin ulusal birliğe ihtiyacı var. Kürtlerin bundan böyle ulusal birlik için çalışmaları gerekiyor. Talabani ve Barzani’nin de bu yönde çalışmaları gerekiyor. Onları seçimlerden dolayı da kutluyorum, başarılar diliyorum.
Anayasa tartışmaları konusunda öncelikle şunu belirtmek istiyorum, anayasa tartışmalarında Kürtlere yer yok. Kürtleri tanıyan bir anayasa değişiklik paketi değil bu. Sadece Kürtler de değil, bunun dışında diğer demokratik alanlarda da açılımlar yok, yeni şeyler yok. Bir tarafta CHP-MHP’nin temsil ettiği Beyaz Türk faşizmi var. Diğer tarafta ise AKP’nin başını çektiği bir iktidar-İslam çizgisi var. Ben, AKP’nin temsil ettiği bu çizgi, Beyaz Türk faşizm çizgisinden daha az tehlikelidir diyemem. Bana göre her ikisi de demokratik değil, hegemonik anlayıştır. Birincisi Ankara merkezlidir. Ikincisi de Kayseri-Konya hattında oluşturulan Suudi sermayesi tarafından desteklenen çizgidir. Bu her iki anlayışın da tarihsel geçmişi vardır.
Birinci anlayış Beyaz Türk oligarşisi ve faşizmidir. Bunlar İttihat-Terakki’nin devam eden zihniyetidir. Cumhuriyet kurulduktan sonra bunlar M. Kemal’i de kuşatarak etkisiz hale getirdiler. Kurtuluş Savaşı’nda M. Kemal dört yıl, 1916,17,18,19 boyunca Kürtlere dayanarak poltitka yapmıştır. Kürtlere dayanan bir politika ve savaş olmasaydı, kurtuluş mücadelesi denen bir mücadele de olmayacaktı. Bu ortaklaşma siyasal ifadesini 1921 Anayasasında buldu. Bu nedenle ben İttihat-Terakki ve bu Beyaz Türk faşizm çizgisinden bahsederken 1921 Anayasasını kastetmiyorum. 1921 Anayasası demokratiktir, devlet ve Kürtlerin ortaklaşması sonucunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla 1921 Anayasasının bugünün şartlarına uyarlanarak güncellenmesi gerektiğini söylüyorum. BDP’nin 1921 Anayasası ve bugüne güncellenmesi konusunda çok yoğun bir çalışma içinde olması gerekmektedir. Bahsettiğim o dönemde devlet içinde Kürtlere karşı iki çizgi vardı: Birisi İnönü’nün başını çektiği İngiliz yanlsısı çizgiydi. İttihat-Terakki kadroları bu çizgiyi yürütüyordu. Diğeri de M. Kemal ve Fethi Okyar’ın çizgisiydi. Hatta Fethi Okyar Kürtlere karşı yumuşak davrandığı için onu başbakanlıktan alıp, yerine İnönü’yü geçirdiler. Cibranlı Halit’in iki torunu bana mektup göndermişler. Onlar da bizim dedelerimiz nasıl tasfiye oldular diye soruyorlar bana. Işte söylüyorum. Yine Şeyh Sait’in torunları var. Onların da durumu aynı. Bunlar bahsettiğim laik beyaz Türk faşizm çizgisi tarafından tasfiye edildiler. 1924 Anayasası bu İttihatçı oligarşik beyaz Türk faşizmi çizgisinin anayasal ifadesidir. Bu anlayış, bu 1924 Anayasası, daha sonra ufak değişiklikler olsa da çizgisini koruyarak geldi. Bugün de temsilini CHP-MHP çizgisinde buluyor.
İkinci çizgiye gelince; AKP’nin temsil ettiği bu çizgi İslamo-faşizm de denilen ve Emevilere kadar giden bir devlet İslamıdır, iktidar İslamıdır, karşı-İslam’dır. Her iki çizgide de Kürtlere yer verilmiyor. BDP’nin ve tüm demokrat kesimin bunu iyi anlaması gerekir. Her iki çizgide de demokratik açılımlar yok. Kürtler ve demokratik güçler bunların birinden birini tercih etmek zorunda değiller. BDP ve demokratik güçler anayasa için yoğun bir çaba içerisinde olur ve kendi önerilerini sunarlar. Izlediğim kadarıyla da zaten sunuyorlar. Baraj ve parti içi demokrasi meselesi bu anlamda önemlidir. Kürtler eğer kendilerini tanıyan, demokratik açılımlar getiren bir anayasayı kim yaparsa yapsın desteklemelidir. Bunu AKP de yapsa destekler, CHP ve MHP de yapsa destekler. Ama kendilerini tanımayan, demokratik açılımları bünyesinde taşımayan bir anayasayı da desteklemezler.
Daha önceki haftalarda da dile getirmiştim. Bizim mücadele tarihimizi üç döneme ayırmıştım. Birinci dönem, 93’e kadar devam eden ikinci dönem, 93’ten bu yana da devam eden üçüncü dönem. Bu üçüncü dönem aslında 2002’ye kadardır. Ben 2002’de bu üçüncü dönemi sonlandıracaktım ancak o dönemde AKP yeni iktidar oldu. AKP’ye şans vermek istedim ama AKP bizi oyaladı ve bugüne kadar oyalayarak getirdiler. AKP kesinlikle tasfiyeyi amaçlıyor demiştim. 17 yıldan beri ben rolümü yerine getiriyorum. Bir çok şey benim omzuma binmiş durumda. Herşeyin benim üzerimden yürütülmesi ya da herşeyin benim omzuma bindirilmesi doğru değil. Benim burada yerine getirebileceğim şeyler, barış için oynayacağım rol imkanlardan dolayı sınırlıdır. Bu önümüzdeki süreçte onlar her ne karar vereceklerse, mücadelelerini, politikalarını nasıl yürüteceklerse, nasıl bir seyir izleyeceklerse bunları kendileri belirlerler, kendileri karar verirler.
Mayıs’a doğru gidiyoruz, Mayıs’ta bazı kritik şeyler olabilir. Şimdiden her seçeneğe hazır olmak lazım. Kürtlerin artık ara bir seçeneği kalmadı artık. Bu önümüzdeki dönemde bazı şeyler gelişebilir, tasfiyeye de çözüme yönelik şeyler de gelişebilir. AKP bir yandan da binlerce Kürdü tutukladı, tutuklamaya da devam ediyor. Ben fiziksel yönelimleri de saymıyorum.
Devlet 1920’lerde Mustafa Suphiler şahsında solu, 1924 anayasasıyla birlikte Kürtleri, daha sonra da Mehmet Akif ve Said-i Nursi şahsında da İslamcıları tasfiye etti.
Çatı partisi ile ilgili çalışmalar var sanırım. Çatının çatısı diye bir öneride bulunmuştum. Birçok parti ve çevre vardı. Şimdi EDP de var. Hepsi birlikte ortak çalışmalar yürütebilir.
Kürtler kendi içindeki sorunlarına yönelebilirler. Iç barışın sağlanması için çalışmalar yürütülmelidir. Sadece buradaki Kürtleri kastetmiyorum. Her parçadaki bütün Kürtlerin iç barışı ve birliğinin sağlanmasına ilişkin çalışmalara ağırlık verilmelidir. Mesela korucular var, bir çok suç işlemişler ama bir araya gelip barış sağlanabilir. Demokratik Toplum Kongresi bu çalışmaları yürütebilir.
Diyarbakır Cezaevindekilerin hepsine de selamlarımı iletiyorum. Bana Newrozla ilgili çok sayıda kart geldi, ben de herkesin Newrozunu kutluyorum. Bismil’den de gelen mektuplar vardı. Bismil ve Hasankeyf halkı bu Ilısu Barajı’na karşı durmalı. Bunun sulamayla ilgisi yoktur. Askeri amaçlı ve stratejiktir. Sincan Cezaevinden gelen, Nilüfer Şahin isimli Malatyalı bir kadın arkadaşın mektubu vardı. Yazdıklarını oldukça beğendim, değerli buldum. Savunmalarımdaki Marx değerlendirmelerimi yorumlamış. Doğru, Marx emek-değer teorisi ve sosyoloji konusunda epey kafa yormuş ve yetkindir ancak Marx ulus-devlet ve endüstriyalizm konusunda sınıfta kalmıştır.
İstanbul’un tüm ilçelerindeki halkımıza selamlarımı iletiyorum.
- Ayrıntılar
Benim kadınla ilişkilenmem farklıdır. Kendini özgürleşmeye, özgürlük mücadelesine adamış insanlar için ne olursa olsun iki kişi arasındaki tutku, kimseyi hiç bir yere götürmez ancak hiyerarşiye, patriarkal tutuma, baskıya, tecavüz kültürüne götürür. Kadınla erkek arasında ancak felsefik temelde bir buluşma olabileceğine inanıyorum. Geçende Taraf’ın yirmi soruluk anketine felsefeci Zizek bir cevap veriyor. Sizin için güzellik nedir diye soruyorlar, “benden güzel ve akıllı bir kadınla felsefe tartışmak” diyor. İlginçtir ama ben de aynen böyle düşünmüştüm. Benim kadınla buluşmam da tabi yeterince anlaşılmıyorsa da ama bu temeldedir. Kadınla felsefi buluşma dışında bütün buluşmalar, doğru bir buluşma değildir. Kadınla felsefi buluşma dışındaki bütün ilişkilerin, evliliklerin geleceği yer patriarkal, hiyerarşik ilişkidir ve bu tür ilişkiler eninde sonunda ilişkiyi tüketir, bitirmeye götürür. Felsefik buluşma dışında hiç bir buluşma bunu kurtarmaz.
- Ayrıntılar
